RİVAYETİN KEYFİYETİRİVAYETİN KEYFİYETİ
Rivayet bir öğrenim ve öğretim faaliyetidir. Hadislerin bir hocadan öğrenilip başkalarına öğretilmesine tahammül ve eda veya kısaca tahammülü’l-ilm denir. Biz bu konuyu rivayetlerin nasıl gerçekleştirildiğini tetkik imkanı veren bir genel başlık altında Rivayetin Keyfiyyeti adıyla tetkik edeceğiz. Konuyu, hadis öğrenim ve öğretim yolları ve hadis öğretim usulleri diye iki kısım içinde incelemeyi uygun bulduk.[1]
[1] İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 54 HADİSLERİN TAHAMMÜL VE EDÂSI
Bir ravinin başkalarına rivâyet etmek gayesiyle, hadis rivâyet eden bir şeyhten rivâyet ettiği hadisleri semâ, kıraât, icazet, münavele, kitabet, i'lam, vasiyyet, vicade gibi yollarla alması, yani aldığı hadisleri başkasına nakletmek üzere yüklenmesidir.[1] Hz. Peygamber (s.a.s), ashabını hadisleri öğrenmeye ve başkalarına da tebliğ etmeye teşvik ederdi. O'nun rivâyet konusuna ait teşvik ve tavsiyelerinden birinde "Sözümü işitip güzelce belleyen ve bellediği gibi başkalarına (ileten, tebliğ eden) kimsenin Allah yüzünü ağartsın"[2] buyuruyordu. Bir başkasında ise; tebliğ görevini açıkça hatırlatıyordu: "...Burada bulunanlarınız bulunmayanlara (duyduklarını) ulaştırsın."[3] Bu görevin yerine getirilmesinde ilmî gayelerin mevcudiyetini de Hz. Peygamber şöyle açıklıyordu: "... Zira olur ki, burada bulunanlarınız sözü kendisinden daha anlayışlı bir kimseye tebliğ etmiş olur."[4] Bu hadislerden anlaşıldığı gibi, rivâyetle hüküm çıkarılması (istihrac) için hadisin daha kavrayışlı, fakih bir kimseyle ulaştırılması gayesi vardır. Bundan dolayı fakih, çıkaracağı hükmün İslâm'ın ruhuna uygun olmasını sağlamak için, hadisi kimden aldığına dikkat etmek zorundadır. Çünkü hadisin sıhhati; hadisi rivâyet eden ravilerin güvenilir olmaları ile yakından ilgilidir. Güvenilir (sika) olmanın en önde gelen şartı da dini bütün olmaktır. İşte bu sebepledir ki hadisçiler, kâfir olan bir kimsenin hadis almasında mahzur görmemiş olsalar bile, kâfirin rivâyet ettiği bir hadisin alınamayacağı görüşü üzerinde ittifak etmişlerdir.[5] Nitekim sahabeden Cubeyr b. Mut'im, Hz. Peygamber (s.a.s)'in akşam namazında Tûr sûresini okuduğunu İslâm'a girmeden önce işitmiş, fakat bu hadisi ancak Müslüman olduktan sonra rivâyet edebilmiştir. Hadis almak için yaş sınırı tayin etmede çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Sahih olan görüşe göre, hadis dinlemek, yazmak ve zaptetmek için yaş sınırı belirtmeye gerek yoktur. Çocuk temyiz dönemine girdikten sonra, âlimlerin meclisine katılıp, hadis dinleyebilir. Önemli olan çocuğun söylenen sözü anlayabilmesi ve sorulan soruya cevap verebilmesidir. Beş yaşında da olsa, her şeyi birbirinden ayırma yeteneğine sahip olan bir çocuk, hadis alabilecek bir yaşa gelmiş demektir.[6] Hadislerin zamanımıza kadar ulaşması rivayet yoluyla olmuştur. Hz. Peygamber’in bir sözünü işiten veya bir hareketini gören sahabe onu Tabiin, Tebe-i Tabiin’in denilen nesle aktarmış… Hal böyle devam edip nesilden nesile geçerek yazılı metinler tespit edilmiştir. Yazılı metinler bile çeşitli usullerle rivayet edilip hadisler Hz. Peygamber’den nakledildiği şekilde kitaplara geçerek zamanımıza kadar gelmiştir. Bu nesilden nesile, kişiden kişiye aktarma işine aynı zamanda Tahammulu’l-ilim (İlmi Yüklenme) adı verilir. [7] Hadîslerin şeyhten alınması ve talebeye aktarılması bir kısım âdab ve tarzlara tâbidir. Belki de bu hususî durumları ifade maksadıyla, hadîs öğrenim ve öğretimi için "taallüm" ve "ta'lîm" tabirleri pek kullanılmaz. Nitekim hiçbir usul kitabında taallümu'l-hadîs veya talimu'l-hadîs tâbirine yer verilmez. Bunların yerine "tahammül" ve "edâ" tabirleri kullanılır. Birincisi hadîsin şeyhten (râviden) alınmasını, ikincisi de alınmış olan (bilinen, öğrenilmiş bulunan) hadîslerin tâlibe aktarılmasını ifâde eder. Tahammül, lügat olarak yüklenmek, sırtına almak manasına gelir. Edâ da, üzerindeki borcu ödemek, bir vecibeyi yerine getirmek manasına gelir. Şu halde, hadîs öğrenimini ifâde için kullanılan kelimeler bile gösteriyor ki, buradaki alma-verme ameliyesi mahiyetçe, bir başka ilim maddesinin taallüm ve ta'lim'inden farklıdır. Bir başka ifade ile tahammülü'l-hadîs, "taallumü'l-hadîs" demek değildir, tıpkı edâ'u'l-hadîs'in de ta'lîmu'l-hadîs olmadığı gibi. Tahammül'de iradî olarak bir vecîbe, bir yük altına girme var. Eda ise, borcu ödemek, bu vecîbeyi yerine getirmek sûretiyle yükten kurtulmayı ifâde eder. Şu halde, hadîs'in öğrenilmesi, sıradan bir ilim öğrenme değil, iradî olarak bir sorumluluk altına girmektir. Onu ehil kişiden, en uygun şartlarda almak, eda edinceye kadar aldığı şekilde korumak, en uygun şartlarda, âdabına muvafık şekilde eda etmek hadîs tâlîm ve taallümünün hususîyetlerini teşkîl eder. Hadîs talibinin taşıması gereken şartları ve uyması gereken âdâbı daha önce zikrettiğimiz için burada, sâdece tahammül ve edâ yolları ile bunlara muvâfık sevk sigaları üzerinde duracağız.[8]
[1] Nureddin Itr, Mu'cemu'l-Mustalahati'l-Hadisiyye; Talat Koçyiğit, Hadis Istılahları, Ankara 1980, s. 414. [2] Ebû Davûd, İlim: 10; Tirmizî, İlim: 7; İbn Mâce, Mukaddime: 18; Menasik: 76; Dârimî, Mukaddime: 24; Müsned: 1/37, 3/225, 4/80, 82, 5/183. [3] Buharî, İlim: 9, 10; Fiten: 8; Tevhid: 24; Müslim, Hacc: 446; Ebû Davûd, Tatavvu: 10. [4] Buharî, Fiten: 8; İlim: 9; Hacc: 132; Tirmizî, İlim: 7. [5] Talat Koçyiğit, a.g.e., s. 415. [6] Talat Koçyiğit, a.g.e., s. 415. [7] Talat Koçyiğit, Mücteba Uğur, İ. Hakkı Ünal, İmam-Hatib Liseleri İçin Hadis Usulü, 12. sınıf: 72. [8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/51-52. A) Hadîs Öğrenim ve Öğretim Yolları (Tahammül Ve Edâ Yolları):
Hadis tahammülünün çeşitli yolları bulunmaktadır. Hemen bütün hadis usûlü kitapları bu konuda sekiz yoldan söz etmektedirler. Bu sekiz yolun öncelik ve değer sıralamasında ittifak vardır. Bunlar sırasıyla, semâ, kıraât, icâzet, münâvele, kitabet, i'lam, vasiyyet ve vicâdedir. İslâm dininin Kur'an-ı Kerim'den sonra ikinci kaynağı olan hadise fevkalade ehemmiyet veren Müslümanlar, onun hangi yolla öğrenildiğinin tespitine, bunun belli teknik terimlerle sonraki nesillere de bildirilmesine de pek önem vermişlerdir. Söz konusu hadis öğrenme ve öğretme (tahammül ve edâ) yolları işte bu dikkatin belgeleri mahiyetindedir. Muhaddisler, hadîslerin sekiz surette tahammül edileceğini belirtmişlerdir. Hadislerin bir hocadan öğrenilip rivâyet edilmesini ifade eden tahammülü'l-hadis yolları önem ve kuvvet sırasına göre şöyledir[1]:
[1] İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 54-55; Sabahaddin Yıldırım, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/87. 1- Sema (İşitme):
Hocanın ezberden veya yazılı bir metinden okuyarak veya imla ettirmek suretiyle rivâyet ettiği hadisi, öğrencinin bizzat hocasının ağzından işitmesidir. Bunların hepsi bir ise de imlâ'nın daha sıhhatli olacağı söylenmiştir. Bütün cemâhîr'i ulema nezdinde[1] hadis tahammül yollarının en üstünü budur. Böylece, şartlarını haiz mütehassıs bir hocanın ağzından cemaat (topluluk) içinde veya yalnız iken hadis duymak (semâ'), hadisi öğrenim yollarının en üstünü sayılır. Hoca ile yüz yüze gelmek ve hocanın telaffuzunu bizzat duymak söz konusu olduğu için sema’ ilim alma yollarının en muteberi kabul edilmiştir. Bu durum rivâyet (yani eda) sırasında, topluluk içinde alınmışsa "haddesenâ fülân (bize anlattı), ahberenâ veya enbeenâ fülân (...bize haber verdi) veya semi’na fulanen" yalnız iken alınmışsa, " haddeseni (veya ahbereni, enbeeni) fulan veya semi'tü fülanen yekûlü (...şöyle söylerken işittim)" vb. terimlerle belirtilir. Hoca ezberden veya kitaptan sözlü olarak rivâyet ettiği hadisi öğrencilerine yazdırırsa, bu imlâ olur. Kısaca, hocanın talebesine hadis rivayet yazdırması demek olan imla, sema’ yoluyla hadis öğrenimine dahil ve bütün usullerden üstün kabul edilmektedir. Zira semada talebenin gafleti, arz veya kıraat’ta da şeyhin dalgınlığı –çok zayıf bir ihtimal de olsa- söz konusu olabilir. Fakat imla’da hoca da talebe de tam faal ve uyanık olmak zorundadirlar.[2] Önceden belirlenmiş zaman ve yerlerde büyük kalabalıklara hadis rivayet edip yazdırmaya imla sistemi, bu meclislere imla meclisleri, hocaya mümli, hocanın sözlerini tekrar ederek uzaktakilerin duymasını sağlayan görevliye ve bu meclislerde hadis yazan öğrenciye müstemli; bu yolla elde edilen rivayet metinlerinden oluşan kitaplara da emali adı verilmektedir. İmla yoluyla alınan hadisleri rivayet ederken “Haddesena fulanun imlaen” veya “Haddesena fulanun bitebliği fulanen” denir. İlk örneklerini Hz. Peygamber’in, inen Kur’an ayetlerini okuyarak vahiy katiplerine yazdırması; kendilerine hadis yazma izni verilmiş sahabilerin Hz. Peygamber huzurunda hadisleri yazmaları; yine Hz. Peygamber’in devlet ve kabile başkanlarına gönderdiği davet mektuplarını bizzat yazdırması olaylarında gördüğümüz imla usulü, ashab ve tabiun dönemlerinde ilim neşri için yaygın şekilde kullanılmaya başlanmıştır. Hatta meşhur muhaddislerin imla meclislerinde yer bulabilmek için bir gün öncesi ikindi namazından sonra yerini alan öğrencilere bile rastlanır olmuştur. İmla Meclisleri’nin kuruluşu, işleyişi, tarihi, adabı ve değerlendirilmesi apayrı bir tetkik konusudur. Es-Sem’ani (562/1166) Edebü'l-İmlâ ve'l-İstimlâ"[3] adlı kitabında özellikle bu konuyu işlemiştir. Hatibu’l-Bağdadi (463/1071) de el-Cami li ahlakı’r-ravi ve adabi’s-sami’ adlı eserinde konuya dair bilgiler vermiştir.[4] Kadı İyaz: "Sema yoluyla (dinleyerek) tahammül edilen hadîsi eda ederken, râvinin haddesenâ, ahbaranâ, enbeenâ, semi'tü fülânen, kâle lenâ, zekere lenâ sigalarından birini kullanabilir" der. Ulema, çoğunluk itibariyle, bu tabirlerden her birinin semaya yani hadîsi dinleyerek aldığına delâlet ettiğini belirtmiştir. Ancak İbnu Salâh: "Buna olduğu gibi iştirak edemeyiz. Doğru olanı, bu lâfızlardan, şeyh'ten sema olmaksızın tahammül edilenler için kullanılması şayi olanları sema için kullanılanlardan tefrîk etmesidir. Aksi takdirde, hepsinin mutlak olarak sema için kullanılması iltibasa ve vehme sebep olur" demiştir. Zeynü'd-Dîn el-Irâkî, İbnu's-Salâh'ı teyiden: "Enbeenâ tâbirinin icâzet yoluyla tahammülde kullanılması şâyi olduktan sonra, bu sîganın mutlak şekilde semâda kullanılması, bunun icâzetle alınmış olacağını zannetmemize sebep olur. Hatta, icâzet yoluyla tahammül edilen hadîsle ihticacı caiz görmeyenler bu rivayeti atabilirler" der. Hatîbu'l- Bağdadî, bu tabirleri en üstününden başlamak suretiyle şöyle bir hiyerarşik derecelemeye tâbî kılar: 1- Falandan dinledim diyordu ki, 2- Fülan bana söyledi ki, 3- Fülan bana haber verdi ki. 4- Fülan bize haber verdi ki, 5- Fülan bana söyledi, 6- Söyledi.[5] Notlar: 1. Sevk sigâsı müfred ise "bana söyledi", "bana haber verdi" gibi, bu durumda hadisi şeyhinden dinlediği zaman yalnız olduğunu ifâde eder. Eğer siga cem' ise bize söyledi, bize haber verdi şeklinde, şeyhten o hadîsi dinlerken yanında başkalarının da bulunduğunu ifâde eder. 2. Şeyh imlâ ederek tahdîs etmişse "Bana (veya Bize) falan kimse imla ettirerek söyledi... " diye imlâen'i ilave etmesi gerekir. Irâkî'nin ifâdesi ile sema'da imla vukuunu bildirmesi râviye vâcib değilse de imlayı tasrîh eden rivâyetler daha kıymetli, daha mûteber sayılmıştır. 3. Ulema, semi’tu ile haddeseni tabirlerini eşit değerde görür ve tâlibin şeyhi, kulağıyla işitme durumunda kullanır. Ahberani lafzı da pek çoğu tarafından haddesena makamında kullanılmıştır. Ancak Ahberana tabirinin arz için kullanılması şâyi olduktan sonra meşrik ulemasının çoğu bu iki tabir arasında fark gözetmiştir. Evzâî, İbnu Cüreyc, Şâfiî, Müslim, Abdullah İbnu Vehb el-Mısrî, Nesâî gibi büyük muhaddisler aradaki tefrîki gözetenlerdendir. Onlara göre ihbâr lafzı tahsisde olduğu gibi be-tahsîs şeyhten semayı değil, şeyhin huzurunda okumayı da ifade ettiğinden aralarında tam bir eşitlik değil umum-husus münâsebeti vardır. Her tahdîs aynı zamanda ihbâr ise de her ihbar tahdîs demek değildir. Enbeena ve nebbe’na tâbirleri aynı mânâdadır ve ahberana tabirinde olduğu üzere, daha ziyade arz'da kullanılmıştır.[6]
[1] Cemâhîr, "cumhur"un cemidir. Cumhur ekseriyet demektir. Cemahhir, cumhurlar, yani usulcülere, muhaddislere, fukahâya mahsus cumhurlar demektir. Demek ki, farklı ihtisaslara mensup alimlerden azınlıkta kalan bâzıları, sema'dan başka tahammül yolunun daha üstün olduğunu söylemiştir. (İbrahim Canan) [2] Bk. İbn Hacer, Fethu’l-Bari: 1/150. [3] Leiden, 1952. Bu eserin kısa bir muhteva tanıtımı için bk. A. Aydınlı, “İmla Usulü ve es-Sem’ani’nin Edebu’l-İmla ve’l-İstimla’ı” A. Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 5/175-188, Erzurum 1982. [4] İsmail Lütfü Çakan, Ana hatlarıyla Hadis, İstanbul 1983, s. 45; Sabahaddin Yıldırım, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/87. [5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/52-53. [6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/53. 2- Kırâat Ala'ş-Şeyh (Arz, Sunma, Okuma):
Talebe, ezberinde veya elindeki bir kitaptan hocanın huzurunda hadis okur. Hoca da ya ezbere veya elindeki bir nüshadan takip ederek dinler. Gerekirse, düzeltme yapar. Böylece öğrenci hocadan o hadisleri öğrenmiş olur. Bu usûle kıraat veya arz denir. Kıraât yoluyla öğrenilen bir hadis rivâyet edilirken "Kare'tû alâ fülan ve huve yesme'u" (...nın huzurunda bu hadisi okudum) ifadesi kullanılır. Eğer hadis, kıraât meclisinde hazır bulunan ve fakat sadece dinlemiş olan biri tarafından rivâyet edilirse, bu takdirde, "Kurie alâ fülan ve ene esme'u" (...nın huzurunda bu hadisi okunurken dinledim) ifadesi kullanılır. Bu yolla elde edilen hadis, "haddesenâ fülân, kıraeten aleyh" terimiyle de rivâyet edilir. Ancak burada "kıraaten aleyh" kaydı mutlaka konulmalıdır. Aksi halde semâ, yoluyla alınmış olanlarla karıştırılır. Bu da doğru değildir. İmam Müslim, ahberana lafzını bu yolla aldığı hadisleri rivayet ederken özellikle kullanmaya çalışmıştır.[1] Burada tâlib, şeyhten öğrendiği hadîsleri, bilâhare rivâyet edebilmek için, şeyhin huzurunda okumasıdır. Tıpkı, Kur'an-ı Kerim'in mukriye arzına benzediği için çoğu âlimler buna arz da demiştir. Ancak İbnu Hacer, Kıraâtlı arz'ı iki ayrı tahammül yolu kabul edip, aralarında umum-husus münasebeti görür. "Zira, der, kırâet, "arz"dan ve diğer tahammül yollarından daha umumîdir, arz ancak kırâetle mümkündür..." Her hal u kârda kırâet'in vukuu, tâlibin, şeyhten tahammül etmiş bulunduğu merviyyatı şeyhin huzurunda, ezberden veya elindeki nüshasından şahsen okuması, veya mecliste hazır bulunan bir başkasının okuması, şeyhin de bunu, ezberden veya elindeki yazılı nüshadan bizzat veya mecliste hazır bulunan bir başkası tarafından tâkip edilmesiyle meydana gelir. Bu işe, kırâet veya arz ala'ş-şeyh, okuyan kişiye de kârî denir. Görüldüğü üzere, okunanın ezberden tâkibi câiz addedilip, fiilen de çokça tatbik edilmiş ise de, İbnu Hacer, takip işinin elde bulundurulacak kitaptan yapılmasının daha uygun olacağını, hâfızanın kişiyi aldatabileceğini söyler. Ahmed İbnu Hanbel ise, Kâri'nin okuduğunu bilip ve anlayacak seviyede olmasını şart koşar. İmamu'l-Harameyn ise şeyh'in, kâri herhangi bir tahrîf ve tashif yapacak olsa derhal müdâhale edecek uyanıklık ve kapasitede olması şartını koşar. Bu şartlar yerine gelmedikçe, kırâet yoluyla tahammül sahîh olmaz. Tedrîb'de "rivâyet sahîhse" kaydıyla zikredilmiş bulunan birkaç istisna dışında[2] selef ulemasının, arz'ı, muteber bir tahammül yolu kabul ettiği belirtilir. Bunlar arasında başta Kütüb-i Sitte imamları, dört mezhep imamları, Saîd İbnu'l-Müseyyib, Ebu Seleme İbnu Abdirrahman, Sâlim İbnu Abdillah İbni Ömer, Hârice İbnu Zeyd, Urve İbnu'z-Zübeyr, Zührî, Atâ İbnu Ebî Rebâh, Mekhûl, Hasan Basri, Ebu Ubeyd el-Kâsım İbnu Sellam vs. Usulcüler, bu meselede, Hz. Enes, İbnu Abbâs ve Ebu Hüreyre gibi Ashab'ın ileri gelenlerinden (radıyallahu anhüm ecmaîn) bazılarının da arz'ı fiilen kabul ettiklerini belirttikten sonra Resûlullah'tan da örnek verirler. Buna göre, Benû Sa'd İbnu Bekr kabîlesinden elçi olarak gelen Zımâm İbnu Sa'lebe, İslâm üzerine öğrenmiş bulunduğu esâsları, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a teker teker arzeder ve doğru olup olmadığını sorar. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) her seferinde sadece "evet" cevabını verir "...Senin ve senden evvelkilerin Rabbi aşkına söyle bütün halka seni Allah mı gönderdi? dedi. Resûlullah: "Evet" buyurdu. Zımâm: "Allah aşkına söyle senenin, şu mâlum ayında oruç tutmayı sana Allah mı emretti?" dedi. Resûlullah: "Evet" buyurdu..." Âlimler, arz mı yoksa şeyhin kendisini dinlemek mi daha üstün, yoksa ikisi de eşit mi? diye münakaşa etmişlerdir: 1- İmâm Mâlik, ashâbı, Medineli şeyhleri, Hicaz ve Kûfe ulemasının çoğu, Buhârî; ikisi de mertebece eşittir, aralarında fark yoktur demiştir. Râmahurmuzî İbnu Abbas ve Hz. Ali'nin de bu görüşte olduklarını belirttikten sonra Hz. Ali'nin: "Alim üzerine kıraat, kendisinden dinlemek gibidir" dediğini kaydeder. İbnu Abbas da şöyle buyurmuştur: "(Benden öğrendiklerinizi) bana okuyun, zira sizin bana okumanız benim sizlere okumam gibidir". Buna yakın bir ifâde Şâfiî hazretlerinden (radıyallahu anh) rivayet edilmiştir. Arzın semadan farksız olduğuna inanan İmam Mâlik, şeyhine arzettiği kitapları rivâyet ederken tâlibin: حدثنيdemesini de tecvîz etmiştir. 2- İbnu Salah, el-Irâkî, Nevevi, Suyûtî gibi meşrıklıların cumhûru, sema'ı arz'a tercih etmiş bu görüşün en doğru görüş olduğunu söylemiştir. 3- Ebu Hanîfe, İbnu Ebî Zi'b ve başkalarının görüşüne göre arz, semâ'dan üstündür. Dârakutnî, İbnu Fâris ve Hâtîbu'l-Bağdadî'nin rivayetlerine göre İmam Mâlik de bu görüşte imiş. Keza Dârakutnî, Leys İbnu Sa'd, Şu'be, İbnu Lehî'a, Yahya İbnu Sa'îd Ebû Hâtim, Yahya İbnu Abdillah, Abbas İbnu'l-Velîd İbni Yezid vs. bir çoklarının da bu görüşte olduklarını anlatmıştır. Kitâbu'l-Bedî'in sâhibi Muzafferuddîn Ahmed İbnu Ali el-Bağdadî (694/ 1294) arz ve kıraatın eşit mertebede olduğunu belirttikten sonra şunu söyler: "İhtilâf edilen husûs şeyhin kendi kitabından okumasıdır. Zira o da tâlib gibi hata yapabilir. Öyle ise yanında okunması ile kendisinin okuması arasında fark kalmaz. Ancak şeyh hıfzından okuyacak olursa bu, bilittifak arzdan üstündür". İbni Hacer de: "Sema'ı tercih'in yeri, tâlib ile şeyhin eşit olması veya tâlibin daha âlim olması durumundadır. Çünkü talebe işittiğini daha iyi öğrenir. Tâlibin ilmi daha az olduğu takdirde okuyup arzetmesi uygundur. Zirâ bu, zabtına daha ziyâde yardım eder. Bu sebepten, tâlibin, imlâ hâlinde şeyhi dinlemesi en üstün dereceyi teşkil eder. Çünkü bu takdirde şeyh ve talebe her ikisi de dikkatli bulunurlar" der. Arz yoluyla hadîs tahammül eden râvinin edâ sigaları, en üstünden en düşüğe doğru tedricen şöyle sıralanır: 1- Bizzat okumuş ise: قرأت على فن Falanın huzurunda okudum. Kendi hazır iken başkası okumuşsa: قُرَءَ عليه وأنا اسْمَع Falanın huzurunda okunurken ben de oradaydım". Bundan sonraki sikalarda sema bahsinde kullanılmış olan سمعْت lafzından sonra gelen elfazı hep kırâet tâbiriyle kayıtlayarak kullanmak gerekir: 2- حدثنا بقراءتي veya حدثنا قراءة عليه وانا اسمع 3- اخبرنا بقراءتي veya اخبرنا قراءة عليه وانا اسمع 4- أنْبأنا )نَبّأنا(بقراءتي veya اَنْبأْنا )نَبّأنا( قراءة عليه وانا اسمع 5- قالَ لَنا بقراءتي veya قال لنا قراءة عليه وانا اسمع 6- ذكر لَنا بقراءتي veya ذكر لَنَا قراءةً عليه وانا اسمع Görüldüğü üzere arzda sâdece سمعتُ lafzının kullanılması uygun görülmemiştir. Arz yoluyla tahammül edilen hadisleri eda ederken kırâet lafzıyla kayıtlamadan sema yoluyla tahammül edilen hadislerin edasında kullanılan حدثنا ، اخبرنا sigalarını aynen kullanma hususunda âlimler ihtilaf etmişlerdir. İbnu'l-Mübârek, Yahya İbnu Yahya et-Temîmî, Ahmed İbnu Hanbel ve Nesâî bu makamda bu iki siganın mutlak olarak kullanılmasını câiz görmezler. Öte yandan Zührî, Mâlik, Süfyan İbnu Uyeyne, Yahya İbnu Saîd el-Kattân, Buhârî, Süfyan Sevrî, Ebu Hanife, Ebu Yusuf, Muhammed Şeybânî, bir kavle göre Mâlik, Sa'leb, Tahâvî, Ebu Nu'aym İsfehânî, bir kavle göre Ahmed İbnu Hanbel gibi Hicazlı ve Kûfeli âlimlerin çoğu her iki siganın birbirinin yerine kullanılmasını câiz görürler. Üçüncü bir grup arz yoluyla tahammülde قرات lafzını kullanmadan اخبرنا demeyi tecvîz ederler, fakat حدثنا demeyi uygun bulmazlar. Şâfiî ve ashâbı ile Müslim, İbnu's Salâh ve Nevevî'nin dediklerine göre meşrik ulemasının cumhuru buna kâildir. Netice olarak denebilir ki, müteahhirin nazarında, حدثنا deyince sema, اخبرنا deyince arz kastolunur. Mütekaddimîn nazarında أنبأنا tabirî de اخبرنا makamında kullanılmıştır. Aliyyül-Kârî de mütekaddimin ilk müteahhirîn arasında orta bir tabakanın أنبأنا tabirini mutlak şekliyle arzda, mukayyed olarak da şekliyle أنْبأنا اجازةًicâzet'de kullandıklarını belirtmiştir.[3]
[1] Sabahaddin Yıldırım, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/87; İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 56. [2] Bunlar: Ebu Asım en-Nebil (V.212/827), Vekî İbnu'l-Cerrâh, Muhammed İbnu Selâm el-Beykendî (225/839), Abdurrahman İbnu Sellam el-Cümehî'dir. (İbrahim Canan) [3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/53-56. 3- İcazet (İzin):
Hadis öğrenim ve öğretim yollarından icâzet, hocanın talebesine rivayet hakkına sahip olduğu hadîslerin veya kitapların tamamını yahut bir kısmını rivayet etmesi için, yazılı veya sözlü olarak müsaade etmesidir. Bunda ne semâ' usûlünde olduğu gibi hocanın okuması, ne de kırâet metodunda görüldüğü gibi talebenin okuyup hocanın dinlemesi ve tasvibi vardır. İbn Hazm, bu usule çok sert bir şekilde karşı çıkmakta ve “bid’at” demektedir. İcâzet, sözlü veya yazılı olarak verilir. Yazılı icazete itiraz edenler olmuşsa da her ikisini eşit kabul etmek daha doğrudur. İcazetlerin yazılı vesika halinde verilmesi yaygındır. Yazılı icazetlerin yerini bugün “Müessese icazeti” demek olan okulların verdiği diplomalar almış gözükmektedir. İcazette, kendisine icazet verilenin (mücazun leh) kabulü şart olmadığı gibi, icazet verenin (muciz) icazetten vazgeçmesinin de neticeye tesiri yoktur. İcazetin bütün çeşitlerine ait rivayet lafızları bu bahsin sonundaki alfabetik listede yer alacaktır.[1] Rivayeti için izin verilen rivâyâta; mücâz, izni veren zâta mücîz, iznin verildiği kişiye de mücâzün-leh denir. İcâzetin muhtelif çeşitleri vardır: 1- Muayyen şeyin rivâyet edilmesi için muayyen bir zâta izin verilmesi. Belli bir hocanın belli bir öğrenciye belli bir malzemeyi rivâyet veya istinsaha izin vermesi: Şu siganın ifade ettiği gibi Sana Buhârî'yi rivâyet etmen için izin verdim veya Sana fihristimde olan kitapları rivâyet etmene izin verdim veya Falan kimseye falanca kitabı rivâyet etmesi için izin verdim. Bu çeşit icâzet, münâveleden mücerred en yüce icâzet çeşididir. Cemâhir-i ulema bu çeşid icâzetin câiz olduğu hususunda müttefiktir. Âlimler de bununla âmel etmişlerdir. Ebu'l-Velîd el-Bâci ve Kadı İyaz bu hususta icma olduğunu söylemiştir. Muhtelif cemaatlere mensup bazıları ise buna karşı çıkmış, câiz olmaması gerektiğini söylemiştir. Muhaddislerden Şû'be gibi. O: "İcâzet caiz olursa ilim için seyahat ortadan kalkar" der. İcâzeti caiz görmeyenler arasında İbrahim Harbî, Ebu Nasr el-Vailî, Ebu'eş-Şeyh el-Isbehânî; fakihlerden de Kâdı Hüseyn, el-Mâverdî, Ebu Bekr el-Hocendî, Ebu Tâhir ed-Debbâs da zikredilir. İmam Şâfii'den yapılan iki rivayetten birine göre o da karşı çıkmıştır. Ebu Hanife ve Ebu Yusuf'un da rıza göstermediklerini Amîdi nakleder. Keza Malik'in de bu düşüncede olduğunu el-Kâdı Abdu'l-Vehhâb nakletmiştir. İbnu Hazm da "Bu bid'attır, caiz olamaz!" demiştir. Bunlara göre birine "Benden işittiğin şeyleri rivâyet etmene izin verdim" demek, "Benim ağzımdan yalan söylemeye sana izin verdim" demekten farksızdır. Çünkü şeriat, işitilmeyeni rivâyeti mübâh addetmez. Ancak, bazıları da mûcîz ve mücâz kitabı biliyor iseler caizdir, aksi halde câiz değildir demiştir. Hatibu'l-Bağdadî, icazetin cevazına bazı âlimlerin sünnetten delil getirdiklerini kaydeder. Onlara göre, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Berae sûresini bir sahifeye yazdırıp, hac sırasında halka teklif etmesi için Hz. Ebu Bekr (radıyallahu anh)'e verip arkadan da Hz. Ali'yi göndermesi hadisesi buna delildir. Çünkü Hz. Ali, Sâhîfe'yi Hz. Ebu Bekr'den alınca ne Resûlullah'a ne de Hz. Ebu Bekr'e okumadı. Mekke'ye varınca sahîfe'yi açıp halka okudu. Şu halde surenin tebliğini Hz. Ali icâzetle yapmış olmaktadır. Tebliğden önce sema veya arz mevzubahis değil. Râmahurmuzî'nin rivâyetine göre, el-Kerâbîsi, İmam Şâfiî (radıyallahu anh)'ye müracaatla kitaplarını huzurunda okumak ister. Şafiî buna rıza göstermez ve: "Git Za'feranî'den kitapları al, istinsah et, ben sana rivâyet izni verdim!" der.[2] Cumhura göre, ihtiyaca binâen câiz olduğu kabul edilen münâveleden âri icâzet için farklı fikirler ileri sürülmüştür: Zerkeşi'nin Ahmed İbnu Meysere el-Mâlikî'den yaptığı rivâyete göre, normal şekilde yapılan bir icâzet, şartlarına riayet edilmeyen semadan daha iyidir. Zerkeşi, icâzeti semaya -mutlak olarak- üstün görenlerin olduğunu da kaydetmiştir. Yine Zerkeşî'nin zikrettiği üçüncü bir görüşe göre icâzet ile sema ve arz arasında fark yoktur. Bakî İbnu Mahled böyle düşünenlerdendir ve şöyle demiştir: "İcâzet, benim nazarımda, babamın nazarında ve hatta dedemin nazarında da sema gibidir." En makulünü Tûfî söylemiş olmalı, meseleyi açıklayarak neticeye bağlamalıdır: "Selef devrinde sema (gerekli ve) evlâ idi. Ancak hadîsler kitaplar halinde tedvîn edilip sünen toplanmış olduktan ve te'lifler şöhret kazandıktan sonra, sema ile icâzet arasında fark kalmamıştır." 2- Muayyen olmayan rivâyetleri muayyen kimseye rivâyet izni. Belli bir şahsın, belli bir öğrenciye belli olmayan malzemeyi rivâyet izni vermesi: Bu çeşit icâzet şu sigalarla ifade edilir: Bütün işittiklerimi rivayet etmen için sana izin verdim. Veya: "Bütün merviyyatımı rivâyet etmen için sana izin verdim". Bu tarz bir icâzetin câiz olup olmayacağı daha çok ihtilaflara sebebiyet vermiştir. Ancak cumhur bunu da câiz görmüş, şartına uygun olarak yapılan rivâyetin sahîhliğini kabul etmiştir. 3- Umumi İcâzet ‘icazet-i amme): İzni herkese şamil kılan bir icâzet çeşididir. Bir nevi icâzet-i amme'dir. Bunda şu ifâde kullanılır: "Bütün müslümanlara rivayet izni verdim” veya "Herkese rivâyet izni verdim", veya "Zamanıma yetişmiş olanlara rivâyet izni verdim" veya “halen yaşamakta olanlara rivâyet izni verdim", veya “Lâ ilahe illallah diyenlere rivâyet izni verdim." gibi genel ifadelerle verilen izin. İbn Salah bu tür icazeti kabul etmez. Belli bir şehir halkına veya “daha önce kendisinden okumuş olanlara” gibi genelliği biraz daraltarak (mukayyed) verilen icazetin geçerli olma şansından bahsedilmektedir. Bunun câiz olup olmayacağı müteahhirîn ulema tarafından şiddetle münâkaşa edilmiştir. Nevevî'ye göre "Şu beldenin ilim tâliblerine..." veya "Daha önce bana okumuş olanlara izin verdim" şeklinde sınırlayıcı bir ifade kullanmış olsaydı cevaza yakın olurdu. İbnu's Salâh da bunun menedilmesine meylederek: "Ne seleften ne de müteahhirînden hiç kimsenin buna uyduğunu işitmedik, icâzet aslında zayıf bir tahammül yoludur, bu şekilde hududu genişletilince zayıflığı daha da artar" demiştir. Ancak başta İbnu Mende olmak üzere, Ebu't-Tayyib et-Taberî, Ebu Abdillah İbnu Attâb, Ebu'l-Velîd İbnu Rüşd el-Mâlikî, Ebu'l-Haccâc el-Mizzî, Ebu Abdillah ez-Zehebî gibi birçokları bunun cevazını kabul etmiştir. Zeynü'd-Dîn el-Irâkî, bir kısım hadîs cüzlerini, Bağdatlı ve Mısırlı bir kısım âlimlerin icâzet-i ammeye dayanarak yaptıkları rivâyetten kıraet yoluyla ahzettiğini belirtmekle birlikte, bu tarzın sıhhati hususunda mütereddit olduğunu ve "o tarîklerden rivayet hususunda tevakkufu ihtiyar ettiğini" söyler. Keza İbnu Hacer el-Askalâni de bu suretle tahammül edilen hadisi pek zayıf addettiğini şu şekilde ifade etmiştir: "Gerçi icâzet-i âmme-i mutlaka ile rivayeti büsbütün terketmek daha iyi ise de, hadîsin mu'dal olarak rivâyeti yerine ona binâen rivâyet evlâdır". Görüldüğü üzere ulema çoğunluk itibariyle icâzet-i âmme suretiyle hadîs tahammülüne kesin bir dille "caîz değildir" dememiş, sıhhatini -ihtiyatla da olsa- kabul etmiştir. 4- Meçhul bir kitab için muayyen bir kimseye veya muayyen bir kitab için meçhul bir şahsa rivâyet izni verilmesi. Meselâ şeyh, rivâyet etmekte olduğu birçok sünen kitabından, hangisi olduğunu tasrîh etmeksizin: "Sana, Sünen kitabını rivâyet etmene izin verdim" demesi veya Muhammed İbnu Hâlid ed-Dımeşkî adında pekçok insan bulunduğu halde hiçbir tasrihe yer vermeden, "Muhammed İbnu Hâlid ed-Dımeşkî'ye izin verdim..." demesi. Her iki tarz ifadeyle yapılan icâzet bâtıldır. Tasrîh edici bir karineye yer verildiği takdirde sahîh olur. İcâzet'te isimleri belirtilen bir cemaate veya bir ferde izin verse, bunları şahsen tanımasa, neseblerini, sayılarını bilmese de icâzet sahîh olur. Nitekim, hadîs tahammülünün en kuvvetli yolu kabûl edilen sema'da, rivâyetin sahîh olması için, şeyh'in dinleyenleri ismen, neseben tanıması şart değildir. Şeyh onları şahsen tanımasa da onların bilâhare yapacakları rivâyet sahîh olur. 5- el-Irâkî ve el-Kastalânî'nin müstakil bir icâzet çeşidi addettikleri beşinci nevi bir icâzet şu sigayla ifade edilmiştir: "Falan'ın dilediği kimseye izin verdim". Burada izin muayyen veya gayr-ı muayyen bir kimsenin arzusuna bağlı kılınmaktadır. Görüldüğü gibi, izin verilen şahıs belli değildir. Bu sebeple bunun da bâtıl olacağına hükmedilmiş, bunun "Halktan birine izin verdim" demekten farksız olduğu belirtilmiştir. Böyle hükmeden el-Kadı Ebu't-Tayyib vekâletin tâlîk edilemeyeceği prensibine dayanmıştır. Ancak Ebu Ya'lâ İbnu'l-Ferra el-Hanbelî ile Ebu'l-Fazl Muhammed İbnu Ubeydullah İbni Umrus el-Mâlikî gibi bazıları, "arzusuna bağlı kılınan zât, arzusunu izhâr edince cehâletin ortadan kalkacağını" ileri sürerek bu tarzın sahîh olacağını söylemiştir. Bu düşüncede olanlar kendilerine sünnetten delîl de gösterirler: Hz. Peygamber efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm) Mûta gazvesine Zeyd İbnu Hârise'yi komutan tayin edince: "Şayet Zeyd öldürülürse Cafer, Cafer de öldürülürse İbnu Ravâha komutan olacak" diye tenbihlemiş idi. Şeyh'in "İcâzeti arzu eden herkese izin verdim" demesi de batıl bir tarz ise "Benden icâzet isteyen herkese izin verdim" şeklindeki bir icâzetin câiz olacağı kabul edilmiştir. Zira burada icâzeti başkasının arzusuna tâlik mânâsı yoktur, çünkü her icâzetin gereği zâten, rivâyeti, mücâzün leh'in arzusuna bırakmadır. Keza: "Falan kimse falan şeyi benden rivayeti arzu ederse kendisine izin verdim" veya "Sen arzu edersen, sana icâzet verdim" denmesi halinde mücâz (izin verilen rivâyet) belirlenmiş, tâlik işi de belli bir şahsın arzusuna yapıldığı için böyle bir icâzetin câiz olduğu söylenmiştir. 6- Ma'dum'a yâni henüz mevcut olmayana icâzet. Bu şöyle ifade edilmiş olabilir: "Falanın doğacak çocuğuna izin verdim". Bu tarzın sıhhati hususunda müteahhirîn ihtilâf etmiştir. Şaz olarak cevaz veren olmuş ise de sahîh olan bâtıl olduğudur. Ancak ma'dum mevcûda atfedilir ve: "Falana ve nesli devam ettikçe evlad ve soyuna izin verdim" şeklinde olursa caiz olacağını daha çok kabûl edenler çıkmıştır. Bunlar kendilerine, Ebu Dâvud'un kendisinden icâzet isteyen bir kimseye: "Sana da, doğacak çocuklarına da izin verdim" sözünü de delîl olarak gösterirler. Ancak bunun mübâlağa maksadıyla söylenmiş olacağına dikkat çekilmiştir. 7- Şeyhin, henüz tahammül etmemiş olmakla beraber ilerde tahammül edeceği merviyyata verdiği rivâyet iznidir. Kadı İyaz: "Ben bunu tenkîd edeni görmedim, üstelik müteahhirinden buna başvuran da gördüm" der ve Kurtuba kadısı Ebu'l-Velîd'in bunu yasakladığını anlatır, kendisi de bunun uygun bir icâzet olmadığını söyler. Nevevî de: "Doğru olan bu icazetin caiz olmamasıdır" der. Ancak, şeyh: "Nazarında benden olduğu sabit olan ve alacak olan bütün rivâyetlerim için sana izin verdim" diyecek olsa bu icâzetin sahîh olduğu, Dârâkutnî ve başkalarının da yaptığı, Tedrîb'te belirtilir. 8- İcâzetü'l-Mücâz'dır. Yani icâzetle tahammül olunmuş rivâyete verilen izindir. "Bana izin verilmiş olan bütün rivayet için sana izin verdim" demesi veya "Rivayet etmem için bana icâzet verilmiş olsa bütün rivâyet için sana izin verdim" demesi ile verilen izindir. Bu çeşit icâzetin caiz olmayacağına dair Hâfız Ebu'l Berekât el-Enmârî telifde bile bulunmuştur. Ancak, çoğunluk itibariyle cevazına hükmedilmiştir.[3] Dikkat: Bulkînî'nin de açıkladığı üzere icazetin tahakkuku için, kendisine icâzet verilen kimsenin (mücâzün-leh) icazeti kabul etmesi şart değildir. Keza icazeti verdikten sonra şeyh'in bundan vazgeçmesi icâzeti iptal etmez. Âlimler: "Mücîzin, izin vermediği şeyi bilmesi, mücâzun leh'in ilim ehlinden olması müstahsendir" demiştir. Başta İmam Mâlik, bir kısmı ise bunu şart koşmuştur. İbnu Abdilberr: "Sahîh olan şudur ki "İzin verilen kimse, nisbet edilmesi müşkil olmayan belli bir sanatta mâhir olmalıdır" der.[4] Ğayr-i mümeyyiz çocuk, deli, kâfir, fasık ve bid'atçıya verilen icâzet ise ihtilaflıdır. İcazet, hocanın bizzat okuttuğu talebesine, okuttuklarını rivâyete izin vermesi anlamında gerçekten Müslümanlara has bir usûldür. [5]
[1] Oldukça detay ihtiva eden icazetin bütün çeşitleri hakkında bilgi için A. Naim, Tecrid Tercemesi 1, 421-423; İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 57-58 [2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/56-58. [3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/58-61. [4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/61. [5] Sabahaddin Yıldırım, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/87. 4- Münâvele (Elden Verme):
Hocanın, kendisinden nakil ve rivâyet etmesi için öğrencisine bir kitap ya da yazılı bir metin vermesine münavele denilir. Eğer hoca, kitabı verirken "Bunu sana temlik ediyor" veya "İstinsah için emanet ediyor ve rivâyet etmene de izin veriyorum" derse, buna icâzetli münavele (icazete makrun münavele) ismi verilir ve geçerli bir yoldur. Bunun için “Haddesena fulanun münaveleten ve icazeten” ifadesi kullanılır. Yok eğer hoca, öğrencisine "Benim işittiğim hadisler bunlardır" diyerek icâzetten söz etmeden bir kitap teslim ederse bu, "icâzetsiz münavele (mücerred münavele)"dir ve bu yolla elde edilen hadislerin rivâyet edilmesi câiz değildir. [1] Usûl uleması, her prensibe sünnetten bir örnek bulma gayretini bunda da göstererek Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, Bedir Savaşı'ndan önce Batn-ı Nahl denen mevkiye gönderdiği seriyyenin (askerî birlik) komutanı Abdullah İbnu Cahş (radıyallahu anh)'a verdiği mektubu zikretmişlerdir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) mektubu verirken iki gün sonra açmasını ve içinde yazmış olduğu emirlere göre hareket etmesini söyler. Resûlullah'ın sünnetinde bunun benzeri başka vak'a da var. Münâvele iki çeşittir: 1- İcâzet'e makrûn münâvele, 2- İcâzetten mücerred münâvele. İcâzete makrûn münâvele, icâzet çeşitlerinin en a'lâsıdır. Şu şekilde olur: Şeyh, mesmu'âtını hâvi "asl"ını veya onunla mukabele edilmiş "fer"i[2] tâlibe verir ve şöyle der: "Bu benim mesmu'atım'dır" veya: "falancadan yazdığım rivayetimdir bunu rivâyet et! - veya: "Bunun benden rivâyeti hususunda sana izin verdim". Sonra da bu "asl"ı onun yanında temliken veya istinsâh etmesi için bırakır. Temliken vermediği takdirde bilâhare Şeyh'e "asl"ı iâde edeceği tabiîdir. Bunun bir başka sûreti şöyle cereyan eder: Tâlib, şeyhten işittiklerini yazmış bulunduğu nüshayı, kendi rivâyetlerine uygunluğunu kontrol ettirmek üzere Şeyh'e verir. Şeyh bunu gözden geçirerek kontrol eder ve tekrar tâlibe iâde eder ve: "Bu benim hadislerimdir..." veya "...Rivâyetimdir, bunu benden rivâyet et!" veya "...Bunun rivâyet edilmesi hususunda sana izin verdim" der. Bu tarza birçok hadîs âlimi, münâvele değil arz demiştir. Daha önce de geçtiği üzere Şeyh'e okuma tarzına da arz denmiş idi. Bu sebeple ikisini tefrîk etmek için buna arzı'l-münâvele, ötekisine de arzı'l-kırâa denmiştir. Bu münâvele, kuvvet yönüyle, bazı muhaddislere göre, semâ gibidir: Zührî, Rebî'a, Yahya İbnu Sa'îd el-Ensârî, Mücâhid, Şa'bî, Alkame, İbrahim, Ebu'l-Âliye, Ebu'z-Zübeyr, Ebu'l-Mütevekkil, İmam Mâlik, İbnu Vehb, İbnu'l-Kâsım vs. gibi. Ancak, sahîh görüş'e göre, münâvele semâ'dan da, kırâat'dan da düşüktür: Sevrî, Evza'î, İbnu'l-Mubârek, Ebu Hanîfe, Şâfiî, Büveytî, Müzenî, Ahmed, İshâk, Yahyâ İbnu Yahya bu ikinci görüşü iltizam edenlerdendir. İcâzete makrun münâvele'nin bir başka şekli şudur: şeyh, mesmuâtını hâvi kitabı tâlib'e verir ve rivayetine müsaade eder, sonra şeyh derhal geri alır. Bu münâvele mertebece öncekinden düşüktür. Tâlib, bilâhare bu kitabı, veya bununla mukâbelesi yapılmış ve uygunluğu kesinlik kazanmış bir fer'ini ele geçirebildiği takdirde rivayeti câizdir. Ancak, Tâlib bunu, şartına uygun şekilde rivâyet etse de, bunun değeri, herhangi bir kitabın icâzet-i mücerrede ile rivâyetinde elde edeceği mertebeden daha üstün bir mertebeye ulaşamaz. İcâzete makrun münavele'nin bir başka şekli şöyledir: Tâlib, şeyhe bir kitap getirip verir ve şöyle der: "Şu kitap senin maneviyatındır. Muhtevâsını münâvele ile bana ver ve rivâyetine müsâade et". Şeyh, tâlibe olan itimadına binâen, muhtevayı kontrol etmeden tâlibe kendi adına rivayet izni verir. Bu tarzda, tâlib bilinen sika birisi ise ve şeyh onun bu vasfı sebebiyle böyle davranmışsa hem münâvele, hem de icâzet sahîhtir. Aksi durumda, yani tâlib ihbârına itimad edilmez birisi ise münâvale de icâzet de batıldır. İcâzetten mücerred münâvele'ye gelince, bu, şeyhin, tâlibe rivâyete iznini ifade eden bir tâbir kullanmaksızın: "Bu benim sema'ımdır" veya "Bu, benim hadisimdendir" diyerek kitabı sunmasıdır. Fukahâ ve usulcülerin sahîh olan kavline göre bundan rivâyet câiz olmaz. Üstelik bunlar, câiz olduğunu söyleyen muhaddisleri ayıpladılar da. Esasen muhaddislerin de hepsi değil bir kısmı câiz görmüştür. Fahreddin-i Râzi bu meselede daha açık sözlüdür. Ona göre bir şeyh'in kitabını rivâyet için ne izin ne de münâvele şarttır. Bir muhaddisin bir kitabı göstererek: "Bu benim falan şeyhten sema'ımdır" demesi kâfidir. Bu sözü işiten bir kimse o kitabı ondan rivayet edebilir. "Zira, der, bu işâret izin ifâde etmekten uzak değildir." İcâzet ve münâvele ile tahammül edilen hadisleri edâ ederken kullanılması gereken görüşler ileri sürmüş, sema için kullanılan Ahberenâ ve haddesenâ tabirlerinin mutlak şekilde münâvele için de kullanılabileceğini söyleyenler bile olmuştur (Zührî ve Mâlik gibi). Ancak, cumhur, münâveleyi tasrîh eden bir kayıtla ihbar ve tahdîs sigalarının kullanılabileceğini kabul etmiştir. Büyük ekseriyetiyle tatbîkat da öyle olagelmiştir. İcâzeten, münâveleten tabirleri en ziyade kullanılan kayıtlardır:(haddesena icâzeten) Bize icâzet yoluyla rivayet etti. (haddesena münâveleten) Bize münâvele yoluyla rivayet etti. (Ahberenâ icâzeten) Bize icâzet yoluyla rivayet etti. (Ahberenâ münâveleten ve icâzeten) Bize icâzete makrun münâvele yoluyla haber verdi ki... Ahberenâ münâveleten ve iznen. Ahberenâ münâveleten fi iznihî. Ahberenâ münâveleten fî-mâ ezine lî fîhi: İcazete makrun münavele ile bana haber verdi ki... Haddesenâ münâveleten fî-mâ etlaka lî rivâyetehu. Münâvele yoluyla rivâyet etti ve kendisinden rivâyet etmeme izin verdi.[3] Not: * Ahberenâ ve haddesenâ tabirlerinin mutlak şekilde münavele için kullanılması uygun görülmemiştir. Hatta Ahberenâ mukayyed olarak kullanmayı uygun görmeyenler de var. Onlara göre Ahberenâ sadece semâ'ya has olmalıdır. * Müteahhirîn'den bazıları münâvele için Enbeenâ ıstılahlaştırmışlardır. Mütekaddimîn nazarında ise Enbeenâ ile Ahberenâ arasında fark yoktur. * Müteahhirînden bazıları lafzan vâkî olan icâzet için (Ahberenâ muşâfihetun, şafihenî) yazılı olan icâzette ise (Ketebe ileyye, enbeena kitabeten, enbeena fi kitabetin) tabirlerini kullanmışlardır.[4]
[1] Sabahaddin Yıldırım, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/87; İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 59 [2] Asl: Şeyhin elinde bulunan nüsha. Fer': Tâlibin elindeki nüsha. Tâlib, fer'ini şeyhin asl'ından istinsâh etmiştir. (İbrahim Canan) [3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/61-64. [4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2 5- Kitabet (Mükatebe-Yazışma):
Hocanın huzurunda bulunan veya bulunmayan bir öğrencisi için kendi eliyle bir veya birkaç hadis yazıp veya yazdırıp vermesi veya göstermesine kitabet denilmektedir. Bu, şeyhin mesmu'âtını tamamen ya da kısmen yazıp veya yazdırarak hazır veya gâib birisine göndermesidir. Mukatebe de denilen bu usûl, münavelede olduğu gibi, ya icâzetle birlikte tatbik olunur, ya da icâzetsiz olur. [1] İcâzete makrun olana şöyle yazar: (Eceztuke ma ketebtu leke) "Sana yazdığımı rivayete sana icazet verdim" veya: (Eceztuke ma ketebtu ileyke) veya (Eceztuke ma ketebtu bihi ileyke) bunlar gibi icâzeti ifade eden başka tabirler. Bu tabirler kuvvet ve sıhhat yönüyle münâvele-i makrûne'ye denktir. İcâzetten mücerred kitabet'e gelince, bunun sıhhati hususunda ihtilâf edilmiştir. Alimlerden bir kısmı bunun caiz olmadığını beyân etmişse de asl olan câiz olmasıdır. Eyyûb Sahtiyânî, Mansûr İbnu Mü'temir, Leys İbnu Sa'd... gibi. Tâbiîn ve Etbauttâbiîn'den bir çokları cevazına kâildirler. Onlardaki tatbikattan başka, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in de valilerine gönderdiği ahkâm tebliğ eden mektuplar da bunun cevâzına delil olmaktadır. İcâzetten mücerred kitabetle ilgili sîgalar şöyledir: (ahbaranâ fülânun mükâtebeten)= Falan bana yazarak bildirdi veya (ahbaranâ fülânun kitâbeten kâle) veya (Ketebe ileyye fülânun kâle haddesenâ) Bütün bu sîgalar icâzet manasını ihsan ettiği için mevsul addedilmiştir. Burada da mutlak şekilde Ahberenâ denebileceğini söyleyenler olmuş ise de, aslolan kitabeti belirtecek bir kaydın konmasıdır.[2]
[1] Sabahaddin Yıldırım, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/87. [2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/64-65. Haddesena ile ahberana’yı eşit saymayanlar Muhammed b. El-Hüseyin’in şu sözlerini naklederler: O demiş ki: Biri kölesine “Fülan şeyi bana ihbar edersen hürsün” dese; köle de o dilediği haberi ona yazsa azad olur. Lakin “Fülan şeyi bana tahdis eder yani söylersen hürsün” demiş olsa da köle o haberi ona yazsa azad olmaz. Haddesena ile ahberana arasındaki ince fark işte budur. (Bk. Tecrid Tercemesi: 1/442.) İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 59 6- İ'lamu'ş-Şeyh (Bildirme):
Hocanın, öğrencisine -icâzetten söz etmeksizin veya rivayetine izin vermeksizin- belli bir hadis veya hadis kitabı hakkında sadece, "Bu hadis -veya kitap- benim mesmuâtımdır, benim duyduğumdur, benim rivayetim işte budur." vb. sözlerle açıklamada bulunmasına i’lam denilir. Burada sadece bildirim vardır. Bu yolla alınan hadislerin rivâyetini muhaddislerden, fukahâ ve usulcülerden çokları kabul ederken bazıları da bunun câiz olmadığını söylerler. İbnu Cüreyc, İbnu's-Sabbâğ eş-Şâfiî, Ebu'l-Abbâs el-Ğamrî gibi Zâhiriye'den bazıları da: "Şeyh şâyet: "Bunlar benim merviyatımdır, sakın rivâyet etmiyesin" diyecek olsa bile yine de rivayet etmesi caizdir" demiştir, çünkü hoca zaten o hadisi tahdis etmiş oluyor, ondan rucuuna itibar edilmez” demektedirler. Ancak bu durumda, sahih olan, rivayetin caiz olmayacağıdır. Ne var ki, senedce sahihse onunla amel gerekir.[1]
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/65; İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 59; Sabahaddin Yıldırım, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/88. 7- Vasiyye (Vasiyet):
Ölmek veya seyahata çıkmak üzere olan hocanın, rivâyet izninden söz etmeksizin, rivayet ettiği hadisleri ihtiva eden kitap veya cüz'ü öğrencilerinden birine vasiyyet ederek bırakmasına denilir. Bu bırakışta zımnî bir rivayet izni vardır diyerek bu yolla elde edilen hadislerin rivâyetini câiz görenler bulunmakla birlikte, çokları bunu kabul etmezler. [1] Seleften -İbnu Sîrin, Ebu Kitâbe gibi bazıları musâ-leh'in (kendisine vasiyet edilen kimse), kendisine vasiyet edilen bu kitaptaki hadisleri rivayet edebileceğini söylemiştir. İbnu's-Salâh bunu "gerçekten oldukça uzak bir te'vîl" olarak tavsîf eder. İbnu Ebi'd-Dem (642/1244) İbnu's-Salâh'a karşı çıkarak "Vasiyye mertebece vicâdeden hilafsız daha üstün bir tahammül yoludur. Şâfiî başta, bir çokları nezdinde ma'mulün bîh (amel olunan, tatbik edilen) bir hadis tahammül metodudur" der. Bu görüş esastır. [2]
[1] İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 59; Sabahaddin Yıldırım, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/88. [2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/65. 8- Vicâde (Bulmak):
Vicâdet, lügat olarak bulmak demektir. Istılah olarak, bir kimsenin, bir muhaddis veya bir şeyhin hattıyla yazılmış bir kitabı veya bazı hadisleri ele geçirmesi demektir. Hadisçiler bunu semâ', icâzet ve münavele söz konusu olmadığı halde bir kitaptan hadis almayı ifade için kullanılır. Kitabın müellifi ile bulan (vacid) muasarat (aynı asırda yaşamış olup olmamaları), sema, icazet gibi herhangi bir hoca talebe ilişkinin bulunmaması neticeyi değiştirmez. Bulduğu hadisleri vacid’in sema veya icazete delalet eden lafızlarla rivayet etmesi caiz değildir. Bu halde hadisleri ele geçiren kimse rivâyet ederken "vecedtü (veya kara'tu) bihatti fülân" ondan sonra sened ve metni kaydeder. (...nın el yazısı ile yazılmış olarak buldum ki..) diyerek durumu açıklaması gerekmektedir. Nevevî bu tarz sîgalara gerek eskilerin ve gerekse yenilerin kitaplarında sıkça rastlandığını ifâde eder. Bu tür ifadelere Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde rastlanılmaktadır. Abdullah b. Ahmed "Babamın kitabında el yazısıyla şunu buldum .." diye bazı hadisleri nakletmektedir. Müslim'de de bu yolla gelen üç hadis bulunmaktadır. Vicâde, geçerli hadis öğrenimi ve öğretimi yollarından biridir. Bugün hadis kitaplarından yapılan nakillerin hepsi bir çeşit vicâdedir. Hadis öğrenim ve öğretim yolları, klasik usûller gibi görünse de, hadis öğrenimi ve rivâyet açısından gösterilen tarihî dikkatin delilleri olarak değerlendirilmelidir.[1] Vicâdet aslında munkatı gruba girer. Ancak (vecedtü bi-hattı fülânin) sözünden dolayı ittisal şaibesi de mevcuttur. Bazıları mütesâhil (gevşek) davranarak: (An fulânin kale) şeklinde bir sîga kullanıp vicâde yoluyla tahammülü hatırlatmaktan uzaklaşmıştır. Tabiîki buna cevaz verilmez. Vicade yoluyla tahammülün sıhhati bulunan rivayetin sahibine nisbetindeki doğruluğa bağlıdır. Bulan kimse aradaki mutâbakatı sağlıklı şekilde sağlayabilirse cezm ifâde eden tâbirler kullanır: (kara'tu bi-hattı fülânin an fulânin) veya (Mâ vecedtuhu bi-hattı fülânin) Şayet yazının musannıfa (veya raviye) ait olduğunda kesin kanaate varamamışsa "Falancanın şöyle şöyle söylediği bana ulaştı.." Falanın hattıyla olduğunu falanın bana haber verdiği yahut zannettiğim yahut kâtibinin fülanın dediği bir kitapta okudum." Yahut "Fülanın yazısı olduğu söylenen yahut Fülanın tasnîfi olduğu söylenen bir kitapta..." vs. Vâcid'in (bulan'ın) bulduğu hadis musannıfın hattıyla değilse (Zekera fülânun) veya (Kale fülânun) veya (Ahberenâ fülânun) diyerek hadisin senedini sevkeder. Bu tarzda rivayet edilen hadisler ittisal şâibesi olmayan munkatı hadistir. Vicâdetin icazete makrun olduğu da vâkidir. Bu durumda şu sîga kullanılır: "Falan hadisi falancanın hattıyla buldum, o da bana rivayet etmem için izin verdi." Vâcid, bulunan nüshayı aslıyla, bizzat veya güvenilir biri vasıtasıyla mukabele ederek sıhhatinden emîn olmadan (Kale fülânun) gibi cezm ifade eden bir sevk sigası kullanmamalıdır. Tedrîbu'r-Râvi'de Nevevî ve Suyutî Hazretleri, kendi devirlerindeki insanların, bulunan nüshaların sıhhat durumunu ciddi bir tahkike tâbi tutmadan aşırı bir müsâmaha ve gevşeklikle hareket ederek onlardan cezm sîgasıyla (Kale fülânun) veya (Zekera fülânun) diyerek hadis rivayet ettiklerini kaydederler. Bu işi yapan kimsenin âlim, mutkin ve metinde vaki olacak değişme ve sakatlıkları yakalayabilecek güçte biri olması halinde böyle davranmanın caiz olacağını da belirtirler.[2]
[1] İsmail Lütfü Çakan, Ana Hatlarıyla Hadis, İstanbul, 1983, s. 171-177; Subhi es-Salih, Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları, trc M. Yaşar Kandemir, Ankara 1981 s. 70-84; Ahmed Naim, Tecrid-i Sarih Mukaddimesi, Ankara 1984, s. 399-449; İbnü's-Salah, Ulumu'l-Hadis, thk. Nurettin Itr, Beyrut 1981, s. 114-157; Suyuti, Tedribu'r-Ravî, thk. Abdulvehhab Abdullatif, Medine-i Münevvere 1972,1, s.l-59; İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 59; Sabahaddin Yıldırım, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/88; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/66. [2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/66-67. Vicadet'le Amel:
Vicâdet yoluyla elde edilen hadislerle amel edilebilir mi? sorusu bahsimizin mühim bir meselesini teşkil eder. Çünkü, günümüzde bile, zaman zaman ismi bilindiği halde kütüphanelerde mevcud tek nüshasına rastlanmayan kitaplardan bazılarının kısmen veya tamamen ortaya çıktığına, bulunduğuna şâhit olmaktayız. Acaba bu kitapların muhtevasıyla amel edilebilir mi? Bu soruya Nevevî ve Suyûtî'nin müşterek eserleri olan Tedrîb'de şu cevap verilir: Vicâde ile amel konusunda, Mâlikî muhaddislerin çoğunluğundan ve başkalarından caiz olmayacağı rivayet edilmiştir. Şâfiî ve ashâbının meseleye eğilenlerinden, cevazına dair rivayet gelmiştir. Hatta Şafii mezhebine mensup muhakkiklerden bazıları daha ileri giderek, bulunana güven hâsıl olduğu takdirde amelin vacib olduğunu söylemişlerdir." Nevevî, "Bu zamanda geçerli olabilecek görüş de budur" der. Tahkik sonucu güvene ulaşılan bulunmuş kitaplarla amel meselesinde, Şafiîler gibi düşünen İbnu's-Salâh şöyle makul bir gerekçe de söyler: "Bu meselede amel, sadece rivâyet yoluyla gelen hadislere bağlı kalsa, menkulle amel kapısı kendiliğinden kapanır. Çünkü bunun gerçekleşmesi için koşulan şartların tahakkuku zordur." İmâmü'd-Dîn İbnu Kesir, tefsîrinin baş kısımlarında, Vicâde ile amel edilmesi gereğine Sünnet'ten bir delil kaydeder. Hadis'te Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ashab'a (radıyallahu anhüm) sorar: - Kimlerin imanı Allah'ı (celle şânuhu) daha çok memnun kılar? - Melâikelerin.... - Onlar Rablerinin nezdinde bulunsunlar da inanmasınlar bu olacak şey değil!. - Peygamberlerin! - Onlar vahiy getirsinler de inanmamış olsunlar mümkün mü? - Öyleyse bizlerin imanı!... - Ben aranızda olduğum halde nasıl inanmazsınız, olacak şey mi? - Öyleyse onlar kimlerdir, Ey Allah'ın Resulü? - Onlar, o kimselerdir ki, sizlerden sonra gelirler, bir takım kitaplar (suhuf) bulurlar ve o kitaplarda mevcut olanlara inanırlar!".[1] Dikkat: Vicâde yoluyla elde edilen kitaptan rivâyetle, mevcut, mevsûk ve meşhur kitaplardan rivâyet karıştırılmamalıdır. Bazı muhaddisler bir hadisle amel için behemehal sema yoluyla (yani rivayetle) elde etmek gerekir demiş ise de fukahanın tamamı şu görüşte ittifak etmiştir: "Hadîsle amel, onun sema yoluyla alınmasına mütevakkıf değildir. Bilakis, nüsha nazarında sahîh ise, dinleyerek almamış bile olsa, onunla amel sahîhtir" Ebu İshâk el-Isferâyînî, mûtemed kitaplardan -musannıfına kadar ittisâl şartı olmadan- hadîs naklinin cevâzına dâir ulemanın icma ettiğini belirtmiştir. Bu icma, hadis kadar fıkıh kitaplarına da şâmildir.[2]
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/67-68. [2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/68. Mükaşefe Ve Rüya:
Hadis almanın muhaddislerce kabul edilen ve usul kitaplarında âdab ve şartları belirtilen hadis alma yolları yukarıda açıklanan 8 yoldan biri ile olur. Bunlar dışında başka bir yol bilinmez. Bazı kitaplarda rastlanan mükâşefe ve rüya yoluyla Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den telakki edildiği söylenen sözlere hadis denemez, onların, dini hiçbir değeri yoktur. Rüyayı sâdıka hak ise de, sika bir kimse rüyasında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan bazı sözler öğrenmiş olsa da buna hadis denemez. Rüya sadece gören kimse için bir kıymet taşır. Halbuki hadis kıyamete kadar, herkes için din ortaya koyar. Bunun yolu da objektif şartlara göre, belli kaidelere göre her zaman kontrolü tahkiki mümkün olan rivayetten geçer. Bunun aksini söyleyen, sübjektiviteyi esas alan tek bir sünnî muhaddis çıkmamıştır.[1] Burada özetle ele alınan hadis tahammül yolları, bazıları diğer bazılarına nisbetle daha çok itiraza uğramış olsa bile, hadisçiler arasında az veya çok tatbik alanı bulmuştur. Bu yollardan herhangi biri, hadisçilerin çoğunluğu tarafından zayıf sayılmış ise, bu yolla nakledilen hadislerin de zayıflığına hükmedilmiş; yolun sıhhatine inananlar ise, hadisleri de sahih kabul etmişlerdir. Bununla beraber, semâ', arz veya kırâat gibi tahammül yolları, herhangi bir ihtilaf söz konusu olmaksızın en üstün hadis alma usûlleri olarak kabul görmüş ve hadisçiler, sırf bu yollarla hadis alabilmek için rıhle fi talebi'l-hadis adı altında uzun ve meşakatli seyahatleri göze almakta tereddüt görmemişlerdir.[2]
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/68. [2] Talat Koçyigit, a.g.e., s. 419; Sabahaddin Yıldırım, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/88. B) Rivayet Lafızları:
1. Alfabetik Liste:
Sema’a Delalet Edenler:
Kıraat (Arz)’a Delalet Edenler:
İcazet’e Delalet Edenler:
Münavele’ye Delalet Edenler:
Kitabet’e Delalet Edenler:
İ’lam’a Delalet Edenler:
Vicade’ye Delalet Edenler: 2. Rivayet Lafızlarının Önemi:
Böylesine detaylı lafızlar kullanmanın artık devri geçmiştir gibi düşünecekler olabilir. Oysa bilindiği gibi bu lafızlar makbul ve merdud hadisleri ayırdedebilmek için vazgeçilmez vasıtalardır. Ravi, naklettiği bilgiyi hangi öğrenim (tahammül) yoluyla aldığını söylemiş olur, biz de onun doğru olup olmadığına kanaat getiririz. Öte yandan ravi mesela icazet yoluyla aldığı bir bilgiyi sema’ yoluyla almış gibi haddesena veya ahberena diye nakledecek olsa müdellis sayılır. Hatta bazı usulcüler böyle bir raviyi yalancılıkla itham ederler. Mesela Ahmed b. Muhammed b. İbrahim es-Semerkandi, Muhammed b. Nasr el-Mervezi’den yaptığı bir çok rivayetinde böyle davranmış ve müdellis sayılmıştır. Yine İshakb. Raşid el-Cezeri de vicade yoluyla aldığı hadisler için haddesena terimi kullanıldığı için müdellistir.[1]
[1] Bk. Kadı İyad, el-İlma’: 119; Itr, Menhec: 226; İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 63-64. C) Hadis Öğretimi Usulleri:
Hadisçilere göre hadis takririnde üç usul vardır. 1) Okuyup Geçme Usulü:
Hocanın lugat, hüküm ve rical yönlerine eğilmeksizin hadisleri okuyup geçmesi demektir. Bu usul, konunun mütehassısları için geçerlidir. Mütehassısların hadisi hocadan işitmiş olmalarını sağlar. Açıklamalar ise, şerhlere havale edilmiş olur. Aslında bu hadisi iyi anlamanın yolu şerh ve haşiyelerin iyice tetkikidir. [1]
[1] İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 64. 2) Açıklanması Gerekli Noktaları Açıklama Usulü:
Bu, bir hadisi okuduktan sonra o hadiste geçen garib kelimeleri, çözümlü zor terkipleri, terimleri, senedde görülen yeni isimleri ve o hadisle sabit olan fıkhi hükümleri yeteri kadar açıklama sonra başka bir hadise geçme usulüdür. Bu usul, hadis öğrenmeye yeni başlamış ve devam etmekte olanlar içindir. Öğrenciler bu yolla, hadisi anlama imkan bulmuş ve tetkike dayalı bir istifade temin etmiş olurlar. Gerektikçe de hadis şerhlerine başvurarak karşılaşacakları müşkilleri çözerler. [1]
[1] İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 64. 3) Uzun Uzun Açıklama Usulü:
Bu, lehte ve aleyhteki bütün görüşleri, her kelime ve terkibi şiirden şahidler getirerek, müteradiflerini zikrederek, türetilişini, kullanım yer ve manalarını belirtmek; ricalin hallerini, kabile ve yaşayışlarını açıklamak, o hadisle sabit olan hükümlerden hareketle bir takım hükümler çıkarmaya çalışmak, uzaktan yakından bir alaka kurup hoşa gidecek kıssalar , garib hikayeler anlatmak usulüdür. Bu usul, kendilerinin ilim ve fazilet sahibi olduğunu herkese göstermek isteyen kıssacıların başvurduğu bir usuldür.[1]
[1] Bk. Kasımi, Kavaidu’t-tahdis: 221-222; İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 64-65.
|
1636 kez okundu |
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |