ESERESER:
Hadîs veya sünnet yerine kullanılmış olan kelimelerden biri eser kelimesidir. Zira kelime lügat olarak bir sözü nakletmek manasına gelir. Dilimize bile me'sur dua tabiriyle girmiştir. Yani nakledilmiş dua, daha açık ifâdeyle Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den rivayet edilmiş dua demektir. Hadîs'e eser dendiği gibi, muhaddîs'e de eserî denmiştir. Çok fazla olmasa da bu tâbire rastlanır. Teferruata inildiği takdirde eser kelimesinin daha hususî kullanılışlarına rastlamak mümkündür. Suyutî'nin Tedrîb'de belirttiği üzere, bir kısım muhaddisler merfu ve mevkuf rivâyetlere "eser" derken, Horasan fakîhleri mevkuf a "eser", merfû'a "haber" demişlerdir. Keza Şiîler, masum imamların söz, fiil ve takrirlerine "hadîs", masum olmayan kimselerden gelen sözlere "eser", masumların dışındaki Sahabi, Tabiî ve Tebeuttâbîi'nden gelen sözlere de "haber" derler. Şu halde esas olan cumhur'un kullandığı şekildir. Buna göre eser "hadîs"in müterâdifidir. Tahâvî'nin Müşkilü'l-Âsâr adlı kitabı, ihtilaflı hadislerin te'viline tahsis edilmiştir, müşkilü'l-hadîs demektir. Keza cezerî'nin en-Nihâye fi Garîbi'l-Hadîs ve'l-Eser'i ile, el-Irâkî'nin Nazmud-Dürer fî ilmi'l-Eser veya İbnu Hacer'in Nuhbetu'l-Fiker fi Mustalahı Ehli'l-Eser adlı kitaplarında eser kelimesinin hadîs manasında kullanıldığını görmekteyiz.[1] İz, belirti, bir şeyden arta kalan, bakiyye. Hz. Peygamber'in mübarek emânetlerine de eser denilir. Çoğulu âsâr'dır. Hadis ve haberle eş mânâda kullanılan bu terim, ıstılahta Hz. Peygamber, sahâbe ve tâbiûna âit söz, fiil ve takrirler demektir.[2] Nitekim Nevevî; 'haber ister merfû, ister mevkûf, ister maktû' olsun hadisçiler nazarında hepsi de eserdir'[3] demek suretiyle mezkûr târifi benimser. Yine bu anlayışa göre "hadisi rivâyet ettim" mânâsında "esertü'l-hadise" ifadesinin kullanıldığı ve hattâ esere nisbetle kendilerine "esefi" de denildiği kaynaklarda yer alır.[4] Ancak, İbn Hacer gibi bazı muhaddislerin, eser tabirinden hadisin mevkûf veya maktûunu kastetmeleri[5] Horasan fakihlerinin ise 'mevkûf'a eser, 'merfû'a haber demeleri[6], eser teriminin değerlendirilmesinde bu tür özel mânâları da göz önünde bulundurma gereğini ortaya koymaktadır. Son zamanlardaki ilmî yayınlarda eser, mevkûf ve maktu' haberler için özellikle kullanılmakta, merfu'ât da "hadis terimi ile değerlendirilmektedir. Felsefede âsâr, 'müessir'den yani Allah'tan sudur eden tesirlere denilmektedir. Muhaddisler, merfû ve mevkûf hadislere eser adını verirler. Hâfız Tahâvî'nin bu konu ile ilgili kitabının adı, ''Şerhu Meâni'l-Âsâri'l Muhtelifeti'l-Me'sûre" dir. Taberî, ''Tehnibu'l-Asâr'' adıyla bir kitab yazmıştır. Hz. Peygamber'den gelen dualara da ''el-edviye-tü'l-me'sûre" denilmiştir. Horasanlı fukahâ ve muhaddisler ise, hadis kelimesini merfû olanlara isim; eser kelimesini de sahâbe ve tâbiîne isim yapmışlardır. Bunlar mevkûf hadise eser demişlerdir. Muhaddis, esere nispetle "esefi" ismini alır, "Esertü'l-hadise" cümlesi, onu rivâyet ettim anlamındadır. Tarihle meşgul olana "ahbari" denilmiştir. Ehl-i eser: Burada eser, hadis ve ashâb-tâbiûn fetvâları anlamındadır.[7] Tarihte ehl-i re'y-ehl-i eser ihtilâfı tâbiûn zamanında ortaya çıkmıştır. Ehli eser, re'y ve kıyası zayıf saymış, zorunlu kalmadıkça fetvâ vermemişlerdir. Yine ehl-i eser, farazî olaylara farazî fetvâlar vermemişlerdir. Onlar sadece hadis toplama ve yazma işine ağırlık vermişlerdir. Zâhiriyye mezhebi aşırı eserci bir mezhep kabul edilir. Çünkü kıyası, sahâbe ve tâbiûn fetvâlarını delil olarak kabul etmezler. "Allah'ın rahmetinin izlerine bir bak..." (er-Rûm: 30/50) ayetindeki gibi, yüce Allah'ın âlemdeki bütün eserlerine âsâr denilir.[8]
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/496-497. [2] Abdühayy el-Leknevî, Zaferü'l-Emânı, 4-5. [3] Talat Koçyiğit, Hadis Istılahları, 101. [4] Suyûtî, Tedrib: 4. [5] Talat Koçyiğit, Hadis Istılahları, 101. [6] Suyûtî, Tedrib: 4. [7] Şahveliyyullah, Huccetullah, I, 12. [8] İsmail Lütfi Çakan, Şamil İslam Ansiklopedisi: 2/116-117. 1) Ashabu’l-Eser:
Eser, meydana getirilen şey, nişan ve alâmet demektir. Terim olarak ise gerek Hz. Peygamber (s. a. s.)' den ve gerekse sahabeden rivayet edilen şeylere denir.[1] Ashâbu'l-Eser de eser sahipleri, eser taraftarları ve eserciler demektir. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bu dünyadan göçmeleriyle başlayarak İmam Şafiî'nin yaşadığı asra kadar gelip geçen fıkıh bilginleri iki kısma ayrılır: a) Ashâbu'l-Eser. Buna ashab-ı rivayet de denir. b) Ashâbu'l-Rey. Buna ehl-i rey de denir.[2] Asr-ı saadette müslümanlar, ortaya çıkan problemlerini Hz. Peygamber (s.a.s.)'e arzediyorlar, gerekli cevabı alarak dönüyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in vefatından sonra İslâm devletinin hudutları genişledi. Örf ve âdetleri başka başka olan yeni milletler İslâmiyet'e girdiler. Ashab'ın bir kısmı da Hicaz bölgesinden çıkıp başka yerlere dağıldılar. Hayat hadiseleri çoğaldı. Ortaya yeni yeni meseleler atıldı. Halk bu meseleleri sahâbelere sordular. Ashab'ın bazıları Hz. Peygamber (s.a.s.)'den hadis rivayet ederek esere bağlanmayı tercih ettiler. Rivayete çok yer verdiler. Allah'ın dinine kendi reylerini karıştırmaktan kaçınmak için fetva vermemeyi tercih ettiler.[3] Vuku' bulmayan hadiseler hakkında peşin hüküm vermiyorlardı. Bunlar Hicaz bölgesinde bulunuyorlardı. Medine, merkezleriydi. Burada başka ırktan insanlar ve hâlli gerekli hukuki meseleler yok denecek kadar azdı. Çok nadir durumlarda rey ile fetva verilirdi. Medine ekolüne mensup hukukçular Ömer b. el-Hattab, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Ömer, Hz. Âişe ve Abdullah b. Abbâs'dır (Allah hepsinden razı olsun)[4] Bu ekole bağlı tabiin âlimlerinin başlıcaları şunlardır: Sâid b. el-Müseyyeb, Urve b. Zübeyr, Kasım b. Muhammed, Ebû Bekir b. Abdurrahman b. Hâris, Ubeydullah b. Utbe, Süleyman b. Yesâr, Harice b. Zeyd.[5]
[1] Riyazü's-Sâlihîn ve Tercemesi (Mukaddime), 1-2. [2] M. Ebû Zehra, Ebû Hanife, (O. Keskioğlu Tercümesi) Üçdal Neşriyatı, s. 161. [3] M. Ebû Zehra, Ebû Hanife, (O. Keskioğlu Tercümesi) Üçdal Neşriyatı, s. 164-166. [4] Hayreddin Karaman, İslâm Hukukunda İctihad, s. 102. [5] Dr. M. Esad Kılıçer, İslâm Fıkhında Rey Taraftarları, Ankara 1975, s. 29-31; H.Karaman, a.g.e., s. 101-102; Durak Pusmaz, Şamil İslam Ansiklopedisi : 1/160. 2) Ashabu’r-Rey:
Görüş, akıl fikir ve tedbir sahibi kimseler. Rey taraftarları, reyciler. Terim olarak rey; ortaya çıkan yeni bir meselenin hükmünün Kur'an-ı Kerim ve hadislerde açıkça bulunamaması durumunda umumî prensipler ve İslâm'ın ruhundan hareket edilerek akıl ve kıyasla varılan netice ve çıkarılan hükme denir. Sahabe ve Tabiînin ilk döneminde bu anlamda kullanılan rey, tabiîn devrinin sonlarına doğru kıyası ifade etmek için kullanılmıştır. Rey ekolü sahabe devrinden itibaren başlamıştır. Sahabe'den bazıları Hz. Peygamber (s.a.s.)'den hadis vârid olmayan hususlarda kendi rey ve ictihadlarıyla hüküm verme yolunu tutmuşlardı. Zaten bu ruhsatı bizzat Peygamber Efendimiz (s.a.s.) vermiştir.[1] Hz. Peygamber (s.a.s.) devrinde teşrî vahye dayanıyordu. Vahiy devam ettiği için re'y ve ictihada geniş çapta lüzum yoktu. Ancak bununla beraber Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bazen re'y ve ictihadiyle hüküm verdiği olmuştur. Meydana gelen meseleler hakkında bizzat Hz. Peygamber hüküm verdiği için bir itiraz ve ihtilaf sözkonusu olmazdı. Hz. Peygamber'in vefatından sonra, İslâm devletinin sınırları genişleyip müslümanlar birçok yerlere dağılıp değişik toplumlarla temasa geçtiklerinden problemler çoğalmış, bu problemlerin çözümü hususunda değişik ictihadların ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştu. İslâm alîmlerinin her bir grubu kendi görüş ve ictihadı için uygun deliller aramış ve ayrı ictihadlarda bulunmuşlardır. Hadis'e dayanarak görüş ve ictihadlarını açıklayanlar fıkıh meselelerini inceleme ve çözümünde izledikleri usûle göre iki kısma ayrılmıştır. Bir kısmı nasslara bağlı kalmıştır. Bunlara "Ehl-i Hadîs" adı verilir. Diğer bir kısmı nassların illetlerini inceleyip kıyas yoluyla yeni hükümler verme yolunu izlemişlerdir ki bunlara da "Ehl-i Re'y" adı verilmiştir. Ehl-i Hadîs'in merkezi Medine'de (Hicâz Ekolü), Ehl-i Re'yin merkezi ise Irak'ta (Irak Ekolü) idi.[2] Her iki grubun mensupları da derece farkıyla hadis ve re'yi kabul etmektedirler ve aralarında karşılıklı temaslar ve düşünce alış verişleri olmuştur. Irak'ta Ahmed b. Hanbel (241/855) gibi hadis taraftarları olduğu gibi Hicaz'da da İmam Mâlik (179/795) gibi re'ye önem veren bilgin ve müctehidler vardı. İmâm Şafiî (204/819) ise bu iki grup arasında yer almıştır. Ehl-i re'y arasında başta sahabîlerden Hz. Ömer, Hz. Ali ve Abdullah İbn Mes'ud'u zikredebiliriz. Tabiîn'den de: 1- Alkame b. Kays en-Nahâî (62/681 ), 2- Mesruk b. el-Ecda' el-Hamdânî (63/682), 3- Kadı Şureyh b. Haris b. Kays (78/697 veya 80/699), 4- Saîd b. Cübeyr (95/713), 5- Habib b. Ebi Sabit el-Kâhilî (119/737), 6- İbrahim en-Nehâî (95/713), 7- Hammâd b. Ebi Süleymen (Ebu Hanife'nin hocası) (120/738), gibi alimler kaydedilmektedir. İbn Kuteybe "el-Maarif" adlı eserinde "Re'y Taraftarları" başlığı altında şu isimleri zikretmiştir: İbn Ebi Leyla (148/765), Ebu Hanîfe (150/767), Rabîatu'r-Re'y diye meşhur olan Rabia bint Ebi Abdurrahman (136/753), Züfer b. Huzeyl (158/774), Abdurrahman b. Amr el-Evzaî (157/774), Süfyan es-Sevrî (161/778), İmam Ebu Hanife’nin talebeleri ve Ebu Yusuf (182/798) ve Muhammed b. el-Hasan eş-Şeybânî (189/804). Aslında "Ehl-i Re'y". (Re'y taraftarları) deyimi, hükümlerde re'y ile ictihad eden herkesi kapsamakta olup bütün İslâm âlimleri buna dâhildir. Çünkü müctehidlerin hepsi, ictihadlarında akıl ve re'ye başvurmadan yapamazlar. Ancak bu deyim, "halk-ı Kur'ân" meselesi ortaya çıktıktan sonra raviler tarafından Iraklılar'a yani Ebû Hanife ve ona tâbi olan Kûfeli fakihlere ad olarak verilmiştir. Onun için ehl-i Re'y denilince ilk etapta hanefî fukahası akla gelir. Hanefîler'in "Re'y taraftarları" diye adlandırılması hüküm çıkarırken re'yi çok iyi kullanmalarından ileri gelmiştir. Yoksa Irak'ta veya Medine'de, yani fıkhın bulunduğu her yerde re'y de vardır. Ayrıca bu tabirin Ebû Hanife ve taraftarları için kullanılması onları küçümsemek için değildir. Bu, onların kendi görüşlerini, sünnete ve sahabilerin ictihadlarına tercih ettiklerini söylemek gayesini de gütmez. Çünkü Ebu Hanîfe ve arkadaşları böyle bir anlayışa sahip değildirler.[3] Ehl-i Re'y fukahasının başı sayılan ve aynı zamanda kıyas üstadı olan Ebu Hanife, ictihadlarında şu metodu takip ederdi: Önce Kur'ân-ı Kerim'e başvururdu. Kur'ân'da bir hüküm bulamadığı zaman Sünnete başvururdu. Sünnet'te de bulamazsa âlimlerin icmâını kabul ederdi. Bir konuda İcmâ' da yoksa sahâbîlerin söz ve uygulamalarına bakardı. Sahâbiler'in ittifak ettikleri görüşü tartışmasız benimser, ihtilafa düşmeleri halinde onlardan birisinin görüşünü tercih ederdi. Tabülerin görüş ve fetvalarına uymayı zorunlu bulmaz ve: "Onlar nasıl insan iseler biz de öylece insanız" yani biz de onlar gibi ictihad ederiz derdi. Kıyas, Ebu Hanife'nin çok iyi kullandığı bir metod idi. İstihsân, yani maslahattan dolayı kıyası terkedip daha uygun bir hükme varmak ve örf ve teâmül gibi geri kaynaklara dayanarak rey'ini ortaya koyardı. Re'yi kabul edenler onun metodu hakkında görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Şâfiîler'e göre re'y metodu kıyastan başka bir şey olamaz. Hanefiler bunun yanında istihsan prensibini de getirmişlerdir. Mâlikîler'le Hanbelîler'in bir kısmı, re'yin manasını daha da genişleterek kıyası, istihsanı ve "mesail-i mürsele"yi de kabul etmişlerdir.[4] Reâ fiilinden mastar olan re'y görmek, inanmak, bilmek, sanmak ve sonunu düşünmek demektir. Bir isim olarak re'y; görüş, inanç, akıl, tedbir anlamlarına gelir. Daha sonra bu kelime, "mer'îyyün"; görülen ve düşünülen şey anlamında kullanıldığı gibi, terim olarak; iyice düşünüp taşındıktan ve doğru olan yönü araştırdıktan sonra ulaşılan görüş ve kanaat anlamına gelmektedir. Sahâbe ve Tâbiîler re'yi; Kitap ve Sünnetin açıkça çözüme kavuşturmadığı meseleleri, âyet ve hadislerin ışığı altında hükme bağlamak için tutulan yol olarak anlamışlardır. Fıkıh usulünde re'y, hakkında nas bulunmayan konularda şerîatin gösterdiği düşünme yollarından gidilerek yapılan aklî bir faaliyettir.[5] Re'y, ikiye ayrılır. İslâm nazarında övgüye değer bulunan re'y ve kınanan re'y. İslâm'ın ruhuna uygun olup, ciddi bir araştırma ve kafa yorma ürünü olan re'yler övülmüştür. Bunlar fıkıh usulünde, ictihad derecesinde görüşlerdir. Hubâb b. el-Münzir (ö. 19/640), Bedir savaşına çıkıldığında Rasûlüllah'a, konakladığı yeri vahiyle mi yoksa kendi re'yi ile mi seçtiğini sormuş, vahye dayanmadığı cevabını alınca sebeplerini anlatarak başka bir yer tavsiye etmişti. Bunun üzerine Cebrâil (a.s), Hubâb'ın re'yinin isâbetli olduğu, haberini getirmiştir.[6] Hz. Peygamber Muaz b. Cebel'i (ö. 18/639).Yemen'e görevli olarak gönderirken ona; "Ne ile hükmedeceksin?" diye sormuş; Muaz da "Allah'ın kitabı ile" cevabını vermiştir. Hz. Peygamber; "Allah'ın kitabında bir hüküm bulamazsan?" buyurunca, Muaz; "Allah'ın elçisinin sünnetiyle" demiştir. Hz. Peygamber; "Onda da bulamazsan?" diye sormuş, Muaz ise; "Re'yimle ictihad ederim" cevabını vermiştir. Bunun üzerine çok memnun olan Hz. Peygamber; "Rasûlünün elçisini, Peygamberinin razı olduğu şekilde muvaffak kılan Allah'a hamd olsun" buyurmuştur.[7] İkinci kısma giren kınanan re'yler ise İslâm'ın ruhuna aykırı olan re'ylerdir. Hz. Ömer bu çeşit re'yleri kastederek; "Re'y sahiplerinden sakınınız. Çünkü onlar, Sünnetin düşmanıdırlar; hadisleri öğrenip hıfzetmekten aciz oldukları için re'y ile konuşurlar ve böylece hem kendileri saparlar, hem de başkalarını saptırırlar"[8] Abdullah b. Amr Hz. Peygamber'in şöyle dediğini nakletmiştir: “Allah size ilmi verdikten sonra zorla söküp almaz. Ancak sizden onu, âlimleri ilimleriyle birlikte öldürerek alır ve geriye kara cahiller kalır ki, onlardan fetvâ sorulur, onlar da reyleriyle fetvâ verirler; böylece hem kendileri saparlar, hem de başkalarını saptırırlar"[9] Bu duruma göre bazı re'yler merdûdtur. Re'yle ictihad arasındaki önemli fark da budur. Tâbiîler devrinin sonlarına doğru "re'y", özellikle inanç sahasında Hâricîlerin görüşü gibi bid'at inançlar; fıkıh sahasında ise kıyâsı ifade etmek üzere kullanılmıştır.[10] Daha önceden Hz. Ömer devrinde Fustat (eski Kahire), Küfe ve Basra gibi büyük İslâm şehirleri kurulmuş ve bu merkezlere aralarında birçok sahâbenin de bulunduğu binlerce müslüman yerleşmişti. Diğer yandan Hz. Ömer (ö. 23/643), Abdullâh b. Mesud'u (ö. 32/652) Kûfe'ye göndermiş, Hz. Ali (ö. 40/660) de idare merkezini oraya nakletmişti. Emevîler idareyi ele alınca, özellikle onlardan memnun olmayan Sahâbe âlimleri yeniden Hicaz'da toplanmaya başladılar. Böylece, Ashâb-ı kiramdan ilim, irfan ve feyz almak isteyen Tâbiîn nesli âlimleri, aradıklarını daha çok Hicaz veya Irak'ta bulmuş ve iki merkezde yerleşmiş olan Sahâbe bilginlerinin çevresinde halkalanmışlardı. Yer ve üstad farkından dolayı zamanla bu bölgelerde iki ilmî grup teşekkül etti. Merkezi Küfe olan "Irak Ekolü" ve merkezi Medîne olan "Hicaz Ekolü". Irak ekolüne "re'y ehli" de denir. Bunların Sahâbeden olan üstadları; Hz. Ömer, Alî b. Ebî Tâlib ve Abdullah b. Mesud'dur. Hz. Ömer'in Irak ekolüne etkisi Abdullâh b. Mesud vâsıtasıyla olmuştur. Ömer Küfelilere "İbn Mesud'a ihtiyacım olduğu halde sizi kendime tercih ettim" diyor; İbn Mes'ud da "Ömer, ilmin onda dokuzunu alıp gitmiştir" diyerek takdirlerini bildiriyordu.[11] Bu Sahâbî üstadların yetişdirdiği başlıca Küfe ekolü mensupları; Alkame b. Kays, Mesruk b. el-Ecda', İbrahim en-Nehâî, Kâdî Şurayh b. el-Hâris, el-Esved b. Yezid ve Ebû Hanife'nin hocası Hammad b. Ebî Süleyman'dır. Ebû Hanîfe'nin temsil ettiği re'y ekolünün önemli özellikleri şunlardır: Bunlar Sünneti reddetmez, onu da delil olarak kabul ederler. Fakat hadis kaynağı olan Hicaz'dan uzakta bulunmaları ve kendi devirlerinde uydurma hadislerin yaygınlaşması üzerine, hadisin sıhhati konusunda titiz davranırlar. ve rivayetinden çekinirler. Hz. Ali'nin râvîlere yemin ettirmesi, Abdullah b. Mesud'un hadis rivâyet ederken sararıp titremesi ve "yahut Hz. Peygamber'in dediği gibidir" cümlesini eklemesi bu tedbir ve çekingenliğin örnekleridir. Buna karşılık Küfelîler kıyas, istihsan ve maslahat gibi re'ye dayanan usullerle hüküm ve fetvâ vermekten çekinmezler. Meseleler meydana gelmiş olsun veya olmasın müzâkere edilmeli ve hükme bağlanmalıdır. Bunlar kendi üstadlarına çok bağlı ve re'ye fazla yer vermekle birlikte sahîh bir hadisle karşılaşırlarsa hemen re'yi terkedip hadisi tercih ederler. Ancak Ebû Hanîfe âhad haberi, yani tek râvili hadisleri şu şartlarla kabul eder: a) Râvinin amelinin, rivâyet ettiği Sünnete uygun olması; b) Râvînin güvenilir ve fakîh olması[12] Meselâ, Ebû Hüreyre (ö. 57/676)'nin rivâyet ettiği "Birinizin kabına köpek batarsa, birisi temiz toprakla olmak üzere yedi defa yıkasın"[13] hadîsini Ebû Hanife kabul etmez. Çünkü Ebû Hüreyre bu hadisle amel etmez ve böyle bir kabı üç defa yıkamakla yetinirdi. İşte bu durum, o hadisi rivâyet yönünden zayıflatmakta, hattâ onun Ebû Hüreyre'ye nisbetini dahi şüpheli bir duruma sokmaktadır. Merkezi Hicaz olan eser veya hadis ehlinin, oradaki temsilcisi ise Mâlik b. Enes'tir (ö. 179/795). Fazlaca hadis rivâyeti yapılan bir bölgede bulunması onun ehl-i hadis veya ehl-i eser sayılmasına neden olmuştur. İmam Mâlik Kitap ve Sünnet yanında Medînelilerin amelini de delil olarak alıyor ve âhad haberleri, ancak Medînelilerin ameline ters düşmemesi şartıyla kabul ediyordu. Çünkü o, Medînelilerin dinî işlerle ilgili uygulamasını, Hz. Peygamber'e ulaşıncaya kadar bin kişinin bin kişiden rivâyeti sayar ve bunu "meşhûr hadîs" derecesinde görür.[14] Hicaz ve Irak bölgelerinde gelişen bu fıkıh ekollerini birbirinden kesin çizgilerle ayırmak mümkün değildir. Çünkü re'yci ve Küfeli olarak tanınmış Alkame (ö. 62/682), İbrahim en-Nehâî (ö. 96/914) ve Ebû Hanîfe gibi müctehidler sıhhat şartları bulununca âhad haberi de kabul ve tatbik etmişlerdir. Yine Medîneli ve eserci olarak tanınan Saîd b. el-Müseyyeb (ö. 94/712), ez-Zuhrî (ö. 124/741), Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855), İmam Şafii (ö. 204/819) ve Mâlik b. Enes (ö. 179/795) gibi müctehidler de re'y ve kıyası uygulamışlardır.[15] Bu iki ekolün ictihad ve ihtilafına şunları örnek verebiliriz: a. Küfe ekolü, cehrî olsun hafî olsun, imama uyularak kılınan namazda cemaatin kırâatini uygun bulmuyor. Bu konuda Câbir b. Abdillâh'ın (ö. 74/693) rivâyet ettiği "Kim bir imama uyarak namaz kılarsa, imamın okuyuşu ona yeterlidir" hadîsi ile, Hz. Ali'nin (ö. 40/660) "İmanın arkasında okuyan, çirkin hareket etmiş olur" sözüne dayanır.[16] Medîne ekolü ise cehrî namazlarda okunmamasını, hafî namazlarda ise okunmasını tercih eder. Dayandıkları deliller şunlardır: Abdullah b. Ömer (ö. 74/693) "Biriniz imama uyarak namaz kılarsa ona imamın kırâati yeterlidir" demiş; Ebû Hüreyre'nin naklettiği bir hadiste de, cehrî olarak kılınan bir namazda, Hz. Peygamber cemaatten birinin Kur'ân okuduğunu işitmiş; kendi okumasını zorlaştırdığı için, namaz sonunda onu bundan menetmişti. Bundan sonra halk cehrî namazlarda imamın arkasında okumayı terketmişlerdi.[17] b. Re'y ehlinden İbrahim en-Nehâî Hz. Peygamber'in namazda, yatırılan sol ayak üzerine oturduğunu ifade eden rivâyetlere dayanıyor. Eser ehlinden el-Kâsım b. Muhammed (ö. 102/720) ise namazda oturuş şeklini çevresindekilere gösterirken, sağ ayağını dikiyor ve sol kabası üzerine oturuyor. Bunu yaptıktan sonra da Abdullah b. Ömer'in aynı şekilde yaptığını naklediyor.[18] Buna göre, her bölge, kendi üstadlarından elde ettiği bilgiyi nakletmiş ve uygulamıştır. c. Yine iki ekol arasında mahkemede, tek şahid ve bir yeminle karar verilebileceği konusunda ihtilaf edilmiştir. Medine ekolü "Hz. Peygamber'in bir şahid ve bir de yeminle hükmettiği" rivâyetini esas alarak uygulamada bulunmuştur. Küfe ekolü ise, "İki erkek şâhidin şâhitliğini alın, iki erkek bulunamazsa bir erkek ile iki kadının şâhitliği de olur" (el-Bakara: 2/282) meâlindeki âyet ile, "Beyyinenin davacıya, yeminin ise davalıya âit olduğunu" bildiren hadîse dayanarak, "Bir şâhid ve bir yeminle hüküm verme" görüşünü kabul etmez. Diğer yandan Küfeliler; "Şâhid ve yeminle hüküm verme" hadisini sağlam bir yoldan işitmemişlerdir.[19] Sonuç olarak vahiy ve Sünneti akıl ve tecrübe ile yorumlayan ve toplumda karşılaşılan problemleri toplum yararı yönünde çözmeye çalışan re'y veya Irak ekolü İslâm hukukuna akılcı bir dinamizm kazandırmış, yüzyıllar boyunca uygulamayı kolaylaştırmıştır. Ancak gelişen ve değişen hayat şartları karşısında bu dinamizmin de yenilenmesi ve geliştirilmesi gereklidir.[20]
[1] Ebû Dâvud, Akdiye: 11. [2] Osman Keskioğlu, Fıkıh Tarihi ve İslâm Hukuku, 67. [3] Muhammed Zâhid el-Kevserî, Hanefî Fıkhının Esasları, Trc. Abdulkadir Şener, Cemal Sofuoğlu 20, 21. [4] M. Ebu Zehrâ, a.g.e., 69; Abdülkerim Ünalan, Durak Pusmaz, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/165-166. [5] İbn Kayyim, İlâmü'l-Muvakkıin, Mısır 1955, I, 66; İbn Sa'd Tabakât, Beyrut 1960, II, 15, 375, 386; İbn Hacer, el-İsâbe, I, 302. [6] İbn Sa'd, a.g.e., II, 15; İbn Hacer, a.g.e., I, 302. [7] Şâfiî, el-Ümm, VII, 273; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 230, 236, 242; Tirmizî, Ahkâm, III; es-Serahsî, el-Mebsût, XVI, 69, 70. [8] İbn Kayyim, a.g.e., I, 63, 91 vd. [9] Buhârî, İ'tisâm: 73; İbn Mâce, Sünen, Mısır 1313 H., I,14. [10] Zebîdi, Tâcul-Arüs, I, 141; Zeylaî, Nasbu'r-Râye, I, 21-23; eş-Şirâzî, Tabâkât, Beyrut 1970, s. 135. [11] İbn Kayyim, a.g.e., I,16,17, 20. [12] İbn Kayyim, a.g.e., I, 14-22; Dârimî, Sünen, I, 83-84; Şah Veliyullâh, Huccetûllah, Seyyid Sâbık Mısır 1966, s. 6,10 vd.; Ebû Zehra, Usulül-Fıkh, s. 108-111. [13] Buhârî, Vüdû: 33; Müslim, Tahâre: 89, 91, 92, 99. [14] Ebû Zehra, a.g.e., s. 109, 110. [15] Hayreddin Karaman, İslâm Hukukunda İctihad, Ankara 1975, s. 109. [16] İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, Haydarâbâd 1966, I, 375-377. [17] Mâlik, Muvatta; I, 44. [18] Mâlik, a.g.e., II, 47. [19] Şâfiî, el-Ümm, VII,182; Zeylâî, Nasbü'r-Râye, IV, 95 vd. [20] Hamdi Döndüren, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/249-251.
|
665 kez okundu |
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |