Hz. Ali (r.a.)'nin Hilafeti (35-40 H.)Hz. Ali (r.a.)'nin Hilafeti (35-40 H.)
Yukarıda bahsettiğimiz gibi, Hz. Ali (r.a.)'ye 35. Hicrî yılın Zilhicce ayı sonunda ve Hz. Osman'ın şehâdetinin ertesi günü bey'at olundu. Ama sahabelerden bir grup bunda gecikmişti. Sa'd İbn-i Ebi Vakkas, Üsâme bin Zeyd, Mugîre bin Şube, Nu'man bin Beşir ve Hassan bin Sabit bunlar arasındaydı. O'nun halifeliği dönemi, bir sürü fitne, savaş ve bunalımlarla geçti. Meselâ Cemel vak'asıyla başladı, Sıffeyn ile sürdü. Muaviye ile İslâm büyükleri arasında husumet başladı ve sürdü. Hâriciler fitnesi de buna eklendi. Öyle ki, ancak Hz. Ali'nin şehid edilmesi ile o mel'aneL sona erdi... Şimdi bunu özetliyelim: [39] Osman (r.a.)'a Karşı İhtilâl Ve Cemel Olayı:
Hz. Osman'ın, bir âsi grubu tarafından öldürüldüğü kesin. Ama onun ardında hâin yahudi parmağı da aynı kesinlikte... Bu durum-Ja, katillerin bulunması ve şeriatın hükmüne boyun eğdirilmesi en tabiî istek ve vazifeydi. Bu yüzden de bütün müslümanlarla birlikte Hz. Ali de bunun peşinde ve çabası içindeydi. Kısası bekliyordu herkes. Ancak Hz. Ali, bu işi aceleye getirmek istemiyor; fitnenin tamamen yok edilebilmesi için isabetli karar ve tam suçluya ceza düşüncesiyle, daha temkinli gitmeyi ve bazı önlemler almayı uygun görüyordu. Bunun için de aceleden sakınıyordu. Bütün tarihçilerimiz de, Hz. Ali'nin bu isyanı ve suikastı şiddetle kınadığı ve uygun pozisyonu bulup suçluları bastırarak, ilâhi adaletin isabetle tatbikini tasarladığında ittifak halindeler. Ama ne var ki; toplum durmuyor, olaylar da onun tasarladığı istikamette gelişmiyordu[40]. Hâdisenin özü de şu: Talha, Zübeyr ikilisi ve üçüncü olarak da bir grup sahâLk; bu işin hızlandırılması, katillerin hemen kısas edilmesi görüşünde olup, fitnenin bitimini de burada görüyorlardı. Hz. Ali'ye de bu konuda kendilerine düşeni yapacakları konusunda yardım ve destek sözü veriyorlardı, iddialarını isbat için de Basra'da bir ordu teşkil etmişlerdi. Ancak Ali (r.a.) onlardan mühlet istemiş, durumun selâmeti ve infazı yerinde olması için plânlı hareket etmesine fırsat vermelerini istemişti[41]. Bütün bunlardan sonra ne oldu? Her iki taraf da Hz. Osman'ın intikamının alınması konusunda b-rleşiyorlardı. Bu niyetle de; kısasta acele taraflıları Basra'da buluştular. Aralarında Hz. Aişe, Tal-ha ve Zübeyr'in bulunduğu büyük bir sahabe grubuydu bu. Ve hiçbirinin de; Hz. Osman'a karşı girişilen isyan ve sonunda onun katledilmesine giden âsilerin yakalanıp cezalandırılmasının ötesinde bir niyyet ve emeli yoktu. Bu meyanda, Hz. Ali tarafından da, durumun ıslahı ve bir iç harbin önlenmesi bakımından, bir ordu o yöne hareket ediyordu. îki cephe de aynı (sulh) gaye ile yüzyüze geldiler. Hiçbirinde savaşmak, fitneyi körüklemek gibi bir niyet yoktu. Nitekim de, Ka'ka' bin Amr, Hz. Ali'nin elçisi olarak, Hz. Aişe'nin huzuruna çıktı: «Annemiz! Nedir sizi buralara getiren?» diye sordu. «İnsanların arasını bulup, barıştırmak» diye cevab verdi. Sonra da Talha ve Zübeyr'e, ayrı ayrı sordu aynı soruyu. Onlar da: «Biz de sade ve sade sulh için ve insanları barıştırmak için geldik» dediler... îki taraf konuşup tartışıp mes'eleyi, Hz. Ali'nin uhdesine bırakmaya karar verdiler. Çünkü Osman'ın katillerine Allah'ın hükmünü uygulamaya fevren imkân olmadığını kabullendiler. Ka'ka', Hz. Ali'nin yanına dönüp, varılan ittifakı haber verdi. Barıştan herkes sevinç duydu. Bu uzlaşma ve barış üstüne Hz. Ali de halka hitap etti ve Allah'a hamdini belirtip, ertesi gün geriye dönüş için emir verdi[42]. Peki ama sonra ne oldu? Evet Hz. Ali barış ve uzlaşmayı halka duyurdu ve ertesi gün yola çıkma emri verdi. Ama fitne elebaşıları hemen toplanıp görüştüler. Bunlar; Ester Neh'î, Şüreyh bin Ûfî, İbni Sevda diye tanınan İbni Sebe, Sahim bin Sa'lebe ve îbni Haysem'in kölesi idi... Ve İbn-i Kesîr'in dediği gibi; «Hamdü lillâh ki aralarında bir tek sahabe yoktu...» Barışın kendileri için doğuracağı tehlikeyi müzakere ettiler. Yâni sahabenin uzlaşmasının kendileri için tehlike olduğunu tesbit ettiler. Bu yüzden bazısı, «öyleyse Ali'yi de Osman'ın yanına göndermeliyiz» dedi!.. Ama ibni Sebe bu görüşü reddetti ve sakındırdı. Asıl çâreyi de şöyle açıkladı: Kurtuluşunuz halkı karıştırmaktadır. Kiminle karşılaşırsanız, harbi teşvik etmeye bakın. Birleşmek çağrısından şiddetle sakının. Böylece ancak, herkes kendi nefsiyle uğrasaçağından sizinle uğraşmalarını önlemiş olursunuz... Ve elebaşıları bu görüşte anlaşır anlaşmaz, ordunun ;çine yayıldılar. - Hz. Ali, ertesi gün yola niyetlenirken, Talha ve Zübeyr de aynı niyete varmışlardı. Artık barış kesinleşmiş, herkes hayırlı bir geceye girmişti. Ama Osman'ın katilleri şerli bir gecedeydiler. Abdullah İbni Sebe ve arkadaşları harbi kızıştırmakta ittifak etr tekten sonra, durumun gelişmesine göre elaltmdan halkı kışkırtmaya başladılar. Ve bu düzenbazlar, fecirle uyandılar. Bine yakın sayıdaki hainler grup grup kendi çevrelerindeki karşıt grubun adamlarına kılıçlarla saldırdılar. Her grup kçndi çevresini ayaklandırdı. Halk yerinden fırlayıp, -baskına uğradık» zannıyla silâhına sarıldı. Herkes haykırıyordu : «Kûfelüer bizi oyuna getirdi. Bize hiyânet ettiler, uykuda bastılar!..» Ve bu işi Hz. Ali'nin plânladığını sanmışlardı. Durum Hz. Ali'ye bildirilince şaşırdı ve «Bu halka ne oluyor?» dedi. Ve çevresine haykırıyordu: «Basrahlar bizi oyuna getirdi, uykuda bastırdılar.» Artık herkes silâhına davranmış, insan ve binekler birbirine girmişti. Ve kimse de işin içyüzünü bilemiyordu. Artık savaş tabii seyrinde yediğini yiyordu. Çünkü Hz. Ali'nin çevresinde 20 bin, Hz. Aişe'-nin çevresinde ise 30 bin civarında insan vardı. Bu koca orduları, lânetli İbni Sevda'nm fesat ekibi tutuşturmuştu. Hz. Ali'nin münadi-leri, «Savaşı bırakın, çekilin» diye bağırıp çağırsalar da duyacak yoktu[43].. Savaşın hây u huyları arasında; Resûlullah'ın sohbetinde bulunmuş, iman şemsiyesi altında tanışmış yüzler birbirini karşılıyor, tanır tanımaz da hangi cepheden olursa olsun hemen savaştan el çekiyorlardı. Beyhaki şöyle naklediyor: Ebû Bekir Muhammed bin Hasen El-Kaadî, senedi ile birlikte, Harb bin Esvedüddü veli'den şöyle rivayet etti: Hz. Ali ile dostları Talha ve Zübeyr, safların yaklaşmasıyla yüz yüze geldiler. Hz. Ali, Resûlullah'ın katırına binmiş halde ileri çıkıp, seslendi. Zübeyr'i çağırıyorum!.. Zübeyr'i çağırdılar. O kadar yaklaştılar ki, atlarının başları birbirinin hzasma geldi. Hz. Ali, «Zübeyr, Allah senden razı olsun; hatırlıyor musun biz falan yerdeydik, Resû-lullah geçiyordu, sana hitaben: «Zübeyr, Ali'yi sever misin?» dedi. Sen de: «Sevmez miyim, dayımın oğlu, amcamın oğlu ve dinimden...» dedi. O tekrar: «D.kkat et, gün gelir, haksız olduğun halde onunla savaşırsın» buyurduydu... Zübeyr hemen: «Haa, tabii. Resûlullah söyledikten sonra onu unutmuştum. Ama işte şimdi hatırladım... Vallahi ben seninle savaşmam artık» dedi ve safları yara yara geri dönüp gitti Zübeyr. Daha sonra Hz. Aişe'nin devesi yıkılınca, hevdecini alıp savaş alanının dışına taşıdılar. Hz. Ali onun yanına geldi. Selâm ver.p hâlini hatırım sordu: «Valide nasılsın?» deyince; «iyiyim» diye cevap verdi. O da «Allah seni affetsin» dedi. Sonra sahabeler gelip onu selâmladılar. Sağlığına sevindiler[44]. Muaviye Mes'elesi Ve Sıffiyn Harbi
Hz. Ali, payitaht edindiği Kûfe'ye döndü, varır varmaz da Cerir bin Abdillâh el-Becli'yi Şam'a Muaviye'ye gönderip, onun da halkın bey'atına katılmasını istedi. O da, Muhacir ve Ensâr'ın toptan Hz. Ali'ye bey'at ettiğini pekâlâ biliyordu. Fakat Muaviye, bu bey'-atta «Ehl-i Hail ve Akt'in» bölündüğü ve dolayısıyla bu bey'at akti-nin gerçekleşmediği görüşünde ve onlarla tamamlanabileceği iddia-sındaydı. Bu yüzden de, Ali'nin çağırışına uymadı. Şart olarak da, Osman'ın katillerinin bulunmasını öne sürdü. Ve ancak o zaman «Mü'minlerin enıîri» olabileceğini savundu... Fakat Hz. Ali, imametinin ve bey'atın tamlığına kesinlikle inanıyordu. Çünkü Medine'lilerin ittifakı vardı. Burası Nebevi Hicret evi idi. O yüzden de Medine dışında bulunup da bey'atı gecikenleri zorluyordu... Hz. Osman'a isyan edip onu öldürenler mes'elesini ise, plânlı şekilde ve kesin tesbitle, sağlıklı sonuç almak için programa bağlamıştı. . Muaviye'nin karşı tavrı anlaşılınca, onu âsi saydı, tslâm cemaatı ve imamlarının dışında ilân etti. Netice olarak, otuzaltıncı Hicri'de Receb ayının onikinci gecesi yola çıktı. Nahile'de ordugâh kurdu, îbn-i Abbas'ı yerine vekil bıraktığından o Basra'dan gelip yetişince, ordu Şam üzerine yürüdü. Maksat âsi valiyi İslâm cemaatına katılmaya ve itâata zorlamaktı[45]. Muaviye bunu öğrenince, o da Şam'dan ordusuyla yürüdü, tki ordu Fırat nehri boyunda Sıffiyn ovasında karşılaştı. Ama önce, iki aya yakın süre karşılıklı elçi teatisiyle geçti. Hz. Ali, Muaviye ve çevresini bey'ata çağırıyor. Osman'ın katillerinin kısasının da çok yakında gerçekleşeceğine iknaya çalışıyordu. Muaviye ise, amca oğlu da bulunan Hz. Osman'ın kan dâvasında en çok hak sahibi olduğunu, öyleyse ön şart olarak bunu talep ettiğini belirtiyordu. Esasen bu sırada, aralarında zaman zaman taşlaşmalar da oluyordu. Nihayet, otuzyedinci yılın Muharrem ayı gelip çattı. îki taraf da, bir ay ara vermekte anlaştılar. Umulan barıştı. Fakat, bu bekleme döneminde de hiçbir ilerleme kaydedilemedi. Sonunda Hz. Ali deîlâllar çıkarıp ilân etti: «Emîrü'l-Mü'mininin Şam halkına çağrısı şudur: Sizi uzun zaman hakka ve itâata çağırdık. Inad ve isyanınızdan vazgeçmediniz ve hakka teslim olmadınız. Ben size açık davranıp ödevimi yaptım. Allah hâinleri sevmez[46]». Bunun üzerine Muaviye ve Amr bin As, orduyu tanzime başladılar. Hz. AH de ordusunu gece boyu tanzim edip; Küfe süvarilerine Ester en-Neh'i, Basra ekibine ise Sehl bin Hanif'i komutan tâyin etti. Ve her birine, sıkı sıkıya tenbih etti: Şamlılar savaşı başlatınca-ya kadar bekleyeceklerdi. Yine yaralılara eziyet etmemeyi, kaçanları kov alamamayı, kadınlara ve yaşlılara el sürmemeyi ilke olarak bildirdi... ilk gün çok şiddetli çarpışma oldu. İkinci gün de aynı hal sürdü. Yedinci günde bile hiçbir tarafta galibiyet belirtisi yoktu. En son savaş Muaviye taraflarım hırpalamaya ve Hz. Ali tarafının zaferine meyletti... Bu esnada Muaviye ve Amr durum müzakeresi yapıp, bir karara vardılar. Amr ona, Irak ordusuna Allah'ın kitabını hakem edinmeye' çağırma tavsiyesinde bulundu. Muaviye askerlere, Kur'an sahifelerini mızraklarının ucuna takıp; işte Allah'ın kitabı. Aramızda hakem olsun, diye çağırmalarını öğütledi... Hz. Ali'nin ordusundan bunu görenler, tam da zafere ramak kalmışken, tereddüde düştüler: Bazısı, evet biz ilâhî kitabı hakem edinelim derken, bir kısmı da bunun hiyle olduğunu bildiklerinden savaşa devam ediyorlardı. Bu aslında Hz. Ali'nin görüşüydü. Ne var ki, karşı tezi tutanlar çoğalınca bunaldı. Eş'as bin Kays'ı göndererek, Muaviye'nin ne istediğini öğrenmeyi denedi. İkimiz de Allah'ın kitabına başvuralım diye cevab verdi. Sonra bizden bu kişi, sizden de bir kişi seçelim. Yetkiyi onlara verelim. Kitabın hükmünü onlar ortaya koysunlar. Ne karar verirler ise, birlikte uyalım .. Şamlılar Amr İbn-i As'ı, Kûfeliler ise Ebü Mûsâ el-Eş'arî'yi seçtiler. Bu iki hakem ön anlaşmayı yazıp imzalayınca iki tarafın sözü birleşmiş gözüküyordu. Anlaşmaya göre Ramazan'a kadar beklenecek ve sonra iki hakem Dûmetü'l-CendeVde bir araya gelip sonucu ilân edeceklerdi. Bunun üzerine herkes dağılıp gitti. Emirü'l-mü'minin Hz. Ali Kûfe'ye döndü. Fakat ordusu içinde de tehlikeli tartışmalar bağlamıştı. Nitekim Kûfe'ye varır varmaz da bir kitle ayrıldı. Onlara göre hakem tâyini sapıklıktı. Ve Harara mevkiinde toplanan on iki bine yakın isyancıya Hz. Ali İbn-i Abbas'ı, konuşup ikna etmek için gönderdi. Fakat bu çaba hiçbir sonuç vermeyince, Hz. Ali bizzat kendisi gitti. Toplantıda şöyle konuştu: İsyanınıza sebeb ne? Dediler ki: Hakem tâyininiz. O da: Ama biz, hakemlere Kur'an hükmünü ortaya koymalarını şart koştuk dedi. Kur'an ne d"-yorsa o olacak. Dediler ki: Bize kan dâvasında insanın hakemliğini adalete uygun görüyor musun? O da, biz insanı değil, Kur'ân'ı hakem kılıyoruz, dedi. Kur'an ise iki kapak arasında yazılıdır. O ancak insanın diliyle konuşur. Onlar: Peki aranızda neden süre belirttiniz? dediler. O da: Cahil bilsin, âlim kaydetsin diye... Ve umdu ki, bu esnada Allah bu ümmetin arasını düzeltir... diye bitirdi. O anda hepsi, onun görüşünü benimsediler. O da, hadi memleketinize dönün, Allah size acısın., dedi ve herkes savuşup gitti. Nihayet belirlenen vakit geldi. Hicri 37. Ramazan'ı girdi. Hz. Ali, Ebû Mûsâ El-Eş'arî'yi, bir grup Kûfeli ve sahabe ile birlikte gönderdi. Muaviye de Amr bin As'ı Suriyeli bir grupla gönderdi. îki hey'et Dûmetü'l-Cendel'de toplandı. Allah'a hamd ü senadan ve birbirlerine öğütten sonra, bir kâtip tensibi ve karara bağladıkları herşeyi yazdırmayı kararlaştırdılar. Fakat, ümmeti kimin idare edeceği konusunda ittifak edemediler. Ebû Mûsâ, hem Hz. Ali ve hem de Muavi-ye'yi azletmeye razı olduğu halde yerine sadece Abdullah İbn-i Ömer'i namzet gösterdi. Halbuki o da bu işe girmek istemiyordu. Bu sırada iki hakem, Ali ve Muaviye'yi azletmede birleşmiş göründü. Sonucu müslümanların şûrasına bıraktılar. Kimi isterlerse seçeceklerdi. Sonra tarafların hey'etleri karşısına çıktılar. Anlaşma konusunu ilân etmek üzere Amr, Ebû Musa'yı ileri sürdü. O da, hamdü sena ve Resûlullah'a saîât u selâmdan sonra dedi ki: Cemaat! Biz bu ümmetin problemini görüştük. Onun kesin halline ulaşamadık. Ancak bir mukaddime olarak bir ilkede anlaştık. Bu ilke gereği ben Ali'yi de Muaviye'yi de vazifeden alıyorum, dedi ve oturdu. Ardından Amr kalktı ve hamd ü senadan sonra dedi ki: «Bu zâtın ne dediğini duydunuz. O kendi efendisini azletti. Evet ben de onu azlettim. Kendi efendim Muaviye'yi ise yerinde bıraktım. Çünkü o Osman bin Affân'ın velisidir. Onun kan dâvasına olduğu gibi, yerini almaya da herkesten çok çok hak sahibidir.» Bunun üzerine, halk dağıldı. Herkes kendi memleketine döndü. Amr ve hey'eti, Muaviye'nin yanına girip Halife olarak selâmlarken, Ebû Mûsâ Hz. Ali'ye karşı mahcubiyetinden doğruca Mekke'ye gitti... îbn-i Abbas, Şüreyh bin Hani' ise Ali'ye varıp durumu haber verdiler[47]. Haricîler Mes'elesi Ve Hz. Ali'nin Öldürülüşü:
Hz. Ali, Ebû Mûsâ ve kafilesini, Dûmetü'l-Cendel'e gönderince; Hâricilerin tutumu sertleşti. Hattâ onu küfürle itham etmeye başladılar. Halbuki onu en çok sevenlerdi bunlar... Hz. Ali'nin artık bunlarla konuşacağı yoktu. Onlara son uyarısı şu oldu: «Sizin üzerinizdeki hakkınız, isyan etmedikçe, sizi mescid-lerimize kabul etmemizdir. Bizimle işbirliğiniz olduğu müddetçe de ganimetlerden hissenizi veririz. Ve siz savaş açmadıkça da size savaş açmayız...» Sonra da Hz. Ali büyük bir ordu ile tekrar Şam üzerine yürüdü ve aynı zamanda «Hakem kararı»nı reddettiğini de ilân etti. Fakat iş çığırından çıkmış, Hâriciler[48] her tarafta fesat çıkarmaya ve kan dökmeğe başlamışlardı. Öyle ki, Resûlullah'in sahabesi Abdullah ibn-1 Hubab'ı ve hâmile karısını bile öldürmekten çekinmediler... Bu durumda Hz. Ali ve çevresi, Şam'a kadar gidip Muaviye'yi itaat altına almak için savaşırken bunların arkadaki herşeyi yakıp yıkmalarından endişelendiler. Öyleyse, bu azgınların ıslahından başlanması gerektiğine karar verildi. Hz. Ali, çevresindeki ordusuyla onlar üzerine yürüdü. Medain'e yaklaşınca, Nehrevan'daki Hâricilere elçi gönderdi: «Bizim adamlarımızı öldürenleri teslim edin, kısas edelim. Bu şartla sizi rahat bırakırız. Sonra Şam'a yürüyecek ve inşâallah, sizin hayır gördüğünüz duruma döndüreceğiz» dedi. Fakat onlar Ali'ye şu mealde cevap gönderdiler: Sizin adamlarınızı hepimiz öldürdük. Biz onların da sizin de kanınızı helâl görüyoruz.. Bunun üzerine Hz. Ali yaklaştı ve onlara nasihat edip uyarıda bulundu. Fakat onlardan müsbet cevap şöyle dursun; haydin savaşa, haydin Allah'a kavuşma cidaline, diye meydan okumaktan öte bir karşılık alamadı. Bütün bunlara rağmen Hz. Ali, savaşı başlatmadan önce bir de Ebû Eyyûb El-Ensârî'ye emir verdi, o da barış sancağını sallayarak, «Kim bu sancak altında toplanırsa güven altındadır. Kim, Küfe veya Medain'e dönerse güven altındadır» diye çağında bulundu... Bunun üzerine halkın çoğu dağıldı ve Abdullah îbn-i Vehb er-Rasibl çevresinde bin kadar kişi kaldı. Ve Hâricilerin başlattığı çarpışmada, hepsi ya da çoğu öldü. Hz. AH tarafından ise sadece yedi kişi öldü... Ama sır döndü sanki, mes'ele Hz. Ali çevresinde daraldı. Ordusu bunaldı. Şam'a şans güldü. Iraklılar da sağa-sola çekmeğe başladılar. İbn-i Kesir'in dediği gibi: İki liderden Muaviye hakemlerin kararını kullandı. Buna bağlı olarak da Suriye güçlenirken Irak sürekli zayıflayıp gitti. Halbuki hepsi de, o çağda Mü'minlerin emiri Ali'den daha hayırlı bir kimsenin yeryüzünde bulunmadığının şuurundaydı. Allah'a itaatte, zühd ve takvada, bilgide ve titizlikte yegâne... Ama bir kere onu terkedip yenik düşürdüler. Ve Hz. Ali hayattan öyle nefret etti ki, âdeta ölümü ister oldu. Hattâ şunu tekrar ediyordu: «Çekirdeği yarıp hayat veren, rüzgârı estirip nefes aldıran elbette başı boyundan ayırır ve azgmlaştırmaz...» Abdurrahman îbn-i Mülcem'e gelince, bu herif Hâricilerin lider-lerindendi. Katâme isminde ve fevkalâde güzel bir kadına tâlib olmuştu. Kadın ise, Nehrevan savaşında babası ve kardeşini kaybetmişti. Kadın şöyle bir şart koştu: Benim beldeme, Ali (r.a.)'yi öldürmeden gelmemelisin. Adam onunla evlendi ve Hz. Ali'yi öldürme plânını sürdürdü. Kırkıncı Hicret yılında, Ramazanın onyedinc; günü cuma akşamı îbn-i Mülcem iki adamıyla pusuya girdi. Hz. Ali'nin mescide giderken çıkıp geldiği kapının arkasına siper aldı. Sabah namazına çıkarken aniden saldırdılar. İbn-i Mülcem kılıcıyla şakağına vurdu. Kan sakalına aktı... Arkadaşlarına «ben ölürsem onu öldürün. Ölmezsem, kendim karar veririm yapılacağa dedi. Çünkü, îbn-i Mülcem'in yaptığını biliyordu... Fakat son deme geldi. Sadece «Lâ ilahe illallah» diyordu. 63 yaşında vefat etti. Hilâfeti de beş yıldan üç ay eksik sürmüştü. îbn-i Kesir'in terâh ettiği görüşe göre, Kûfe'de imarethaneye gömüldü. Fakat çoğu tarihçiye göre Haricîlerden koruma niyetiyle ya-, kınları, kabri sakladılar. Baki' mezarlığı gibi çok değişik yerler de söylenir... İbn-i Mülcem'i de, Hz. Hasan hak sahibi olarak öldürttü ve cesedini yaktırdı[49]. 5- İbretler Ve Dersler
Birinci olarak: Acaba Hz. Ali ile, Hz. Osman'ın kan dâvasında acele edenler arasında ciddi ve esaslı bir ihtilâf var mıydı? Başta anlattıklarımızdan peşinen anlaşılmış olmalı ki; Hz. Osman'ın katillerini kısas etme mes'elesinde hiçbir anlaşmazlık yoktu. Çünkü Talha, Zübeyr ve Âişe (r.a.) ve çevresindekiler, katillerin kısas edilmesinde hırslıydılar. Bu da Hz. Ali'nin işe başlar başlamaz ilk el attığı husustu... Ne var ki Ali (r.a.) ise önce nizamı sağlamak, sükûnu sağlamak, ondan sonra da plânlı ve güçlü bir şekilde olayın üzerine gidip katilleri kıskıvrak yakalamak niyet ve görüşündeydi, îşte Hz. Ali'nin özen gösterdiği iş, önce nizamın avdetiydi... Ama karşı tarafın esas aldığı ve ilk plânda icrasını istediği; barışı ve toplum istikrarını bağladığı ise kısastı. Ve sonunda, Aişe, Zübeyr ve Talha çevresindekiler de mes'eleyi kavrayıp-, işi Hz. Ali'nin inis-yatifine bıraktılar. Sonuç olarak, katillerin yakalanması ve kısas edilmesi temel karar oldu. İşte böyle bir anlaşma sonunda, herkes kendi sorumluluğunu bilerek, onu yerine getirme azmi içinde, yerlerine ve evlerine dönmeyi kabul ettiler, gittiler. İkinci olarak: Peki, taraflar anlaşıp işi Hz. Ali'nin iradesine bıraktıkları ve ona her hususta destek olmaya söz verdikten sonra, bu kararın uygulanmasını köstekleyen neydi? Görüldü ki bu kararı iptal eden, fitnenin elebaşlarımn hazırladığı hiyle idi. Başında ise, îbn-i Sevda yâni İbni Sebe vardı. Karar verdiler ama bu karar fitnecileri çılgına çevirdi. Sonuçtan korktukları için ordunun içine yayılıp, gecenin karanlığında baskın süsü vererek birbirine düşürdüler. Kimse neye uğradığını anlamadan, herkes karşısındakine kılıç salladı. Bunu yaptırdılar ki; kimsenin kimseye güveni kalmasın. Ve her iki taraf da birbirini; sulh perdesi arkasında hiyânet ve baskınla suçlasın. Bunu böylece tesbit ettikse; bu kolay ve ucuz bir oyun, ancak insanlıktan sıyrılmış, tıyneti bozuk ve câhiliyyeye yönelmişlerin işi olabilirdi. Ama o tertemiz mayalı ve yüce ahlâklı sahabeler, böyle bir hiyle karşısında ne tedbir alabilirlerdi?.. Eh, nefis müdafaasından başka ne gelirdi elden, bu âni zuhurat karşısında?.. Ve karşı tarafın bir fırsatı değerlendirmesi olmanın ötesinde nasıl bir yorum ve değerlendirme yapabilirlerdi? Ve bütün bu olumsuzluklara rağmen gördük ki, müslümanlar; karşısındakilerini tanır tanımaz, hemen kavgadan el çekip ötekinden af diliyor. Demek ki, bu fitne hiçbir zaman sahâbe-i kiram (r.a.)'ın gönüllerinde bir bozukluğa ve tahrifata sebeb olamıyor. Hangi tarafta olursa olsun, birbirine azılı düşman olmuyorlar. Aksine, hiylekârlarm gönüllerini kararttıkça karartıyor, hangi taraftan olursa olsun sahabeye karşı hıyanetten hıyanete geçiriyor onları. Ama işin şaşırtıcı yanı, bütün bunlara rağmen, bu fitneyi yazanların çoğunun uyanamaması. Ve olayın kendi şartları içinde kimin parmağıyla döndüğünü keşfedememesid.r. Hemen herkes olayı satıhtan alıyor, zahirî sebebleri üzerinde ve görüntülerde dolaşıyor, habire tafsilâtiandırıyorlar. Hep bu fitnenin kurbanlarını gündeme getirip, rastgele şuna buna sataşıyor, eleştirip suçluyorlar. Hemen hiçbiri de; bu fitneyi tezgâhlayan, bu ateşi körükleye körükleye; Halife Hz. Osman'dan başlatıp son Halife Hz. Ali'nin ölümü noktasına kadar besleyen perde arkasına eğilmiyorlar. Yâni bu türlü bir üslûpla yazmak da oyunun ayrılmaz bir parçası; bu üslûp o oyunun mütemmimi midir yoksa? Üçüncü olarak Biz kesin olarak tanıyor ve inanıyoruz ki, Hz. Ali efendimiz, (k.v.) yaptığı işlerde ihlâslıdır. Ve asla şahsî ve nefsi bir maslahatın etkisinde kalmamıştır... Onun derin bilgisini de biliyoruz. Hattâ kendisinden önceki üç halifenin herbirinin müsteşarı ve bilgide tedbirde başvurduğu hüviyyetti. Hz. Osman'dan sonra halkın kendisine bey'at etmiş ve bu bey'atı ihmal eden Muaviye'yi de âsi saymış olmasıyla, bundan sonra süren tartışma ve mücadeleleri irdeleyen ulemanın cumhurunun ve büyük imamların da ittifakıyla-, Muaviye'nin Hz. Ali'ye karşı takındığı tavırla âsi olduğu, Hz. Ali'nin ise, onun karşısında, Osman'dan sonra yegâne, şer'î ölçüde halife olduğunun bilincindeyiz. Ama tabiî, âsi olanın müçtehid olduğunu da hatırımızda tutuyoruz. Öyleyse müçtehide, karşı içtihada yetkisi olunca, onu uyarmaya, onu korkutmaya, onunla savaşmaya da kendisini yetkili sayabilir; bunu da unutmamalıyız. O halde, sadece tek yönden bakarak, Muaviye'nin tepkisini parmağımıza dolayıp, oradan öteye geçmemek yakışmaz. Üstelik, tarihin tozlandırdığı bu olaya, ona aşırı düşmanlık takınanların rolünü üslenerek eleştirmenin ne faydası var?. Bize yaraşan ise, özellikle akide yönünden, şeriatın kuralını bilip onun gerektirdiğini yapmaktır. Evet Hz. Osman'dan sonra Halife Hz.. Ali'dir. Muaviye de, ona karşı çıkmış âsîlerin mümessilidir. Şimdi ise, olay Allah fecî'm hükmüne kalmıştır. Dördüncü olarak: Hâricilerin konumunu araştıran, Hz. Ali'nin yardımına son gücüyle koşmuşken, aniden değişmelerini, bu sefer de onun en keskin düşmanı ve peşini takibeden suikastçısı oluverişle-rini gören, onların aşırılığın kurbanı olduklarını kabul edecektir. Nitekim, islâm'ın akidede ve metodda hep orta yolu seçtiği ma^ lûmdur. Bunun anlamı, bilerek ve dengeli hareket etmektir. Orta yolun sınırları bunlardır. Bilgiyi kaynağından süzen, kural ve gereğine göre kullanan, buna nüm ve vekarı da ekleyen artık, ifrat ve tefrit tehlikesinden korunmuş demektir. Halbuki Hâriciler, çöllerden gelmiş, Arabın en cahil tabakasıydı. İncelikten, sevgiden geç de, bilgiden ve ölçüden mahrumdular. Bunlar, onların akıl ve gönüllerine misafir bile olmamıştı. Eh, artık, kaba yapılarına ve nefsi taşkınlıklarına kul olmaları tabiiydi. Bu da en başta, hakem usûlünden ötürü Hz. Ali'yi tekfir etmelerinde tipik haliyle ortaya vurdu. Öyle bir karakter yansıtır ki bu; artık büyük günah - küçük günah, kim ne işlerse; bunların nazarında hemen kâfir olmuştur. Bu aşırılığın işleri tâ günümüze kadar da uzamıştır. Küfürle itham basit sebeblere dayanır, çünkü aklî aşırılıktır. Hep söylediğimiz gibi, aşın akılcılık, her zaman ilmi reddeder ve kurallarını, kanunlarım hiçe sayarlar. [50] |
861 kez okundu |
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |