• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/ali.gulhan.58
  • https://www.twitter.com/ali69gulhan
ali gulhan

Resûlullah (s.a.v)'In Bazı Özellikleri Ve Mescidiyle Kabrini Ziyaret Etmenin Fazileti Hakkındadır

Resûlullah (s.a.v)'In Bazı Özellikleri Ve Mescidiyle Kabrini Ziyaret Etmenin Fazileti Hakkındadır

 

Resûlullah (s.a.v.), arasında gömlek ve sarık bulunmayan üç par­ça kumaşla kefenlendi. Kefenleme bitince, kabrinin kenarındaki se­dir üzerine kondu ve halka izin verildi. Grup grup giriyorlar, hücre­ye, imamsız olarak O'nun namazını kılıyorlardı. Namaz kılanların sırası şöyleydi: Önce amcası Abbas, sonra Hâşim oğulları, sonra Mu­hacirler ve Ensâr. Daha sonra da öbür halk kitleleri gelip kıldı... Ve Resûlullah (s.a.v.) vefat etmiş olduğu yere, Hz. Âişe'nin odasındaki yerine defnedildi.

Resûlullah (s.a.v.} vefat ettiğinde, dokuz tane hanımı vardı. Hz, Şevde, Hz. Aişe, Hz. Hafsa, Hz. Ummü Habibe, Hz. Ümmü Selemer Hz. Zeyneb bin Cahş, Hz. Cüveyriye, Hz. Safiyye, Hz. Meymûne. Bun­lardan, sadece Hz. Âişe (r.aJ'yi bakire olarak almıştı.

Üç tane oğlu olmuştur: Kasım (ki kendisi onunla künyelenir) ve Peygamberliğinden önce doğmuş, iki yaşındayken vefat etmişti. Ab­dullah ki, Tahir ve Tayyib diye de adlanırdı. Nübüvvetten sonra dünyaya gelmişti.

İbrahim ise, Medine'de, sekizinci yılda doğdu, onuncu yılda ve­fat etti.

Dört de kızı vardı:

Fâtıma, Zeyneb, Rukiyye, Ümmü Külsum. Hz. Rukiyye, Bedir günü, yâni ikinci yıl Ramazanında vtat etti. Ümmü Külsum ise do­kuzuncu yılda Şaban ayında vefat etti. Bu ikisi de, sırasıyla, Hz. Osman Ibn Affân (r.a.)'ın nikâhına girmişti. Hz. Zeyneb ise, en bü­yük kızı olup, Ebü'l-Âs ile evliydi ve Hicretin sekizinci yılında vefat etti. Hz. Fâtıma (r.a.) için söze hacet yok. Hz. Ali (r.a.)'nin zevcesi, Hz. Hasan ve Hüseyin'in anneleriydi. Resûlullah, insanların en yi­ğidi idi. Özellikle de Ramazan günlerinde... Herkesten çok daya­nıklı ve metin idi. Yine insanların en güzeliydi. Hem hulk (huy),, hem de haki (dış görünüş) bakımından. En eliaçık ve en güzel kokulusuydu insanlığın. Muaşerette en üstün, Allah'tan korkmada İse en şiddetli... Asla kendi nefsi için kızmaz, intikam almaz, ancak Al­lah'ın yasakları ciğnenirse kızar, kızması da ancak Hak yerini bu­lunca geçerdi. O'nun ahlâkı Kur'an İdi. İnsanların tecavüzce en ilerisi olup, ev halkının işlerine bile yardımcı olur, zayıfları son derece himaye ederdi,. Haya bakımından da insanların en üstünüydü, de­sek yerindedir. Asla yemek ayırmaz; iştahı varsa yer, yoksa bırakır­dı. Hiçbir zaman yaslanıp ya da bir masaya oturup yemek yeme­miştir. Yiyeceklerden tatlıları ve özellikle balı çok sever, debbeki (kabak yemeğini) aşırı severdi. Öyle olurdu ki; bir ay, iki ay evinde ateş yanmaz, yemek pişmezdv... Hediyye kabul eder, sadaka yemez­di. Ayağına sandalet giyer, elbisesini yamalar, hastaları ziyaret eder. O'nu, ister fakir, ister zengin kim da'vet ederse, da'vete icabet eder­di. Yatağı, iç hurma lifi dolu bir deri minderdi ...Hâsılı dünya me-tâmdan erzak ve malzemesi son derece tiz idi. Allah O'na yeryü­zünün tüm hazinelerinin anahtarını vermişken O, bunların yerine âhirettekini tercih etti... O, sürekli düşünür ve zikirle meşgul olur­du. Gülmesi hep tebessüm halinde görülürdü. Mizah bile yaptığı ol­sa hep olanı, gerçeği söylerdi (uydurma, asılsız değil). Ashâbıyla ül­fet eder, iyilik yapan herkese iyilikte bulunur ve her birinin işine yar­dımcı olurdu.

Sahîh-i Buhâri'de, Enes İbn Mâlik'ten nakledildiğine göre O, şöyle demiştir: «Resûlullah (s.a.v.)'m elinden daha yumuşak ne ipek, ne atlas benim elime değmedi. O'nun kokusundan daha hoş bir ko­ku da koklamadım. Ben O'na on yıl hizmet ettim. Ama bana asla: Öff» demedi, yaptığım hiçbir işe niçin böyle yaptın, yapmadığıma da niçin böyle yapmadın, diye azarladığını duymadım.»

Bilelim ki, O'nun mescidini ve kabrini ziyaret, Allah'a en yakın olma hallerindendir. Bunun üzerinde ise, bütün devirlerde, bütün İslâm uleması ittifak etmiştir, tht.lâf eden olmamıştır, tâ günümü­ze kadar, İbn Teymiye hariç (Allah onu afvetsin). O'na göre Re-sûlullah (s.a.v.)'ın kabrini ziyaret meşru değildir. Halbuki, ona rağ­men müslümanların ittifak ettiği bin sürü delil var-.

a) Genel anlamda kabir ziyareti meşru ve hoşlanılan birşeydir. Nitekim,   hepsi   bir  yana,   yukarıda  naklettiğimiz   gibi  Resûlullah (s.a.v.) âdeta her gece Baki1  kabristanına gider ve orada yatanlara selâm verip mağfiret dilerdi... Sahihte böylece sabit olmuştur. Bu­nun tafsilâtına dair hadisler çoktur. Eh, Resûlullah'ın kabri de umu­ma dahil olduğuna göre, onun hükmü de kendiliğinden anlaşılır.

b) Resûlullah (s.a.v.)'m kabrini ziyaret hususunda Sahabe, Tâbiîn ve onlardan sonraki dönemlerde ulemanın icma'ı sabit olmuş­tur. Hattâ, O'nun Ravza-i Şerifinden her geçişte O'na selâm veril­mesi gerektiğine dair hadîsleri de bütün seçkin İslâm ulemasının ara­sında bizzat îbn Teymiye de nakletmiştir.

c) Sahabelerin de, Resûlullah (s.a.v.)'ın kabrini sık sık ziyaret etmekte oldukları sabittir. Ceyyid isnat ile Îbn Asâkir'in nakline gö­re Bilâl (r.a.) bu ziyaretçilerden biridir. Mâlik'in Muvatta'ındaki nak­line göre de, îbn Ömer, Ahmed'in nakline göre de Ebû Eyyub sık ziyaret edenlerden olup, hiçbir kimse de çıkıp onlara mâni olama­mış, ya da kötü görüp ayıklamamıştır.

d) Ahmed  (r.a)'in sahih senedle, nakline göre Muâz îbn Ce-bel'i Yemen'e gönderirken, vedâlaşıyor ve şöyle diyordu: «Muâz! bel­ki bu yıldan sonra artık benimle karşılaşamazsın. Ama muhtemel ki bu mescidime ve kabrime uğrarsın.»   Hadîste   «Lâalle»   kelimesi geçiyor   Bu kelimenin haberine «En»  dahil olursa arz ve rica mâ­nâsı ifade eder. Bu cümlenin dizilişi apaçık bir tavsiye ifade ediyor. O'na selâm vermesi tavsiye ediliyordu[51]. Durum böyle bir açıklığa ulaşınca, artık tek başına kalan îbn Teymiye  (r.h.)'nin iddia ettiği tarza karşı başka bir savunmanın yersiz ve kabri ziyaretin de meş­ru bir amel olduğu anlaşılır...

Zâten Îbn Teymlye'nin bu konudaki dayanağının hepsi Resûlul-lah (s.a.v.)'ın şu kavlidir: İnsanın, ziyarete bineğini ancak şu üç mescide gitmek için hazırlaması uygun olur: Mescidi Haram, Be­nim Mescidim ve Mescid~i Aksa».

Yine: «Allah Yahudilere lanet etsin. Onlar peygamberlerinin kab­rini mescid haline getirdiler». Ayrıca: «Kabrimi iyd (bayram) yeri edinmeyin!»

Halbuki bu üç hadis-i şerifte de, o zâtın tek başına iddia etti­ği şeye bir dayanak mevcut değil. Meselâ: «Hayvan koşturulmaz veya hazırlanmaz...» diye başlayan hadis: «Şu üç mescidin ziyare­ti için uzaklardan kalkıp gelmek, bunun için hazırlanmak, başka yerlere nazaran daha uygundur» anlamında kinayedir. Yâni bura-âaki özelleştirme izafidir. Zira sahihte sab;t olan hadîse göre Resû-lullah (s.av.) Küba mescidini de her hafta, hattâ bir rivayete göre her Cumartesi günleri ziyaret ederdi. Buna bakılınca, O'nun bu mes-cidlerden başkalarını da ziyarete tahsis etmiş olduğu kabul edilir. Ama Resûlullah (s.a.v.) orası için at koşturmadı denemez. Çünkü böyle bir tefsire girişilirse; o zaman bir kimsenin, bir yerden bir ye­re gitmesi eğer hayvan hazırlayıp gidilmedlyse caiz, yok binek ha­zırlayıp özel gidilirse, bu üç mescidin dışındaki yerleri ziyaret ha­ram olması gerekirdi. Bu tür bir mantığı ise en zayıf akıllar bile reddeder... «Allah, yahudilere lanet etsin. Peygamberlerinin kabri­ni mescid yaptılar», hadisine gelince, genel haliyle ziyarete delâleti yok.

Çünkü, yukarıda izahı geçtiği üzere, burada kabrin veya çevre­sinin namazgah edilmesini ayıplamaktadır. «Mesâcid» sözü bunu an­latır. Çünkü mescid, namaz kılınan yerin adıdır. Çünkü kabri sade­ce ziyaret, onu mescid

edinme anlamına edinmiş olurdu. Öyle ya, O da Baki' kabristanını her gun ziyaret ederdi.

«Kabrimi bayram yeri yapmayın» sözüne gelince: Bu demektir ki, benim kabrimi ziyareti muayyen günlere bağlamak suretiyle; bay­ram günleri gidilen mahallere benzetmeyin. Nitekim Hafız el-Mün-ziri de, öbür hadîs uleması da böyle tefsir etmişlerdir. Ayrıca; o ma­halde, süslü püslü görünme, yığılıp bağırıp çağırma, laubali hare­ket etme; yâni bayram şenliğine gelmiş gibi davranmanın nehyedil-mesini anlamak da mümkündür tabii... Ama, Resûlullah'ın kendi kabrini, sırf ziyaretten menetme anlamına yormak, çok uzaktır. Çün­kü yine «îyd»den kastı, kabri ziyaret olsa; o zamanda Resûlullah, Baki' mezarlığını «lyd» yâni bayram yeri kabul etmiş olurdu. Bu te­zat nasıl anlaşılsın?

Şimdi, dikkat etmeliyiz. Resûlullah (s.a.v.)'m kabrini ziyaretin de birtakım usûl ve âdabı vardır. Ve uyulması zaruridir. Allah sa­na, orasını ziyareti nasibederse, önce ona doğru bir niyetle karar ver. Önce O'nun mescidini ziyarete, sonra da kabrini ziyarete niyet et. Medine'ye girerken boy abdesti al. En temiz elbiselerini giyin. Medine'ye ayak basıp O'nunla şereflendiğinde, Allah'ın yarattık­larının en hayırlısı ile şereflendirdiği bir beldeye girmekte olduğuna kalben hâzır ol. Mescide girer girmez de doğruca «Ravza»'ya yönel. Kabirle minber arasında iki rek'at Tehıyyetü'l-Mescid kıl. Bundan sonra «Kabr-i Şerif»'e yaklaştığında; dikkat et, öyle şamata ve teha­cümden sakın. Bazı cahillerin yaptığı gibi, şebekeye yapışıp öpme, elini yüzünü sürme vs. den şiddetle sakın. Bu, insanı harama kadar götüren b'r bid'attır .. Aksine, kabirden mümkün mertebe uzakta dur. Önüne gelen duvarın karşısında heybetle celâl duygusuyla dur.

Ve Resûlullah'a hafif bir sesle selâm ver; «Şehadet ederim ki, Allah'­tan başka ilâh yoktur. Şehadet ederim ki; sen Peygamberlik ödevini duyurup yerine getirdin. Ümmetine nasihatim yapıp on­ları güzel öğüt ve üstün hikmetle Allanın nizamına çağırdın. Son ne­fesine kadar da Allah'a kulluktan geri kalmadın. Öyleyse, sana, as­habına, ailene; Rabbimin sevip dilediği ve razı olduğunca salât ve rahmet etsin...» de.

Sonra biraz sağa kayarak kıbleye dön. Böylece yönelişin, sırf kabre olmamış olsun. Ve elini açıp kalbin Aziz ve Celîl olan Allah'­ın korku ve ürpertisi içinde duâ et. Ama, sakın bunu Resûlullah (s.a.v.)'a karşı edebsizlik de sanma. Sanma ki, duâ kabre yönelerek yapılmalıdır. Hayır! Duâ Allah (c.c.)'a bir hitaptır. O'na hitabta ise ikinci birşeyin iştiraki asla caiz olmaz. Ve Allahü Teâlâ'ya duada dönülecek en hayırlı yön ise Kıble'dir. Sen sakın, birtakım câhil ve bid'atçılardan gördüğün şeylere itibar etme. Ve duana şöyle başla:

«Ya Rab! Sen buyurdun, buyruğun haktır: «O nefsine zulmeden­ler sana gelip de Allahtan af dileselerdi, Resul de onlara af dilerdi ve Allah'ın ne kadar da tevbeleri kabul ettiğini göreceklerdi.»

îşte ben de sana geldim, tevbe ediyorum. Günahlarımdan istiğ­far edip, Resulünden de şefaat diliyorum, senin nezdinde!. Ve yâ Rabbi, sağlığında O'nun kendisine mağfiret ettiğin gibi, bana mağfi­ret etmeni bekliyorum...

Bundan sonra da, artık, din ve dünyan için, din kardeşlerin ve yakınların için istediğin kadar çok duâ et.

Ey kardeşim! Bu duada bana da bir hisse ayırmayı unutma sa­kın. Ve de ki; yâ Rab! Öncekileri ve sonrakileri, o muhakkak ola­cak mahşer gününde topladığında; şu fakir günahkâr kulun, «M. Said Molla Ramazan oğlunun» da günahlarını en uygun şekilde ört. Ve bağışladığın kullarının arasında onu da ni'met ve bereketinin hi­mayesine dahil et. Onu da, Resulün K^uhammed aleyhisselâm'ın Hav-zı kenarında o şerbetten takdim edilenlerden eyle. O, yüzünde neş'e ve tebessüm, Havzının kenarında; hayat dağıtmak için, ashabım, ta­nımadığı tüm ümmetini, kendisini iştiyakla sevenleri beklediği gün­de!.. Onu kovulan ve mahrum bırakılanlara katma.

Bu senin için bir ahd olsun kardeşim. Hangi halde olursan ol, bu kitabı bitirdiğinde, Allah'tan bu kardeşin için taleb edeceğin bir ahd. Ve bil ki; bir kardeşine gıyabında duadan daha hâlis ve samimt-si olamaz. Sakın beni unutma!..

Ben ise, Allah'a bu kitabı bitirirken tevfik ve hidâyetinden ötü­rü sonsuz şükür ve hamdimi arz ediyorum. Aynı zamanda sevgilisi Muhammed Mustafa (s.a.v.)'nın sünnetinden bana en güzel nasibi ihsan etmesini yalvara yakara istiyorum. Gönlümü O'nun sevgisiyle doldurmasını, bizi de O'nun sancağı altında toplamasını diliyorum. Ve her müslüman kardeşim için de tıpkı bunları niyaz ediyorum.

Ve nihayet, O yüceler yücesi dergâhtan benim şu kitabı yazar­ken, farkına varmadan düştüğüm hatâları hoş görmesini, sâdır olan yanlış ve kusurları bağışlayıp; sarfettiğim gayret ve doğru niyetten ötürü bu kitabı bana şefaat belgesi kılmasını temenni ediyorum.

Salât ü selâm, her türlü ihtiram; o Ürarai Nebimize, O'nun âl ü ashâb ü etbâına olsun.

Dâva ve duamızın başı ve sonu: «ElhamHü Hllâhi Rabbİ'l âlemin'dir. [52]

 

Fıkhu’s-Siyre İçin Basında Yazılanlar

 

«Fıkhu’s-Siyre»

 

Çiçek bahçemizde yeni hârika bir gül daha açtı! Her açan yeni gü­le selâm olsun. Rengiyle, kokusuyla gönül ve gözlerimize ziyafet çeken rengârenk güller, siz ne güzelsiniz! Tüm çiçekler güzel ama yediveren gülleri daha bir başkadır. Bazı güller vardır kokusu, rengi ve formuyla di­ğerlerinden daha gözalıcıdır! Böylesi güllere «Sultanî Gül» derler. Gülü sevenlere, bahçevan hep bu gülü göstererek: «Hârika değil mi?» diye sorar bazen. Eğer siz gülden anlıyorsanız, hele hele tutkunsanız, o gülü övecek kelime bulmakta zorluk çekersiniz! Binbir emek çekilerek yetiş­tirilen böylesi nadide bir gülü yetiştiren bahçevana içinizde ancak bir minnet, bir sevgi duyarsınız.

Diğer adıyla «Peygamberimiz (s.a.v.)'in uygulamasıyla İslâm» eserini ölime alır almaz; böyle bir duygu »ardı içimi. Eskilerin deyimiyle «Zarf ve Mazruf» bir aradadır. Yalnız cildi güzel, baskısı güzel değil «İçerik» muhteva bakımından güzel! Aslolan da bu değil mi? Okuyucuya verdiği mesai nisbetinde değer kazanır bir kitab! Kitab vardır uyutur, kitab var­dır uyandırır. Sizi uyandıran bir kitabı okudukça, yazarın düşünce kapa­sitesi sizi etkilemeye başlar, okurken O'na saygı ve sevgi duyarak okur­sunuz. Hele bir kitabın nasıl bir doğum sancısı İçinde meydana geldiğini biraz biliyorsanız, bu saygınız minnete dönüşür!

Tarihimizin içinden süzülüp gelen saygt değer âlimlerimizin özgün te'liflerini okurken hep bu duyguyla okumuşuzdur. Ondört asırlık bir za­man içinde eserleriyle haklı bir üne kavuşan ve müslümanların gönlüne taht kuran kaç âlimimiz var? Her asırca on veya onbeş kadar değil mi? Belki bazılarının değerleri öldükten sonra anlaşılmış olur. Yeni gelen âlime bazı kısır yetenekliler yer açmak istemezler; dudak bükerler, istihfaf eder­ler. Köşeleri tutanların her devirde âdetleri böyledir! Ama, yeni gelenin bileği güçlüyse, bu yeri kendi bileğinin gücüyle açmasını bilir. Dr. Said Ramazan el-Bûtî Hocamız da bu bileği, yâni kalemi güçlü olanlardan... Ne için yazdığını bilenlerden! Zamanın sırrını kavrayan, zamanı yaşayan soylu bir âlimimiz! Onu, bize bu eseri tercüme ederek kazandıran Ali NAR Hocamız daha iyi tarif ediyor.

«Üstad M.S. Ramazan, bütün vazifelerini yürütürken, bir yandan da ülkede 'intişar eden çeşitli gazete ve özellikle ilmî dergilerde, ilmî, fikrî ve edebî yazılar neşretmekteydi. Yine çeşitli seviyede, halka ve gençliğe hitaben konferanslar vererek, camilerde geniş çaplı sohbet düzenleyerek -halkı irşad ediyor, kültür ve inanç yönünden genç müslümanlan eğiti­yordu... Dersleri, sohbet ve konferansları da umumiyetle yazdığı ilmî eser­lere istinad ediyordu. Yâni şu sunduğumuz «Fıkhu's-Siyre İle itikadı ko­nulan ele alan «Kübrâ'l-Yekiniyât» kitablarındaki konuları izah ve yorum­ları çevresinde, müslüman halkın din ve dünya ufkunu aydınlatmağa uğ­raşıyordu.»

Öte yandan tabiî, ilmî, fikrî ve edebî olmak üzere yeni eserler ver­meye halen devam etmektedir... Eserlerinde ele aldığı başlıca konular, Fıkıh, Usûl-i Fıkıh, Akîde, Felsefe, Sosyoloji, Edebiyat... Yirmi beşten faz­la eserinden bazılarına birer cümleyle işaret ediyoruz» diyor.

Üstadın kısa biyografisini ve verdiği te'lif eserleri okuyunca geçmiş­teki âlimlerimizi anımsıyoruz. Kesintiye uğrayan bir devirden sonra, ye­niden dirilişimizin öncülerini selâmlıyorsunuz. Şimdikilerin birçoğu ancak bir tek ilim dalında uzman olabitiyorlar. Bu devirde bu bile kolay değil iken, üstadın bu kadar ilim dalında mütehassıs olması, ilmî ve fikrî kariye­ri hakkında, dahası bir «Dâva adamı» olması hakkında yeterli bir fikir ve­riyor bize... Onun için: Bir pınar bulmuşuz, isitifade etmesini bilelim di­yoruz

AH NAR kardeşimizle birlikte bu kıymetli esere emeği gecen Orhan AKTEPE kardeşimizi ve GONCA yayınevi sahiplerini bize böylesi özgün eserler kazandırmaları duâ ve temennisiyle tebrik ediyor, «Esselâmü Aley-küm ve Rahmetullahi ve Berekâtühû» diyoruz.

Mustafa ARAFATOĞLU[53]

 

Fıkhu's-Siyre Ve Ali Nar

 

«Batt'ntn ilimde ilerlediği gibi onlar da ilerlemiş olacak­lar, kalkınpıa ve teknolojide onların seviyesine çıkmış ola­caklar...»   Dr. M. S. R. el-BÛTÎ

 

Rkhu's-Siyre müellifi muhterem Dr. M. S. Ramazan el-Bûtî'yi şahsen tanıyabilmiş değilim. Talih; her zaman ve her konuda gülmüyor insana...

Vesile-i tesellidir ki bu ilim adamını «Fıkhu's-Styre» isimli eserinin tercümesiyle; gıyaben de olsa tanıma fırsatını bulmuş olduk.

«Beyânü'l-Lisân ayniyle insan» fehvasınca; «Fıkhu's-Siyre» eserini tet­kik imkânı bize; muhterem müşârün-ileyhi tanıma imkânını da birlikte ge­tirmiş oldu.

Gerçekten de Dr. el-Bûti; «Fıkhu's-Siyre» isimli eseriyle hem târihe, hem fıkha ve binnetice de «İslâms'a büyük hizmet vermiş bulunmakta­dır.. Mütevâzi ifadelen bir yana, bu bâbda «Yeni Bir Ekolsün çığırını aç­mıştır. Hiç şübhesiz: «...güzel çığır açanlar için ecirler vardır» sünne-tindeki müjdenin muhatablarından da olmuştur.

Fi'l-vâki; İslâm tarihi yazılmış, bu konuda İyi veya kötü niyyetll İn­sanlar kalem sallayıp mürekkep de harcamıştır. Kötü niyyetlerl kendi niy-yetlerinin âkıbetleriyle kendilerini başbaşa bırakarak, iyi niyyetlerinin hiz­metlerine bakıldıkta görülür ki. İslâm âleminin tarihî seyr içerisindeki ge­lişmesi, duraklaması, gerilemesi birtakım hâdiselerin eseridir. Değerlen­dirilmesi ve ders alınması gereken sayısız olaylar cereyan etmiş; farklı yapılar, farklı etkiler, hâdiselere de farklı istikamet vermiştir.

Esasen genel mânâda «târihî gelişme» hep böyle görünegelmiştir. Ta­rihçi; «Vaka-nüvis» olmaktan öteye geçememiştir. Okurlar» da bazı isim­leri ve belli tarihleri hafızasının gücü nisbetinde öğrenip ezberlemekten öteye gidememiştir. Genelde «işte târih budur» denilebilir.

İlim erbabınca «Fıkıh» konusu da İhmal edilmiş değildir Bu husus­ta da; yine «mahzâ İslâm'a hizmetsin dışında hiçbir emeli olmayan kalem erbabı bulunduğu gibi, islâm'ı gerçek hüviyetinden ve amelî yaşantısından saptırmak isteyenler de olmuştur. Bilhassa; kendilerini «müceddid» zanneden ukalâlar, «müctehid» vehmeden akl-ı evveller; «nâs» ile «man­tık» arasında mukayeseye cesaret gösteren pervasızlar, «asrîlik» illetine mübtelâ illetliler çıkmıştır. Bunları niyyetleri ve amellerinin akıbetiyle baş-başa bırakalım.

Dr. el-Bûtİ bu eserinde; «Fıkıh» ile «Siyer»'i birlikte, yaşantılar ve olay­lar halinde takdim etmektedir ki; mutalar (veriler) ve kaynak hükümler birbirini te'yid ve takviye etmektedir.

«Dersler, İbretler, tahliller...» bölümleri ile ise; târihe mâl olmuş, geç­miş ile yaşanmaya hazır gelecek arasında akıllı ve faydalı, hattâ zarurî bir köprü kurulmak istenmiştir.

İşte çarpıcı bir örnek: «...Bu kafalar, Batı hayranlığının etkisi altın­da müslümanlann Avrupalılar gibi kalkınmalarının tek yolu, Avrupalıların hristıyanlığı anladıkları gibi onların da müslümanlığı öyle anlamaları, İs­lâm'ın gaybî hakikatlarını maddî ilimlerin buluşmalarıyta izah etmeleri, İl­min tesbit edemediği gayba inanmamaları... vehmine kapıldılar. Bundan dolayı da bu ekolün ileri gelenleri Din'de reform fikrini ortaya attılar. Hal­buki İslâm Dini hiçbir zaman bozulmadı ki, reforma veya reformcuya fhti-yaç duysun.»

Asrımızda; «herşeyin madde plânında, çok para kazanma hırsıyle yü­rütüldüğü...» platformlarda, «te'lif-tercüme» eserlerin seçimi gerçekten ko­lay değildir.

Müellifin «24 ayar» olması yetmiyor. Bizim gibi .konuyu asıl kaynak eserden değil de tercümesinden takib etmek zorunda kalanlar için «MÜ­TERCİM» belki de birinci derecede önemlidir.

Bu eserin mütercimlerinden Ali Narı' ilk talebelik yıllarından ve çok yakından tanıdığım içindir ki her halde; esere olan güvenim daha da art­mıştır.

Devir artık «İlm'-i Hâl» devri değildir. Her müslüman biraz daha İle­rilerini, Isla mî konuların stratejik yanlarını da öğrenmek zorundadır. Çün­kü hasımlar senelerden beri o gayrettedir.

«FIKHU'S-SİYRE» isimli eseri tavsiye etmek hem hizmet, hem de ma­nevî zevktir. Emeği geçenlere «TEŞEKKÜR» ise borcumuzdur.

Yasin HATİBOĞLU[54]

 

 



[1] Bak: Bidâye ve Nihâye - îbn Kesir: 6/301. (Müellif), Not: Bunun zaman bakımından uygun düşmediği kanaatındayız. Çünkü, he­men İlk günü miras konusu gündeme gelmiş olamaz... Belki Hz. Ali, kendisine İlk anda çağrıda bulunulmadığından geçici olarak kırılmıştır!. (Müt.)

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 489.

[2] Bırak da Allah yolunda azıcık ayaklarım tozlansu^ dedi. (Müt.)

[3] İşte insan hakları budur: Başkaları içinde; mal, can, namus, din, ibadet, Poy güvenliği. Bütünüyle burada (MÜt.)

[4] Emir-komutaya saygının hârika örneği de budur!.. (MUt.)

[5] Btdâye ve Nihâye'den (İbn-İ Kesir) özetlenmiştir 6/304 (Müellif).

[6] İbn Kesir B N. sinde; İbn-İ Ömer ve Âişe (r.a.) hadisine dayanarak naU ediyor. (Müellif)

[7] Taberâni'den, özetle: 3/343 ve İbn-İ Kesir: Ç/343 ve Târlhü'l-Hulefâ: 67.

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 489-492.

[8] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 492.

[9] Bak: Taberi Tarihi: 3/428; Slyret-i Ömer İbn-i Hattâb - îbn CevzI: 38.

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 492-493.

[10] Malûmdur ki, icma', Kitap ve Sünnet'ten sonra en güçlü delildir. Onun da en güçlüsü sahâbeninkidlr. (MUt.)

[11] El-Bİdaye ven-Nihâye - İbn-1 Kesir: 7/18.

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 493.

[12] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 494.

[13] Unutulan en önemli olay, Kur'ân-ı Kerîm'ln cem'lcür. Nedense müellif ele al­mamış  Kur'an Tarihi - Osman Keskıoglu, ilgili bahse bakılmalı   (Mut.)

[14] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 494-496.

[15] Bidâye ve Nihâye: 7/81; Taberî: 3/432.

[16] Taberî Tarihi: 3/598-613.

[17] Bidâye ve Nihâye: 7/107 - Nehcü'l-Belâğa: 203.

[18] Bir dilek için eşya veya şahsı, duada vesile edinmek... Tevessül bahsine ba­kınız. (Müt.)

[19] Târihü'l-Hulefâ: 123.

[20] Bidâye ve Nİhâye: 7/137; TârlhÜ'l-Hulefa 124.

[21] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 497-499.

[22] Bu konuda: Taberİ 4/190 ve İbn-l Kesir 7/137'ye başvurabilirsiniz.

[23] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 499-500.

[24] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 500.

[25] İbn-i Kesîr'in, Bidâye ve Nlhâye'sinden Özetlendi 7/147.

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 500-501.

[26] Bidâye ve Nihâye: 7/81.

[27] Bidâye Ve Nihâye: 7/61.

[28] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 501-504.

[29] Târihü'l-Hulefâ: 145, Bidâye ve Nihâye: 7/153.

Not: «Hala Sultan» diye bilinen bu sahâbiye'nin kabri, Osmanlı zamanında hep bir müfreze asker tarafından beklenir. Ve her tarafta top atışlarıyla se-lâmlanırdı. (Müt.)

[30] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 505-506.

[31] Bİdâye ve Nihâye: 7/167; Taberi Tarihi: 4/333.

[32] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 506-508.

[33] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 508-510.

[34] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 510-511.

[35] Bidâye ve Nlhâye:  7/167.

[36] Çünkü Mısır valisinin tutumundan sıkılan Mısırlılar buna hazırdı.  (MÜt.)

[37] Bıdâye ve Nihaye: 7/171.

[38] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 511-513.

[39] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 514.

[40] Bidâye ve Nihâye; 7/234.

[41] Bidâye ve Nihâye: 7/235 ve Fethül-Bâri - İbn-i Hâcer: 13/46.

[42] Bidâye ve Nihâye: 7/239.

[43] Taberi Tarihi: 4/506 - Bidâye ve Nlhâye: 7/240.

[44] Bidâye ve Nlhâye: 7/241.

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 514-517.

[45] Bldâye ve Nihâne: 7/254.

[46] Bldâye ve Nihâye; 7/260.

[47] Bİdâye ve Nihâye'den özetlendi: 7/282-284.

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 517-520.

[48] Yâni, ta başta Hakem olayına İtiraz etmekle, ne Ali, ne Muaviye tarafı olma. yanlar.  (Müt.)

[49] Taberi Tarihi: 5/133; Bidâye ve Nihâye: 7/285 ve devamı.

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 520-521.

[50] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 522-524.

[51] Burada, ayrıca Resûlullah'tan vârid olmuş bir grup hadîsi var, kabrini ziya­retin fazileti hakkında. Ancak çoğu zaaftan hâli değil. Ama her birinin kuv­vet derecesi var. Ancak biz, bunca delilin, İbn Teymiye'nin görüşünü şâz bir duruma getirmeye yeteceğini gördüğümüzden artık, onların tahlil, tenkid ve İsbatıyla uğraşmayı yersiz bulduk.

[52] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 525-530.

[53] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 531-532.

[54] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 533-534.



826 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın