HADİS TENKİDİ 1. CERH VE TA'DÎLHADİS TENKİDİ
1. CERH VE TA'DÎL
Cerh; sözlükte elle, aletle, silahla veya dille yaralamak, sövmek, dürtmek, bir yarayı deşmek, tesir etmek demektir Ta’dîl; sözlükte doğrultmak, düzeltmek, hizaya getirmek, tezkiye etmek, adaleti beyan etmek demektir. Istılahî manaları ise; Cerh, günahkârlık, tedlis (karıştırıcılık), yalancılık gibi sebeplerle bir râvinin, hadis mütehassısları tarafından rivayetlerinin reddedilmesi, ravinin adalet ve zabt yönünden eksikliklerini, zaaflarını tesbit etmek, rivayetlerini iyice tetkik etmek, râviyi, rivâyetin sıhhat ve değerine te'sir edecek noksan sıfatlara nisbet etmektir. Ta'dil; Bir râviyi rivayetleri kabul olunacak şekilde vasıflandırmak, tanıtmak, râvinin adalet ve zabt sıfatlarını taşıdığına hükmederek rivayetlerinin sıhhatini ortaya koymaktır. Cerh ve Ta'dîl ilmi râvileri adalet ve zabt yönleriyle inceleyen bir ilimdir. "Cerh" yerine ta'n, taz'îf, tezyîf gibi başka kelimeler de kullanılır. Keza "tâdîl" yerine de, tevsîk, tezkiye gibi başka kelimeler kullanılmıştır. Usulcüler, rivâyeti alınacak râvilerin araştırılarak, fâsık olanlarının belirlenip onlardan rivâyet alınmaması, haberlerin behemahâl sika (güvenilir) kimselerden alınması gereğine inanırlar, bunu Kur'an ve hadîslerle delillendirirler: Ayet-i Kerimede: "Ey iman edenler, size bir fâsık bir haber getirecek olursa onun iç yüzünü araştırın" (Hucurât: 49/6) buyurmaktadır. Bir başka âyette ise: "İçinizden iki âdil şâhid getirin" (Talâk: 65/2) buyrulmuştur. İbnu Abbas'ın merfu bir rivâyetinde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) "İlmi (hadîsi) şehâdetini kabul ettiğiniz kimselerden alın" diye emreder. Bunu, Hz. Ömer (radıyallahu anh)'den yapılan şu rivâyet te'yîd eder: "(Hz. Peygamber) sâdece sika'dan (güvenilir kişi) hadîs almamızı emrederdi". İbrahim Nehâî der ki: "Muhaddisler, hadîs almak için râvilere gelince, gidişâtına, namazına ve ahvaline bakıp sonra rivâyetini alırlardı."[1] Hadis râvilerinin kusur ve meziyetlerinin özel terimlerle tetkik edildiği "cerh ve ta'dil ilmi" hadis ilminin en önemli konularından birini oluşturur. Sözlü rivayetlerin yaygın olduğu bir dönemde ortaya çıkıp gelişen bu ilmin, hadisin ve dolayısıyla İslâm'ın korunması açısından hicrî dördüncü yüzyıla kadar çok faal bir rol oynadığı kesin bir gerçektir. Hz. Peygamber (s.a.s.)'den sonra meydana gelen bazı siyasî olaylar neticesinde birtakım sapık itikadî grupların ortaya çıkması ve bunların kendi görüşleri lehinde hadisin otoritesinden yararlanmak istemeleri, kendilerini hadis uydurmaya sevketmiştir.[2] Bu olumsuz gelişmeler karşısında İslâm âlimleri kılı kırk yararcasına bir titizlik göstererek, hadislerin kitaplara geçirilip tasnif edildiği zamana kadar her râviyi cerh ve ta'dile tabi tutmuşlar ve bu şekilde, güvenilir olanları zayıflardan, tanınmayanlardan, uydurmacı ve yalancılardan ayırdetmişlerdir.[3] Dini, aslî berraklığı içerisinde korumayı yegane hedef ve vazife bilen İslâm âlimlerinin bu davranışlarını bir başka şekilde yorumlamak mümkün değildir. Zira Tirmizî (279/892)'nin de açıkça ortaya koyduğu gibi, amaç, müslümanların hayrını ve iyiliğini istemektir.[4] Yoksa hiç bir kimse sebepsiz yere müslümanın gıybetini yapmış ve onları çekiştirmeyi istemiş değildir. Tanınmış münekkitlerden Yahya b. Saîd el-Kattân (198/814) cerhettiği muhterem zevât dolayısıyla kendisine yöneltilen: - Sen cerhettiğin bu zevâtın kıyamet gününde karşına hasım olarak çıkmalarından korkmuyor musun? şeklindeki bir soruya: "Bunların düşmanlığına maruz kalmam; hadisini müdafaa etmediğimden dolayı Rasûlullah (s.a.s.)'in karşıma hasım olarak çıkmasından çok daha kolaydır." diye cevap vermiştir.[5] Onun bu cevabında da görüleceği gibi, konu bir gıybet ve çekiştirme meselesi değil; ilim ehlinin taşıdığı sorumluluk duygusunun ve ilmî anlayışın bir çeşit tezâhürüdür. Diğer taraftan cerh ve ta'dili yapacak âlimlerde birtakım özelliklerin arandığı gibi; cerh ve ta'dil esnasında dikkate alınması gereken esaslar da mevcuttur. Bu yönleriyle ehil olmayan bir kimsenin cerh ve ta'diline itibar edilemez. Şartlarına riayet edilmeden yürütülmüş cerh ve ta'dilin de ifade edeceği hiç bir değer yoktur.[6] Hadis münekkitleri cerh ve ta'dilde râvilerin kuvvet ve zayıflık, doğruluk ve yalancılık gibi durumlarına işaret eden bir takım terimler kullanmışlardır. Ta'dil için kullanılan terimlerin tertibinde ulema arasında tam bir ittifak yoktur. İbn Hacer el-Askalânî bu terimleri en yükseğinden alta doğru altı derecede toplamıştır. Aynı şekilde cerh için kullanılan tabirler de en hafifinden en ağırına doğru altı kısma ayrılmıştır. Ta'dilin en yüksek derecesi "evseku'n-nâs", "esbetü'n-nâs" (insanların en güveniliri); cerhin en ağır derecesi ise "ekzebü'n-nâs" (insanların en yalancısı), "hüve ruknu'l-kezibi" (o, yalanın ocağıdır)... tabirleriyle ifade olunur.[7]
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/5. [2] Ahmed Nâim, Tecrid-i Sarîh Tercümesi, Mukaddime, 351; Yaşar Kandemir, Mevzu Hadisler, 31-48. [3] Ahmed Nâim, Mukaddime, 351. [4] Ahmed Nâim, Mukaddime; 351. Tirmizi (279/892) diyor ki: “Hadisçileri yekdiğerini cerhe sevkeden şey, bize göre müslümanların iyiliğini istemeleridir. Yoksa onların müslümanları gıybet etmeyi kasdetmiş olmaları hayal bile edilemez… Cerh ve ta’dil alimleri dine karşı duydukları şekatten dolayı ravilerin ahvalini beyan etmişlerdir.” Kitabu’l-İlel: 5/739; İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 90.-91 [5] Ahmed Nâim, Mukaddime, 350. [6] Ahmed Naim, Mukaddime, 365-389. [7] Ahmed Naim, Mukaddime, 391-398; İbn es-Salâh, Ulûmu'l-Hadis, I33-137; Suyûtî, Tedrib, 229-236; İsmail Lütfi Çakan, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/303. Cerh ve Ta’dil Kitapları:
Hadisin sahihini sekîminden, makbulünü merdudundan ayırma gayretinin bir neticesi olarak gelişmiş olan bu ilim dalında kaleme alınmış bir çok eser mevcuttur. İbn Ebi Hâtim er-Râzi'nin "Kitâbü'l-cerh ve't-ta'dîl'i"; Ahmed b. Hanbel'in "Kitâbü'l-ılel'i" ; Zehebî'nin "Mizânü'l i'tidâl’i"; Buhârî'nin "et-Târihü'l-kebir'i" bu alanda yazılmış çok sayıdaki eserden sadece birkaçıdır.[1] Ravilerin tanınmasında isimlerin, künyelerin ve lakabların fevkalade önemi vardır. Bu alanlarda ve onlara bağlı tali derecedeki konularda da özel gayretler sarfedilmiş, eserler yazılmıştır. Cerh ve ta’dil sonucu oluşan ravi grupları hakkında müstakil eserler yazılmış olduğu gibi her iki gruba giren ravileri tanıtan müşterek eserler de kaleme alınmıştır. Mesela İbn Hibban (v.354/965)’ın Kitabu’s-sikat’ı; Zehebi (v.748/1347)’nin Tezkiretü’l-Huffaz’ı sadece sika ravileri; İbn Adiy (v.365/976)’in el-Kamil fi’d-Duafa’sı, Zehebi’nin Mizanu’l-İtidal’i ve el-Muğni fi’Duafa’sı, İbn Hacer (v.852/1448)’in Lisanu’l-Mizan’ı sadece zayıf ravileri tanıtmaktadırlar. İbn Ebi Hatim (v.327/939)’inel-Cerh ve’t-ta’dil’i; el-Mizzi (v. 742/1341)’nin Tehzibu’l-Kemal’i; İbn Hacer’in Tehzibu’t-Tehzib’i ile Takribu’t-Tehzib’i hem sika hem zayıf ravileri karışık olarak tanıtmaktadırlar. Ayrıca müdellisler ve ömrünün sonunda zihni iğtişaşa uğrayan (muhtelit) sikalar, kendisinden sadece bir kişinin rivayette bulunduğu raviler (vuhdan) gibi daha özel ravi gruplarını tanıtmak için yazılmış müstakil eserler de bulunmaktadır. [2] Bugün elimizde bulunan rical kitaplarında, kendi zamanlarında belli bir itibar görerek rivayetleri hadis kitaplarına geçmiş takriben 20 bin ravinin cerh ve tadil açısından durumu açıklanmış bulunmaktadır. Bunların büyük çoğunluğu da hicri ilk dört asırda yaşamış kişilerdir. Hadis metinleri kitaplarda toplandıktan sahihler, sakimler, uydurmalar iyice tefrik edildikten sonra, artık kitaplardan yararlanma yaygınlaştığı için cerh ve tadil prensiplerine göre incelenecek ravi de kalmamıştır.[3]
[1] İsmail Lütfi Çakan, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/303. [2] İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 102. [3] İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 91. 2- RAVİDE ARANAN ŞARTLAR
Kabul edilecek rivayetler ile reddedilecekleri tesbit etmek hadis usulü bilim dalının varlık sebebidir. Bu temel görevin yerine getirilebilmesi için herşeyden önce, ravilerin durumlarının belirlenmesi gerekmektedir. [1] Cerh ve t'adîl ilmi, bir bakıma ideal ve kâmil bir mü'minde bulunması gereken vasıtları hadis râvilerinde arayan bir ilimdir. Resûlullah (aleyhasalâtu vesselâm)'a izâfeten rivayet edilen, sünnetin asla uygunluk derecesini tesbit maksadına yöneliktir. Bir râvi söz konusu sıfatları nefsinde cemettiği nisbette güven verir. Öyle ise bu ilmin medarı râvinin kemâlini teşkîl eden bir kısım vasıflardır. Bu sebeple biz bu vasıflar açıklayarak mevzuya girmek istiyoruz. Râvide aranan vasıflar önce Adalet ve Zabt olmak üzere ikiye ayrılır. Sonra her biri kendi arasında tamamlayıcı kısımlara, teferruata yer verir.[2]
[1] İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 77. [2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/6. A) Adalet
Adalet, raviyi takvaya yönelten ve insanlık değerlerine yakışmayan hata ve davranışlardan uzak tutan bir niteliktir.[1] Adalet'i bir müslümanın Rabbine ve insanlara iyi olmasını sağlayan vasıfları toptan ifade eden bir tabir olarak târif edebiliriz. Allah'a karşı iyi olması Kur'an'ın ve Sünnet'in emirlerini yapıp, yasaklarından kaçmasıyla gerçekleşir. İnsanlara karşı iyi olması ise, halk nazarında değer ve itibarını düşürecek davranışlardan, sözlerden kaçmasıyla gerçekleşir. Neticede bu da bir bakıma Allah'a karşı iyi olmanın, kâmil mânada dindarlığın bir neticesidir. Zira dinimiz güzel ahlâka, ma'rufa, (âyet ve hadiste yer almamış olsa bile imamlarca güzel sayılmış örfler, âdetler vs.) uymayı da emretmiştir. Öyle ise adalet, râvî'nin dînî-insânî yönlerini ifâde eder, mânevî değerini ortaya koyar. Adalet'in bir râvîde hakîkî mânâda sübût bulması, adaleti teşkîl eden sıfatların onda görülmesine ve bunun şehâdeti makbûl kimselerce te'yîd edilmesine bağlıdır. Hakkında arh vâkî olmayan kimse mecrûh değilse de, adâlet'i de kesin değildir. Böyle bir kimse için iki hâl söz konusudur. 1- Hakkında ta'dîl gelmemiştir: Bu durumda zâhiren adl'dir. Amma bâtınî adaleti bilinmediği için adaletini selbedici kizb, gaflet, fısk vs. zannından uzak değildir. Bu durumdaki kimseye, az ileride tekrar ele alacağımız üzere mesturu'l-adâle dendiği gibi, kısaca mestûr ve hattâ "mechûlü'l-Adâle bâtınen" de denmiştir. Hakkında tâ'dîl gelmediği halde zâhırî adâlete hükmedilmesi, berâet-i zimmet asıldır düsturuna binaendir. 2- Hakkında ta'dîl gelmiştir: Böyle bir râvîde bâtınî adâlet mevcut demektir. Öyle ise bir râvîde gerçek mânâda adâlet'in varlığı adâlet-i bâtına'nın varlığına bağlıdır. Bu ise dînin emirlerini fiîlen yaşayıp, insanlar nazarında değerini düşürücü söz ve hareketlerden kaçınmayı gerektirir. Bir kimse hakkında "adâlet sâhibidir" diye yapılacak şehâdet onun bu fiilî yaşayışına bağlıdır.[2] Adalet, ravinin adil olmasını gerektiren bir sıfattır. Ravinin güvenilir kabul edilebilmesi için aranan bu adalet şartı, zulmün zıt anlamlısı değil; şirk, fısk ve bid'at gibi bütün büyük ve küçük günahlardan sakınmak ve takva sahibi, samimi bir müslüman olmak anlamındadır. Bu vasıfları taşıyan kimselere hadis ıstılahında "adl" (âdil) denilmektedir. Adalet, kişinin takva ve murüet sahibi olduğuna delil olan bir melekedir. Takva; Allah'ın emirlerini yerine getirmek, yasaklarından da kaçınmaktır. Bu da büyük günah işlememek, küçük günahlarda ısrar etmemek ve bid'atlardan uzak olmakla meydana gelir. Murüet ise; riayet edildiğinde insanı güzel ahlak ve adalet sahibi kılan edep kurallarıdır. Murüeti iki şey ortadan kaldırır: a) İnsanı aşağılayan küçük günahlar; basit ve küçük bir şeyi çalmak gibi. b) İnsanın onurunu düşüren ve onun şerefine halel getiren bazı mübah hareketler; yolda bevletmek, edebi aşacak tarzda şaka yapmak. Bu tür şeyler daha çok örf ve âdetlere dayanır. [3]
[1] İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 77. [2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/6-7. [3] Subhi es-Salih, a.g.e., s. 301; Sabahattin Yıldırım, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/228. Adâleti Sağlayan Şartlar:
Adâlet'in ne olduğunu kısaca anlattıktan sonra, adâleti tamamlayan şartları açıklamaya geçebiliriz. Biz bunları dokuz başlıkta toplayacağız. 1- Akl. 2- Büluğ. 3- İslâm. 4- Îtikâd. 5- Diyânet. 6- Sıdk. 7- Mürüvvet. 8- Şöhret. 9- Lika[1].
[1] Sonuncu madde, usûl kitaplarımızda, umûmiyetle açık bir ifade ile adalet'in şartları meyanında zikredilmez. Biz burada zikrini uygun bulduk. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/7. 1- Akl:
Bu, doğruluk ve sözü bellemek bakımından gereklidir. Temyiz yeteneğinden yoksun sabi ve delinin rivayetine asla itibar edilmez. Temyiz yeteneği ise, çocuktan çocuğa değişmekle birlikte, genellikle sağıyla solunu tayin edebilecek, söylenen sözü anlayacak, eline verilen paranın bir değer olduğunu kavrayabilecek durumda olmakla ölçülür. Mesela sağ elini göster denildiği zaman, doğru olarak gösterirse, temyiz yeteneği var demektir. [1] Deli olan kişi, anlama ve ayırma kabiliyetinden yoksundur. [2] Akl, temyîz'e imkân veren kapasitedir. Hadîsçiler açısından temyiz, söyleneni tam olarak anlayıp, doğru olarak cevap verme kabiliyetidir. Gerek küçük yaştaki çocukta gerek ateh denen bunama haline mâruz yaşlıda ve gerekse mecnûnda bu yoktur. Öyle ise bir kimsenin râvî olabilmesi için öncelikle akl sahibi olması, bu yönden bir eksikliği olmaması gerekir.[3]
[1] İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 78. [2] Sabahattin Yıldırım, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/228. [3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/7. 2- Büluğ:
Muhaddisler, bir kimsenin hadîs dinlemesi için temyîz'i yeterli görmüştür. Ancak öğrendiği hadîsi rivâyet edebilmesi için büluğa ermiş olmayı şart koşmuştur. Eda yaşının 20, 30, 40 ve hatta 50 olmasını şart koşanlar da olmuştur, daha önce temas ettik. Demek ki râvinin hadîs rivâyet edebilmesi için en az büluğ çağını aşmış olması aranmıştır.[1] Çocuk şer'an sorumlu olmadığı için yalan söylemesini engelleyecek bir şey yoktur. Ancak mümeyyiz olan çocuk büluğa ermeden haberi alır, buluğa kavuştuktan sonra rivayet ederse rivayeti kabul olunur. İbn Abbas, İbn Zübeyr ve Mahmud b. Rebiy gibi genç sahabilerin rivayetlerinin kabul edileceği hususunda alimlerin icma etmeleri de buna delalet etmektedir. Sahabeden sonra gelenler de bunu kabul etmiş ve temyiz yaşını beş olarak tesbit etmişlerdir. Bu konuda Mahmud b. Rebi'nin rivayet ettiği şu hadise dayanmışlardır. "Ben beş yaşında iken Nebi (s.a.s)'in ağzına su alıp, yüzüme püskürttüğünü hatırlıyorum"[2]
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/7. [2] Buhari, Daavat: 31; Subhi es-Salih, a.g.e., s. 301; Sabahattin Yıldırım, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/228. 3- İslâm:
Bütün hadisçilerin ittifak ettiği bir şarttır. Dinî mevzularda gayr-ı müslim'in rivâyeti hiçbir surette makbûl değildir. Keza mürtedin rivâyeti de makbûl değildir.[1] Ravi, hadisi rivayet ettiği sırada müslüman olmalıdır. Duyduğu sırada müslüman olmayabilir. [2] Bu içten ve dıştan İslâm'a teslim olmaktır. Ravinin gerek ilminde, gerekse amellerinde iman ve İslâm çizgisinde olması gerekir. Diğer dinlerde de yalanın yasak olmasına rağmen, ravide İslâm şartının aranmasının sebebi şudur: Her şeyden önce konu dini bir konudur. Kâfir, gücü yettiği kadar başkasının dinini yıkmaya çalışır. Ayrıca inandığı şeylerden dolayı ithama maruz kalmıştır. İtham söz konusu olduğu müddetçe, dini konularda rivayetlerinin kabulü doğru olmaz. Haberi mümin değilken almış ve İslam'a girdikten sonra nakletmişse kabul edilir. [3]
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/7. [2] İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 77. [3] Subhi es-Salih, a.g.e., s. 301; Sabahattin Yıldırım, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/228. 4- İtikad:
Bu şart râvinin inanç yönünden sâlim olmasını gerektirir. Sâlim bir inanç, itikadın Kur'an ve Sünnet'in beyanlarına uygunluğuyla mümkündür. Bu ise sâdece Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâat'e mensûb olanlarda mevcuttur. Binâenaleyh ehl-i sünnet ve'l-Cemâat'in dışında kalan ehl-i bid'a İslâm fırkalarına mensub olan ravîlerden hadîs alınıp alınmayacağı münakaşa edilmiştir. Bu meseledeki ana fikri: Ehl-i bid'adan bâzı şartlarla hadîs alınır ise de, alınan hadislerin umumî vasfı zayıf olmaktır şeklinde özetleyebiliriz. Ancak, meselenin biraz tafsiline inmenin faydasına inanıyoruz. Malum olduğu üzere, Sünnet'te olmaksızın müslümanların hayatına giren herşeye bid'at denmiştir. Bu, inanç olabilir, davranış olabilir ve hatta maddî, teknik bir şey olabilir. Bu "bid'a", hayatın gelişmesiyle hâsıl olan bir boşluğu dolduruyor, sünnetle karşılanamayan bir eksikliği gideriyor ise buna bid'at-ı hasene denmiştir. Aksine sünnette mevcut olan bir şeyin (inanç, davranış, eşya) yerine geçiyorsa buna bid'at-ı seyyie denir. Hadisçiler ehl-i bid'at deyince, öncelikle ehl-i sünnet dışında kalan İslam fırkalarını kastederler: Mürcie, mûtezile, kaderiye, havâric, şi'a gibi. Bu fırkalara mensup olanlar çok değişik inançlara sahiptirler. Müşterek tarafları, bir kısım îtikâdî-dînî meselelerin çözümünde öncelikle Kur'an ve Hadîs'e müracaattan ziyâde şahsî te'vîl ve yorumlara gitmeleri, akla güvenmeleridir. Bu sebeple kendi aralarında da devamlı bölünmelere mâruz kalmışlardır. Ehl-i Sünnet, bütün meselelerde çözümü Kur'an'a ve Hadise göre yapmayı esas almıştır. Esasen Kur'an'ın emri de budur. İşte muhaddisler, hadîs alacakları râvinin îtikâd durumuna bakarken, onun sünnete bağlılığını, dindarlığının derecesini aramış olmaktadırlar. Zira, ehl-i bid'at fırkaları'ndan öyle ifratkâr fikirler ileri sürenler olmuştur ki, onları İslâm îtikâdıyla bağdaştırmak zorlaşmış, ister istemez küfre nisbet etmek gerekmiştir. Onlar arasındaki, îtikadî farklılıklar muhaddislerin bu meselede alacakları tavra müessir olmuştur. Bu sebepledir ki ehl-i bid'atın rivâyeti alınmalı mı alınmamalı mı? sorusuna farklı cevaplar verilmiştir. 1)- İmam Mâlîk ehl-i bid'a'ya mensup kimseden, hiçbir surette hadîs alınamaz kanaatindedir. Râvîleri arasında ehl-i bid'a mevcut değildir. 2)- İmam Şâfiî, ehli bid'a'ya mensup olan kimse yalan söylemeyi câiz görmeyen, kendi taraftarının lehine yalancı şahitliğini helâl addetmeyen biri ise ondan rivâyet alınabileceği kanaatindedir. Yalan söylemeyi helâl addeden Hattâbiye'den hadis alınamayacağını Şâfiî hazretleri tasrih eder[1]. İbnu Ebî Leyla (148/765), Süfyânu's-Sevrî (V.161/777), Kâdı Ebu Yû'suf (V.182/798) da bu görüşte idiler. 3)- Başta Ahmed İbnu Hanbel (radıyallahu anh), alimlerin çoğu, ehl-i bid'adan olduğu halde dâîlik (mezhebinin propagandasını yapan, militan) yapmayan kimselerin rivâyetlerinin ihtiyat tahtında da olsa alınabileceği görüşündedir. Ancak dâîlerin rivâyetleri hüccet olarak kullanılamaz. 4)- Ehl-i Bid'a'dan olduğu halde sıdk ve diyânet'le mâruf olanlardan hadîs alınabileceğinde çoğunluk ittifak eder. Hatibu'l-Bağdâdî'nin el-Kifaye'de kaydına göre, bu gibilerden hadîs almaktan imtina edenleri bazı hadisçiler uyarmıştır. Bunlardan biri Yahya İbnu Saîd el-Kattân'dır. Yahya, ehli bid'a karşısında titizliği ileri götürüp: "Ben bid'atte baş çeken kimselerden hadis almayı terkederim" diyen Abdurrahman İbnu Mehdî'ye güler ve şu uyarıda bulunur: "Öyleyse, Katâde'yi ne yapacaksın? Ömer İbnu Zerr'i, İbnu Ebî Râvid ve bunlar gibi birçok muhaddisi ne yapacaksın?" ve ilave eder: "Abdurrahman bu gibileri terk ederse pek çok hadîsi terketmiş demektir!" Aynı kanaatte olan Ali İbnu'l-Medînî, sırf bid'a'sı sebebiyle râvileri terketmenin getireceği zararı şöyle ifâde eder: "Kaderî'dir diye Basra, şiîdir diye Kûfe hadisçilerini terkedecek olursan kitapları mahvettin (yani hadis elden gider) demektir". Hakkında ehl-i bid'a ithamı yapılmış olan kimselerin hadislerini terk hususunda sonraki muhaddisler daha da ihtiyatlı olmak mecburiyetini hissetmiş olmalıdırlar. Zira, bilhassa 218-234 yılları arasında cereyan eden mihne hadisesi başarısızlıkla neticelenip, Kur'an-ı Kerîm'e "mahluk değildir" demenin büyük suç olmaktan çıkmasından sonra, durum tersine dönmüş, mihne devrinde rencîde olanlar, ezilenler, gayzla dolanlar, konuşmak, boşalmak ihtiyacını duymuştur. Bazı iftirâlara düşenlerin, şahsî hesaplar için bid'a ithamını hemen kullanıverenlerin bile bulunacağı nazardan uzak tutulmamalıdır. Bu sebeple olacak ki, Zehebî: "Bid'a ithamı sebebiyle râvilerin hadîsleri terkedilecek olsa Âsâru'n-Nebeviye'den pek çoğunun gidip yok olacağını" söyler[2]. Şunu da kaydedelim ki -Zehebî'nin de parmak bastığı üzere- Tâbiîn ve Etbauttâbiîn'de görülen "teşeyyü", bid'atu's-Suğra denen ve dinî nokta-i nazardan büyütülmesi mümkün olmayan bir teşeyyüdür. Fitne savaşlarında Hz. Ali (radıyallahu anh)'yi haklı görme, onun efdâliyetine inanma, onun sevgisini diğerlerine takdîm etme esaslarına dayanır. Bunlara, bir de Emevîlerin Hz. Ali (radıyallahu anh)'nin ahfadına yaptıkları zulmü tasvîb etmemek eklenince Katâde, Abdurrezzak gibi muhaddis olan Selef büyüklerinin mâruz kaldığı bid'a ithamının mahiyeti ortaya çıkar. Halbuki, bir de bid'ayı kübrâ var ki, bu Hz. Ali (radıyallahu anh) ile savaşanları tekfire, Hz. Ali'yi te'lîh'e (ilahlaştırma) kadar varan aşırı iddialara dayanır. Bu gürûh bid'atçılara göre, Hz. Ebu Bekr, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Zübeyr, Hz. Talha, Hz. Muaviye (radıyallahu anhüm ecmain) gibi İslâma fevkalâde hizmet etmiş, bâzısı sadece mü'minlerin değil, insanlığın medâr-ı iftiharı olan büyükleri tekfir ederler (haşâ ve kellâ). Hz. Cebrâil (aleyhisselam)'e "vahyi yanlışlıkla Hz. Ali'ye getirmemiştir" gibi ihanet iddiasında bulunanlar, hiçbir delile dayanmadan Kur'an-ı Kerim'e eksiklik ve ziyade iddiâsında bulunanlar hep bu gruptadır. İslam ulemâsı böylelerini tekfir ederek rivâyetlerini almamakta haklıdır. Öncekilerle bunlar karıştırılmamalıdır. Özet olarak şunu söyleyeceğiz. Ehl-i Sünnet ulemâsı büyük çoğunluğuyla, bu meselede hissî olmaktan kaçınmış, soğukkanlılık ve sağduyu ile hareket etmeyi tercih etmiştir. Ahlâken mazbut, sadûk ve diyâneti yerinde olan kimsenin rivâyetini ehl-i bid'a'dır diye terketmemiştir. Ehl-i bid'a'nın küfrü zâhir olan ve bilhassa mezhebinin, mezhebdaşının menfaati için yalanı helâl addeden takımın hadîslerini terketmiştir.[3]
[1] Muhaddislerin ehl-i bid'a karşısındaki hassasiyetlerini ve Hattabiye mensuplarını reddetmedeki haklılıklarını anlamak için onların itikatlarına kısaca bir göz atmak gerekir: Hattâbiye fırkasını Ebu'l-Hattâb Muhammed İbnu Ebî Zeyneb el-Esedî taraftarları teşkil eder. Bunlara göre İmâmet, Caferu's-Sâdık'a kadar Hz. Ali (radıyallahu anh) evladında idi. Bunlara göre imamlar ilahtır. Ebu'l-Hattâb önce, imamların enbiya olduklarını iddia etti, sonra da ilah olduklarını. İddiasına göre Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (radıyallahu anhüma)'in evladı Allah'ın oğullarıdır. Câfer de ilahtır. Fakat Cafer, Ebu'l-Hattâb'ın bu iddiasını işitince onu lânetlemiş ve kovmuştur. Ebu'l-Hattâb bunun üzerine kendi uluhiyyetini iddiaya başlamıştır. Taraftarları, Câfer'in ilah olduğunu iddiadan vazgeçmez fakat Ebu'l-Hattâb'ın Cafer'den de Hz. Ali'den de üstün olduğunu iddialarına ilâve ederler. Hattâbi'ye göre, muhalifleri aleyhine, kendi taraftarları için yalan söylemek ve yalan şehâdette bulunmak câizdir. (İbrahim Canan) [2] Zehebî, Mizanu'l-İ'tidâl'de, Ali İbnu'l-Medini'yi Cehmîlikle itham edip, zayıf olduğuna imâda bulunan Ukeylî'ye sert bir çıkışta bulunur. Bu meyanda şu sözleri sarfeder: "Eğer sen Ali İbnu'l-Medinî, arkadaşı Muhammed (Buhârî), şeyhi Abdürrezzak, Osman İbnu Ebi Şeybe, İbrâhim İbnu Sa'd, Attân, Ebân el-Attâr, İsrâil, Ezherü's-Semmân, Behz İbnu Esed, Sâbit el-Bünânî, Cerir İbnu Abdilhamid gibilerinin rivâyetlerini terkedecek olursan rivâyet kapısı yüzümüze kapanır. Hitâb (-ı nebevî) kesilir ve âsâr ölüme uğrar. Bunu fırsat bilen zındıka ortalığı istilâ eder. Deccal çıkar. Ey Ukeyl! Sende hiç mi akıl yok! Kimi tenkid ettiğinin farkında mısın?..." (İbrahim Canan) [3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/7-10. 5- Diyanet-Takva:
Râvinin, fiilen dînî yaşayışını ifâde eder. Farzları yapması, haramlardan kaçınması diyânetin tamlığını gösterir. Bunlardaki ihmal, terk veya gevşeklik râvinin adaletini cerheder ve rivâyetinin terkine bir sebeb olur. Çünkü diyânetteki noksanlık, Allah korkusunun eksikliğine delalet eder. Böyle birisi, Resûlullah hakkında yalan söyleyebilir, sıdkından emin olunamaz.[1] Büyük günahlardan kaçınmak, küçük günahlarda ısrar etmemek anlamında bir takva sahibi olmak gereklidir. Fasıkın getirdiği haberin araştırılması ayetle belirlenmiş bulunmaktadır.[2]
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/11. [2] Hucurat: 49/6; İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 78. 6- Sıdk:
Ravide aranan en mühim vasıflardan biridir. Doğru sözlü olmak demektir. Bir râvinin adl, yani adâlet sahibi sayılabilmesi için İslâm'dan sonra, ikinci planda aranan vasfı budur. Sıdk'la öncelikle Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) konusunda, rivayet hususundaki doğru sözlülüğü kastedilir ise de, imamlara karşı sıdkı da aranmıştır. Metâin-i aşere bahsinde temas edeceğimiz kizb'le ilgili olarak tekrar bu meseleye döneceğiz.[1]
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/11. 7- Mürüvvet-Muruet:
Kişinin ahlâkî yönünü ilgilendirir. Örfen kınanan, hoş karşılanmayan davranışlardan kaçınmaktır. Mahallin geleneklerine, değerlerine, âdetlerine riâyetsizlikler râvinin mürüvvetini zedeler. Bağdâdî, Kifâye'de der ki: "Alimlerden pek çoğu muhaddîs ve şâhidin, dinen mubâh olan birçok şeyden kaçınması gerekir demiştir. Giyimde fazla tevâzu (tebezzül), tenezzüh için yollara oturmak, sokakta yiyip içmek, düşüklerle sohbet, yol kavşaklarında tebevvül (akıtma), ayakta akıtma, şakalaşmada ifrât ve mürüvveti zedeleyici kabûl edilen herşey". Âlimler, "Bunları yapanın adâleti gider ve şehâdetinin reddi gerekir" görüşündedirler.[1] Kişileri alay ve eğlenceye almak gibi basit davranışlarda bulunanlar itimada layık değildirler. Ayrıca ihtiyacı olmadığı halde hadis öğretimi karşılığında ücret alanların rivayetlerine de güvenilmez. Bidatçı dinden çıkma safhasında değilse ve bid’atının propagandasını yapmıyorsa, rivayetleri kabul edilebilir, aksi halde terkedilir. [2]
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/11. [2] İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 78. 8- Şöhret:
Râvinin bilinmesi, tanınması, tamamen mâlum bir kişi olması, demektir. Böyle bir râviye meşhûr denir. Bundan maksad örfi şöhret değil, ıstılâhî şöhrettir. Bu da iki surette tahakkuk eder: 1) Bir râviden en az iki kişinin hadîs rivâyet etmesi onun meşhûr sayılması için yeterlidir. Çünkü, bu kimseden rivâyet, onun varlığı, mevcudiyeti hususunda bir şehâdettir. İki kişinin rivâyeti, râvinin şahsiyeti hususunda iki şehâdet olmaktadır. Malûm olduğu üzere iki şehâdetle, ilim ve sübût hâsıl olur. 2) Râvi hakkında cerh ve tâdilin vâkî olması. Hakkında cerh veya tâdil vaki olmayan kişinin hâli bilinmiyor demektir. Kendisinden iki kişi de hadîs almış olsa, bu çeşit bilinmemezlikten kurtulamaz, böylelerine mestûr (kapalı,örtülü) denir. Şunu da belirtelim ki, adâleti muhaddisler arasında bilinen ve takdîr edilen İmam Mâlik, Süfyâneyn, Evzâi, Şâfiî, Ahmed İbnu Hanbel, Şûbe, Vekî, İbnu'l-Mubârek, İbnu Ma'în, İbnu'l-Medînî ve benzerleri hakkında ta'dil'e gerek yoktur. İbnu Abdilberr ölçüyü daha da genişleterek "İlme hizmet ve alâkasıyla mâruf olan her bir ilim sâhibi, cerhi sâbit oluncaya kadar adl kabûl edilir, (ayrıca ta'dîl edilmesi gerekmez)" demişse de fazla kabul görmemiştir. Yukarda ismi geçenlerden ve emsallerinden herhangi birinin ahvâli gizli kalmış bile olsa sormaya gerek yoktur, adâlet üzere olmaları esastır denmiştir. Nitekim İshak İbnu Râhûye hakkında Ahmed İbnu Hanbel'e sorulunca: "İshak gibisinden de sorulur mu?" demiştir. Kezâ İbnu Ma'în'e Ebû Ubeyd hakkında sorulunca: "Ebû Ubeyd hakkında benim gibisinden sual sorulur mu?" Ebû Ubeyd'den, başkaları hakkında sorulur" demiştir. Bu prensib, ulûm-i İslamiyeye hizmeti geçen pek çok büyük hakkında -çoğu kere beşerî zaafların sevkiyle söylenmiş olan- hissî tenkîdleri itibardan düşürmüş, o büyüklere olan îtimat ve saygının korunmasını sağlamıştır. Bazı Hadîs Meseleleri bölümünde Halku'l-Kur'ân meselesi'nin sonlarında hemen hemen bütün âlimlerin şu veya bu şekilde cerhedildiğine parmak basılmıştır. Demek ki büyükler hakkında rastgele yapılan cerhlere itibar edilmemiştir. Yine belirtelim ki, Hâdîs ilminde otorite olmuş Buhârî, Müslim gibi büyüklerin herhangi bir râviden hadîs alması, o râvî hakkında Ta'dîl sayılmıştır. O râvîden alan bir başkası olmasa bile "büyük bir muhaddisin hadîs alması onu meçhul olmaktan çıkarır, mehşur kılar" denmiştir.[1]
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/11-12. 9- Lika:
Karşılaşma demektir. Râvînin bir kimseden yaptığı rivâyetin mûteber olması onunla karşılaşmasına bağlıdır. Râvi, behemahal karşılaştığı, görüştüğü kimseden hadîs rivâyet etmelidir. Bir hadîs rivâyet eden kimse bunu karşılaşmadığı birisinden nakledecek olsa, kendisi, ne kadar sika olursa olsun rivâyeti zayıf olur. Hadîsin sahih olması için rivâyetin birbirini gören şahıslar vasıtasıyla gelmiş olma şartında bütün muhaddisler müttefiktir. Buhârî bu şartın tahakkuk etmediği hadîsi Sahîh'ine almamıştır. Müslim ise muâsır ve görüşme şartları içerisinde bulunan, görüşmediklerine dair açık bir bilgi mevcut olmayan bir sikanın mu'an'an rivâyetini lika'ya hamletmiş, sahîh addetmiştir.[1]
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/12. B) Zabt
Bir râvide adâleti gerektiren sıfatlardan sonra aranan ikinci şart zabt'tır. Zabt, râvinin tahammül ettiği bir rivâyeti edâ anına kadar aldığı şekilde muhâfaza etmesidir. Kısaca bellemek demek olan bu sıfat sayesinde ravi, duyduğunu duyduğu gibi rivayet edebilecektir. Şu halde bir kimsenin zâbıt olabilmesi, hıfzından (ezberinden) rivâyet ediyorsa hâfız (ezberlemiş) olması, yazılı nüshâdan (kitaptan) rivâyet ediyorsa nüshasını (kitabını) tebdîl ve tağyirden mahfuz bulundurması (koruması), mânâ ile rivâyet ediyorsa kelimelerin delâlet ettiği mânâ inceliklerini, manayı bozacak unsurları temyiz ve tefrîk edebilecek güçte ve titizlikte olması lâzımdır. Netice îtibâriyle zâbıt'ta aranan husus, rivâyetleri -ziyâde ve noksana yer vermeden- aldığı şekilde aslına uygun olarak edâ etmesidir. Gerek hâfıza yoluyla muhâfazanın ve gerekse yazı yoluyla muhafazanın kendilerine has bir kısım ârazları vardır. Sözgelimi hâfızaya yanılma, unutma, telkîn, yaşın ilerlemesi veya psikolojik şok ve hastalık gibi ârazların araya girmesiyle hâsıl olan ihtilat hâli gibi şüphelerle hâfıza zabtı bozulacağı gibi, kitabın kaybı, bazı sayfalarının düşmesi, değiştirilmesi veya bazı rivayetlerin araya başkalarınca sokuşturulması gibi durumlar da yazı ile yapılan zabtı bozabilir. Şu halde güvenilecek bir râvinin bu yönleriyle bilinmesi gerekir. Bir râvi, zâbıt olma durumunu, zabt ve itkân'iyle meşhur olmuş sika muhaddislerin rivâyetlerine muvafık rivâyetler yapmasıyla isbatlar. Rivâyetlerinin büyük çoğunluğunda bu muvâfakat görüldüğü takdirde o râviye zâbıt denebilir. Nâdir muhalefetleri zabt'ına halel vermez ise de artacak olursa zabtının zayıflığına hükmolunur. Adaleti tam bile olsa, rivâyeti ile ihticâc edilmez, belki îtibâr edilir. Yaptığı rivayetlerin yarısından fazlasında, görülecek şekilde hatası artacak olursa rivayeti tamamen terkedilir.[1] Zabt sahibi bir ravinin uyanık olması, yani rivayet etmediği bir hadis kendisine sunulup “bunu sen rivayet ettin” denilince, kabul eden kişi gafil ve dalgın sayılır. Böylelerinden hadis alınmaz. Gaflet ve dalgınlık zabt’a aykırıdır. [2] Hadis ravisinin güvenilirliğini sağlayan ve adalatten sonra ravide bulunması gerekli görülen bir sıfattır. Bilgiyi muhafaza etmek, iyice bellemek anlamına gelir. Zabt iki kısımda mütalaa edilmektedir: a) Ezberlemek suretiyle muhafaza etmek (Zabtu's-sadr). Ravinin, hocasından işittiğini ezberlemesi ve işittiği andan nakledeceği ana kadar onu tekrarlayabilmesidir. b) Yazmak suretiyle muhafaza etmek (Zabtul-kitab). Hadisleri yazdığı kitabı muhafaza etmesi ve onun işittiği andan rivayet edeceği ana kadar her türlü değişiklikten korumasıdır. Bir ravide bu şartlar tahakkuk edince rivayeti kabule şayan olur. Eğer ravi, hadisi mana ile rivayet ediyorsa, hadis metninde değiştirdiği ve yerlerine koyduğu kelimelerin manalarını iyi bilmesi ve bunları kullandığı zaman hadisin manasında her hangi bir değişikliğe sebep olmaması lazımdır. Mana ile rivayet eden ve hadisin manasını değiştiren bir ravi güvenilir (sika) olma özelliğini kaybeder. Bütün bunlardan, muhaddislerin rivayetler hususunda son derece ihtiyatlı davrandıkları anlaşılmaktadır. Muhaddisler, ravilerin yaşlarını ve şeyhlerle görüşme durumlarını dikkate alarak meydana getirdikleri her gruba tabaka adını vermekte hemen hemen ittifak etmişlerdir.[3] Ravilerin tabakalara ayrılması tamamiyle ıstılahî bir meseledir. Ravilerin tabakalarını bilmek, bir çok karışıklığı önler; birbirine benzeyen isim ve künyelerin karışmasına engel olur; araştırıcıya tedlis, inkita ve irsalin çeşitli şekillerini öğretir.[4]
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/12-13. [2] İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 78. [3] Subhi es-Salih, Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları, trc. M. Yaşar Kandemir, Ankara 1981, s. 300. [4] Subhi es-Salih, a.g.e., s. 301; Sabahattin Yıldırım, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/227-229. Sika:
Hadis râvilerinde aranan şartlardan biri; adâlet ve zabt sıfatlarını taşıyan güvenilir râvi. Kelime anlamına göre, kendisine itimad olunan, güvenilen kimse demek olan "sika" hadis ıstılahında gerek adâlet gerekse zabt yönünden kusursuz olan hadis râvileri hakkında kullanılan bir tabirdir. Bir râvinin hadislerinin kabul olunabilmesi ve kendisinin sika diye vasıflandırılması için, adâlet ve zabt vasfını tam olarak taşıması gerekmektedir. Adâlet, hadis naklinde, rivayetlerinin kabul edilebilmesi için râvilerde bulunması gereken vasıfların en önemli olanlarından biridir. Hadis râvisinin, din işlerinde istikamette olması, fısk ve fücurdan selâmeti, mürüvveti ihlal eden hata ve kusurlardan uzak olmasına râvinin adâleti (adâletü'r-râvî) denilmektedir. Bu râvi dinî farîzayı gereği gibi ifâ eder, emrolunanı işler, nehyolunandan kaçınırsa, "adl" ile mevsûf olur. Nitekim böyle kimseler hakkında, dininde adl ile mevsuf, hadisinde sıdk ile ma'rûf, denir.[1] Hadis âlimlerinin bazılarına göre adâlet, insanı büyük günah (kebâir) işlemekten ve küçük günah (sağâir) üzerinde ısrar etmekten alıkoyan bir melekedir. Bazılarına göre de, şehâdet ve rivâyetin kabul edilmesini gerektirecek şekilde, insana, taât ve mürüvvetin hâkim olmasıdır. Zira insanın işlerinde masiyet ve mürüvvetsizlik galebe çalarsa, şehâdet ve rivâyeti reddedilir.[2] Bir râvinin adâleti çeşitli yollarla bilinir. Bazan, adâleti sâbit olan kimselerin o râvinin adâleti hakkında şehâdet etmeleriyle; bazan adâletinin ilim ehli arasında şöhret kazanmasıyla ve sika (güvenilir) olan kimselerin o râviden övgü ile bahsetmeleriyle bilinir. Bu ikinci durumda, râvinin adâletinin tesbiti hususunda herhangi bir açıklama (beyyine) veya şâhit aranmaz. Meselâ Mâlik b. Enes, Şu'be b. Cerrâh, Süfyan es-Sevrî, Süfyan b. Uyeyne el-Evzaî, Abdullah b. Mübârek, Veki' b. Cerrâh, Ahmed b. Hanbel, Yahya b. Maîn, Ali b. Medinî ve bunların benzeri bir çok muhaddisin adâleti, ilim ehli arasında büyük bir şöhret kazanmış ve her biri hakkında diğer mühaddisler hayır ve senâ ile bahsetmişlerdir. Zabt, kelime itibariyle insanın, işittiği herhangi bir şeyi aradan uzun zaman geçmiş olsa bile, dilediği anda hatırlayabilecek bir şekilde belleyip hıfzetme yeteneğine sahip olması demektir. Hadis ıstılahında, rivâyetinin kabulü için bir râvide bulunması gereken iki önemli sıfattan birini teşkil eder. Hadis usulü âlimleri zabtı; ezberdekinin zabtı (zabtu's-sadr) ve kitaptakinin zaptı (zaptul-kitab) diye iki kısma ayırmaktadırlar. İnsanın işittiği bir şeyi dilediği zaman hemen hatırlayabilecek şekilde hıfzetmesine zabtu's-sadr denilir. Kitaptakinin zabtı (zabtul-kitab ise; râvinin, işittiği veya tashihini yaptığı andan itibaren, içindeki hadisleri edâ veya rivâyet edinceye kadar kitabını koruması demektir. Bir râvinin zabt bakımından kuvvet ve kudreti, rivayet etmiş olduğu hadislere, aranılan şartları taşıyan başka râvilerin muvafakatiyle bilinir. Eğer bir râvinin hadisleri, zabt şartına hâiz diğer râvilerin hadîslerine muhâlif olursa; o râvi, zabt bakımından zayıf sayılır.[3] Bir râvide bu iki sıfat, yani adâlet ve zabt sıfatı birleştiği zaman, o ravi sika (güvenilir) olma özelliğini kazanır. Şüphesiz hadisteki sıhhat ve za'fiyet, her şeyden önce, hadisi nakleden ravinin güvenilir olup olmamasına bağlı olarak ortaya çıkan sıfatlardır. Bir râvi ne derece güvenilir ise, onun rivayet ettiği hadis de o derece sıhhat kazanmış olur. Bir hadisin isnadını teşkil eden ravilerin hepsi güvenilir (sika) oldukları takdirde, o hadisin sahih olduğuna hükmolunur. Ravilerden birinin veya bir kaçının güvenilir olmaması halinde, onların bu halleri, rivayet ettikleri hadisin sıhhati üzerinde şüphe ve tereddütlerin belirmesine ve dolayısıyla o hadisin sahih olmadığı hükmünün verilmesine sebep olur. Bu önemli kaide dolayısıyla, hadis ravilerinin gözönünde tutulmasına ve hallerinin araştırılıp ortaya konmasına büyük önem verilmiştir. Diğer taraftan "sika” tabiri, hadis ravilerin adalet vasfını taşımış oldukları açıklanırken (tadil) kullanılır ve bazan bu kelime tadilin en yüksek mertebesini göstermek üzere iki defa tekrarlanarak söylenir; "sika sika” gibi, yahut da tadile delâlet eden diğer tabirlerle birleştirilerek kullanılır; "Sika sebt, sika mutkın, sika hücce, sika hâfız" gibi. Bazan da "evseku'n-nâs" (insanların en sika olanı) tabiri kullanıldığı görülür. Sika ve zayıf olan ravilerin bilinmesi, hadis usulünün üzerinde durduğu önemli konulardan biridir. Bu nedenle hadis târihinde sika ravilerin isimlerini ve tercemelerini bir araya getiren kitapların telifine büyük önem verilmiştir. Muhaddislerden bazıları sadece sika ravilerin tercüme-i hallerini anlatmak maksadıyla "Kitabu's-sikât" adı verilen eserler yazmışlardır. Bu şekilde "Kitabu's-sikât" isminde eser yazan muhaddisler arasında İbn Hibban el-Büstî, Zeynuddin Kasım b. Kutluboğa ve Halil b. Şahîn bulunmaktadır. Bazı muhaddisler de sika râvilerle birlikte zayıf râvileri de toplayan kitaplar yazmışlardır. Bunların pek çok misali bulunmaktadır. Mesela Buharî'nin üç târihi, İbn Hıbban'ın Kitabul-cerh ve't-tadîli, İbn Ebî Hatim er-Razi'nin, Ebu İshak İbrahim b. Yaküb el-Cüzecânî'nin Kitabul-Cerh ve't-tadili, İbn Kesir'in Kitâbut-Tekmile fi marifeti's-sikat ve'd-duafâ vel-mecâhîl, isimli eseri, Zehebi'nin Mizânul-İ'tidâl'i, İbn Hacer'in Tehzibu't-Tehzib'i, bunlardan bir kısmıdır. Bu tür eserler arasında yer alan İbn Sa'd'ın et-Tabakatül-Kübrâ'sı, Sahabe, Tabiün ve kendi zamanına kadar yaşamış olan kimseleri de alması bakımından meşhûr olmuş önemli bir eserdir. Muhaddislerin râvilerin sika olup olmadıklarını tesbit etmek için göstermiş oldukları fevkâlâde ilmi gayretler, Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivâyet olunacak hadisleri sağlam ve sıhhatli bir şekilde elde etme gayesine yöneliktir. Hiç şüphesiz adâlet ve zabt vasfını tam olarak taşıyan sika bir râvi ancak sağlam ve sahih rivayetler nakleder. Zayıf, asılsız ve münker rivâyetleri de ancak tanınmaları için ele alırlar. Sika olmayan râvilerin de özel kitaplardan toplanıp tanıtılması onlar kanalıyla naklonulmuş rivâyetleri tanımak açısından büyük bir kolaylık sebebidir. Çünkü sika olanın rivayeti kabul olunur ve onunla amel edilir. Sika olmayan râvilerin de çok iyi tanınması gerekmektedir. Muhaddisler rical ile ilgili yapılması gereken tüm çalışmaları en ince teferruatına kadar açıklığa kavuşturmuşlardır.[4]
[1] Hatib Bağdadî, el-Kifâye fi İlmi'r-Rivâye, Haydarabad 1357, s. 80. [2] Tahir el-Cezâirî, Tevcîhu'n-Nazar, Beyrut (t.y), s. 26. [3] Talat Koçyiğit, Hadis Usûlü, Ankara (t.y), s. 46. [4] Sabahaddin Yıldırım, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/421-422. Silsile:
Hadis usûlü ilminde, hadisi rivâyet eden râviler zinciri için kullanılan bir terim. Râviler zinciri veya hadisin sened kısmı, isnâd, tarik, vech ve silsiletü'r-ruvât kelimeleriyle karşılanır. Istılah olarak isnad; haberi söyleyene kadar belirli metodla ulaştırmak diye tanımlanır. Her hadis metninde başında, o metni birbirine nakleden ravi isimlerinden oluşmuş bir zincir vardır. Bu isim zinciri en son raviden başlayarak Hazreti Peygambere kadar ulaşır ve her râvi, zincirin bir halkasını teşkil eder. Bu halkaların birbirine bağlı olması, nasıl zincirin sağlamlığını temin ederse; her bir halkanın da kendi başına sağlam olması, aynı şekilde, zincirin sağlamlığını gösterir. İşte isimlerden müteşekkil böyle sağlam bir zincir, kendisine bağlı olan hadîs metninin sıhhati için bir garanti sayılır ve ıstılahta bu garantiye "sened" adı verilir. Her hadisin garantisi onun senedidir. Senedi olmayan bir hadis garantiden yoksun demektir. Bu sebepten, garantisi olmayan hadisin doğruluğuna inanılmaz.[1] İsnad sistemi, tam bir sorumluluk duygusu ve ilim anlayışından kaynaklanır. İsnad veya raviler silsilesi, hadisin baş tarafında peşpeşe yer alır. Mesela bir sened zinciri şöyledir: Ravh b. Abdülmü'min Huzelî Yezid b. Zürey'-Said b. Ebî Arübe-Katâde Enes b. Mâlik.[2] İsnad, diğer milletlere ve dinlere nasip olmamış, İslam ümmetine has özelliklerden biridir.[3] İsnadın, yani hadisi rivâyet eden râviler silsilesini zikretmenin önemi çok büyüktür. Nitekim Abdullah b. Mübârek şöyle demiştir: "İsnad dindendir. Eğer isnad olmasaydı, her rast gelen, aklına geleni rivâyet etmeye kalkışırdı"[4] Süfyan es-Sevrî'de “İsnad, müminin silahıdır; silahı olmayan ne ile ve nasıl savaşacaktır" demiştir.[5] Bir hadis, Hz. Peygamber (s.a.s)'e kadar bir râviler silsilesiyle vâsıl olursa; o hadîs müsned, muttasıl, adını alır. Bu râviler silsilesine sened, an'ane ve râvilerin sırasıyla adlarını zikretmeye de isnad denildiği ifade edilmişti. Eğer bir hadis doğrudan doğruya Rasûlüllah (s.a.s)'dan rivâyet edilip aradaki ravilerin isimleri tamamiyle veya kısmen zikredilmezse mürsel ve munkatı adını alır.[6]
[1] Talat Koçyiğit, Hadis Istılahları, Ankara 1980, s. 397. [2] Fuat Sezgin, Buharî'nin Kaynakları, İstanbul 1956, s. 286. [3] Hatib Bağdâdî, Şerefu Ashâbil-Hadîs, Nşr. M.S. Hatiboğlu, Ankara 1972, s. 40. [4] Müslim, Sahih (Mukaddime) Nşr, Fuad Abdülbâkî İstanbul tys, I, s. 15. [5] Leknevi, el-Ecvibe, Thk. Ebu Güdde, Kâhire 1984, s. 22. [6] Sabahaddin Yıldırım, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/425. Silsiletü’z-Zeheb:
İçindeki bütün râvileri güvenilirliğin (sika) en üstün derecesinde bulunan isnâd. Asahhul-esânîd diye tabir edilen isnadın en sahih, en mükemmel kabul edilen şeklidir. Hadis âlimleri, isnad sistemine yalnız ilmî bir şekil ve esas vermemişler, aynı zamanda nisbî değerlerini tesbit düşüncesiyle hadis edebiyatında kullanılan çeşitli isnadların mukayeseli bir tetkikini de yapmaya çalışmışlardır.[1] Hadis usulü kitaplarında isnadların en sahihi (asahhul-esânîd) olarak ileri sürülmüş çeşitli görüşler yer almaktadır. Meselâ bunlardan bazıları şöyledir: Ahmed b. Hanbel ve İshak b. Râhüye mezhebinde olanlara göre en sahih ve en kuvvetli isnad: Zühri-Sâlim, Babası Abdullah isnadıdır. Ali b. Medinî ve el-Filâs mezhebinde olanlara göre en sahih isnâd; Muhammed b. Sîrîn-Âbide es-Selmânî-Ali b. Ebi Tâlib isnadıdır. Bazı âlimlere göre, Süleyman el-A'meş, İbrahim en-Nehaî, Alkame b. Kays, Abdullah b. Mesud isnâdıdır. İmam Buharî, en sahîh isnadın Mâlik-Nafi-İbn Ömer isnadı olduğunu söylemiş; Abdulkâhir et-Temîmî ise, bu isnadın başına eş-Şâfii'yi ekleyerek, Şafiî-Mâlik-Nâfi-İbn Ömer isnâdını isnadların en üstünü kabul etmiştir.[2] Hadisçilerin ittifakıyla Mâlik'in râvileri arasında eş-Şafiî'den daha kuvvetlisi yoktur. Müteahhir âlimlerden bazıları aynı isnada Ahmed b. Hanbel'i de eklemek suretiyle teşekkül eden Ahmed-Şafii Mâlik isnadını silsiletü'z-zeheb (altın zincir) olarak tasvip etmişlerdir. Fakat bu isnad zinciri hadis edebiyatında nadir bulunur. Bu isnadla yalnız dört hadis rivâyet edilmiş ve bu hadislerden yalnız biri, Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde yer almıştır. Bunun dışında başka hadisin nerede rivayet edildiği bilinmemektedir.[3]
[1] Zübeyr Sıddîkî, Hadis Edebiyatı Tarihi, Trc. Yusuf Ziya Kavakçı, İstanbul 1966, s. 125. [2] İbnü's-Salah, Ulümul-Hadîs, Haleb 1966, s. 12; Suyûtî, Tedribu'r-Râvî, Nşr, Abdülvehhâb Abdullatîf Medîne 1972, I/78. [3] Hakim, Ma'rifetu Ulumil-Hadîs, Kahire 1937, s. 56; Suyûtî, a.g.e., I, s. 78-79; Sabahattin Yıldırım, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/425.
|
1341 kez okundu |
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |