• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/ali.gulhan.58
  • https://www.twitter.com/ali69gulhan
ali gulhan

Tebük Gazvesi

Tebük Gazvesi

 

Sebebi: İbn Sa'd ve ötekilerinin nakline göre: Medine ile Şam arasında ticaret için gidip gelen müslümanlara Enbat'tan bir haber ulaştı. Buna göre Rumlar kendi liderlikleri altında, Lâhım, Cüzam ve benzeri Hristiyan - Arap kabilelerinden çok kalabalık bir ordu derlemişler. Öncü birlikleri de Bulka topraklarına varmış bile.

Bunun üzerine Nebi (s.a.v.) hemen çıkış emri verdi. Yine Ta-berâni'nin Ümrün bin Husayn'den rivayetine göre de Rum ordusu, kırk bin savaşçıdan oluşmaktaydı[121].

Zamanı: Olay, Hicretin dokuzuncu yılı Receb ayı içinde oldu. Mevsim yazdı. Sıcak çok şiddedliydi. Halk maişetini te'min gayretin-deydi. Bu günler Medine'nin mahsûl dönemiydi. Güzel de mahsûl vardı. Bu yüzden, Resûlullah (s.a.v.) her zamanki âdeti hilâfına, bu gazada, gidilecek yön ve maksadı açıkça belirtmişti. Kâab bin Mâ­lik der ki:

Resûlullah hiçbir gazaya gitmemiştir ki; onu gizli tutmasın. Bu sefer ise çok sıcak bir mevsimde, uzak, çetin bir sefere ve kalaba­lık düşmana karşı gidiyordu. Onun için müslümanlara, savaş ha­zırlıklarım son derece tam yapmalarını açıkladı[122].

Bu durumda, bu gazve için çıkılacak sefer nefislere ağır gel­mişti. Bu seferde çok çetin bir çile ve imtihan gözüküyordu. Müna­fıklar da fırsat bulup orada burada fitnelerini ortaya vurduğu gibi, imanın sadakati de ashabın göğsünde dalgalanıyordu.

Münafıklar birbirine: «Bu sıcakta çıkılır mı?» diyordu. Bir baş­kası bakıyorsun, Resûlullah (s.a.v.)'a gelip'[123], bana izin ver, beni ağır imtihana tâbi tutma. Herkes bilir ki kadınlara benden fazla düş­kün kimse yoktur. Korkuyorum, Rumların sarışın güzellerini gö­rürsem, hiç sabredemem, diyordu. Resûlullah ise ona izin veriyor. Ab­dullah İbn Übey İbn Selûl de Medine yakınında dostlarıyla birlikte or­dugâh kurmuştu. Ne var ki, Resûlullah hareket ettiğinde onlar ora­da kaldı[124].

Bu hâli belirten âyet-i kerîmede şöyle beyan buyuruluyor:

«Geride kalanlar, olduğu yerde oturmalarından memnundular. Allah yolunda nefis ve mal ile cihadı hoş görmediler. Onlar dedi ki, bu sıcakta savaşa mı gidilir? Öteki onlara, kavrayabilesiniz ki; ce­hennem ateşi çok daha sıcaktır» dedi. Öbür âyette : «Bana izin ver, beni fitneye itme, diyor. Halbuki onlar fitnenin çukuruna düştüler. Çünkü cehennem kâfirleri tümüyle kuşatıcıdır[125]» meâliyle açıklar durumu.

Mü'minler ise her yönden gelip Resûlullah (s.a.v.)'ın çevresine toplanıyordu. Resûlullah dâ imkânı olanların, savaş için malların­dan bağışta bulunmalarını ve binek hayvanı getirmelerini tavsiye etmişti. Birçoğu bunun üzerine, malım, âdeta bütünüyle bağışladı; Hz. Osnian ise bütün teçhizatıyla devesini Resûlullah'a teslim edip, bin dinar da nakit para bağışladı[126]. Bunun üzerine Resûlullah: «Bundan sonra Osman'ın yapacağı hiçbir şey zarar vermez[127]» buyurdu.

Hz. Ebû Bekir ise tüm mal varlığını getirdi. Ömer (r.a.) ise malının yarısını bağışlamıştı. Tirmizi, Zeyd bin Eslem'den, o da ba­basından nakline göre; Ömer İbn Hattâb demiştir ki; «Resûlullah bize sadaka emretti. Benim de elimde mal bulunduğu güne rastla­mıştı. Şimdi Ebû Bekir'i geçebilirim diye düşündüm; eğer bir gün onu geçmem mukadderse!.. Ve malımın yarısını getirdim. Resûlullah (s.a.v.) : «Ev halkına ne bıraktın?» dedi. Ben de, bu kadar da geri kaldı dedim. Ebû Bekir ise tüm mal varlığını getirmiş. Resûlullah ona da sordu: «Ebû Bekir, ehline ne bıraktın?» deyince; «Allah ve Resulünü» diye cevab verdi, tşte o zaman anladım ki; Ebû Bekir'i hiçbir sahada ve asla geçemiyeceğim.. .[128]»

Bu hadis sahih ise, ulemadan bir grubun dediği gibi, Tebük gaz­vesi münâsebetiyle vârid olmuştur bu tesbit.

Yine bir ağlayıcılar diye adlandırılan taife gelmişti, o gün Re-sûlullaha. O'ndan savaşa gidebilmek için binek hayvanı istediler. O da şöyle cevab verdi: Sizi bindirecek şey bulamam. Bunlar, gözü yaşlı geri döndüler. Çünkü kendilerinin de binek alma güçleri yok­tu. Gazaya gitme imkânları kalmamıştı.

Resülullah (s.a.v.) otuz bine varan bir müslüman ordusuyla yo­la çıktı[129].

Kendilerinden şübhe edilmeyecek bir takım insanlar da geride kalmıştı. Bunlar arasında, Kâab bin Mâlik, Hilâl bin Ümeyye, Me-rûre bin Rebiî ve Ebû Hayseme vardı.

tbn îshâk'm dediği gib,, bu kişiler dürüst kimselerdi, tslâmın-dan şübhe edilmezdi. Hattâ Ebû Hayseme sonradan yola çıkıp Tebük'te Resülullah'a yetişmişti bile...

Taberâni, îbn îshâk ve Vâkıdî'nin rivayetine göre; Ebû Hayse­me de, Resülullah (s.a.v.) birkaç günlük yol aldığı halde, geriye dönmüş; sıcak bir günde evine varmıştı, tki karısını kendi bostanın-daki çardakları altında buldu. İkisi de onu kendi çardağına çağırıp soğuk su ve sofra hazırladılar ona. Oraya girince, çardağın kapı­sına dikilip, karılarının kendisi için yaptıkları hazırlığa baktı; bir de kadınlarına şöyle konuştu: «Resûlullah güneş altında fırtınada ve sıcakta iken, Ebû Hayseme serin gölgede, hazır yemek ve güzel kanlarıyla malının başında bulunuyor, yakışır mı? Vallahi bu insa­fa sığmaz». Ve devam etti: «Vallahi ben hiçbirinizin çardağına gir­mem. Dönüp Resülullah'a yetişmem lâzım». Bunun üzerine hemen azık hazırladılar. Hemen bineğini tepip yürüdü ve Resûlullah (s.a. v.)'a ulaşmak için yola koyuldu. Daha Tebük'e varırken kavuştu onlara^

Ebû Hayseme müslümanlara yaklaşınca, hepsi birden, bir sü­vari geliyor dediler. Resûlullah: «Ebû Hayseme olsun!..» buyurdu. Onlar da: «Gerçekten Ebû Hayseme bu! diye hayrette kaldılar». Adam devesini çökertip Resûlullah (s.a.v.)'a doğru yaklaştı. Aley-hissalâtü vesselam ise: «îyi ettin yoksa mahvolmuştun, Ebû Hayse­me!» dedi. Sonra da serencamını Resülullah'a anlattı ve O da ona hayır dualarda bulundu. Yâni bu seferde bütün müslümanlar son derece meşakkat ve büyük yorgunluğa katlanmışlardı. Meselâ imam Ahmed ve başkalarının rivayetine göre, iki veya üç kişi bir deve ile yolculuk yapıyorlarsa, öyle hale geldiler ki, develeri keserek eti­ni yiyip, suyunu içmekte buldular çareyi.

Yine İmam Ahmed'in Müsned'inde nakline göre, Ebû Hüreyre diyor ki: Tebük seferinde halk müthiş aç kalmıştı. Bazıları Resûlul­lah (s.a.v.)'a gelerek, bize izin verirsen su taşıdığımız bineklerimizi kesip etlerini yer, yağlarını da eritiriz diye arzda bulundular: O da, «Yapabilirsiniz» buyurdu. Fakat bu anda Hz. Ömer (r.a.) yetişti: «Yâ Resûlâllah, eğer bunu yaparlarsa binek hayvanı kalmaz» de­di. Keşke sen onları toplayıp da rızık için duâ etsen. Olur ki, Cenâb-ı Hak onlara genişlik verir...» diye teklifte bulundu. O (s.a.v.) da halkı çağırdı. Bir de sergi istedi. Onlar ellerinde ne varsa getirip sergi üstüne koydular. Kimi bir avuç darı, kimi un, kimisi de ya­nında kalan ekmek kırıntıları... Ne bulduysa getirip cins cins bi­riktirdiler. Sonra ona duâ buyurdu Resûlullah. Ardından da onlara: «Şimdi herkes kabını getirip, ondan ihtiyacı olduğu kadar alsın», buyurdu. Ordugâhta, doldurulmadık hiçbir kab kalmadı. Herkes de yedi ve doydu. Yine de yaygı üzerinde baştaki kadar yiyecek var­dı. Resûlullah bu hal karşısında: «Ben Allah'tan başka ilâh bulun­madığına, benim de O'nun Resulü olduğuma şehadet ederim. Yine: Bu iki şehadeti can ü gönülden söyleyip kendisine yöneleni Allah'­ın cehennem ateşinden koruyacağına kesinlikle şehadet ederim[130]» bu­yurdu.

Tebük'e varınca, burada bir hazırlık, ya da savaşla karşılaşma­dılar. Daha önce toplanıp savaşa geldiği söylenenler dağılmış, sır ol­muşlardı. Oradayken Eyle Meliki Yuhanna ona geldi. Ve Resûlullah (s.a.v.)'a cizye vermek üzere barış yaptı. Ehl-i Cerbâ da geldi. Erzûh halkı da gelip anlaşma yaptılar. Cizye vermeyi kabullendiler. Resû­lullah da, yazılı olarak onlara emân verdi.

Daha sonra ordu hareket edip, Hicr (yâni Semûd kavminin ül­kesi)'ne vardı. Resûlullah (s.a.v.) ashabına: Kendi kendilerine zulm edenlerin evlerine girmeyin ki, onlara olan sizin de başınıza gelebi­lir; halinize ağlarsınız, dedi ve başını çevirdi, hızla yürütüp vadiden kısa zamanda geçirdi ordusunu[131].

Buradan da, Resûlullah artık, Medine'ye müteveccihen hareket etti. Medine'ye yaklaştıklarında, ashabına şöyle seslendi: Burası Ta-be'dir. Burası Uhud. Bizi seven, bizim de sevdiğimizdir[132].

Yine ashabına şöyle dedi: Medine'de öyle bir topluluk var ki şu an, hangi vadiyi geçtiniz, hangi mesafeyi adımladınızda, onlar da sizinleydi. Dediler ki, yâ Resûlâllah, ama onlar Medine'de!.. «Ama onları Medine'de özürleri tuttu», buyurdu.

Resûlullah o senenin Ramazan ayında Medine'ye dönmüştü. Yâ­ni sefer iki aya yakın sürmüş oldu. [133]

 

Geriye Kalanlar Mes'elesi:

 

Resûlullah Medine'ye varınca, doğru mescide girdi. İki rek'at namaz kıldı. Ve mescidde oturdu, başladı arkada kalanlar gelip özür beyân etmeye. Hallerini anlatıp yemin ve kasemle, kasden geri kalmadıklarına inandırmaya çalışıyorlardı. Sefere katılmayan kim­seler seksen kadardı. Resûlullah bazılarının ifadelerini ve özürlerini mâkul gördü ve onlar nâmına istiğfarda bulundu. Ancak Kâab bin Mâlik ile iki arkadaşının durumu ise, haklarında âyet nazil olup, tevbelerinin kabul edildiği belirtilinceye kadar te'hir edildi.

Nitekim Kâab bin Mâlik kendi macerasını -bu konuda Buhârî ve Müslim'in naklettiği uzunca bir hadis ile- şöyle anlattı: Ben çok iyi biliyordum kendimi ki bu gazveye kadar hiç bu derece hazır ve güçlü olmamıştım. Buna rağmen seferden geri kalmıştım. Tabiî müslümanlarla birlikte savaşa hazırlanmaya gitmiş fakat hazırlık­sız dönmüştüm Kendi kendime diyordum ki; buna gücüm yeter (yâni savaşa hazırlanmak için bir mâniim yok). Ama ben böyle te-reddüd edip dururken halk ciddiyetle hazırlanmıştı. Ben henüz ha­zır değildim. Ben tam hazır olup yola koyuluncaya kadar da ordu ayrılıp çok uzaklaşmıştı. Arkadan yetişmek düşündümse de onu da başaramadım. Keşke öyle yapsaydım. Artık Resûlullah (s.a.v.) yo­la çıktıktan sonra ben halk arasında dolaşıyordum ama münafık­lardan ve bir de gerçek özürlü kişilerden başkası yoktu. Bu durum da beni çok üzüyordu. Resûlullah'm dönmekte olduğunu işitince ise esas üzüntüm başladı. Başladım bir yalan uydurma düşüncesi­ne. Onun beni azarlamasından beni kurtaracak bir çâre arıyordum. Bütün ev halkımla da müşavere edip, akıl aldım. Ama onun şehre ulaştığını işitince artık (çâre de bitmiş) telâşım da son bulmuştu. Ona herşeyi dosdoğru söylemeyi kararlaştırıp huzuruna vardım. Fakat, selâm verince, selâmımı acı bir tebessümle aldı. Ve «yaklaş» dedi. Önüne vanp oturdum, şöyle sordu: «Neden geriye kaldın?» Sen Akabe'de böyle bir vazifeyi omuzlamaya söz vermemiş miy­din?» «Evet, dedim, vallahi ben senden başka kimin önüne otursam, dünya insanlarından herkesi kandırabilecek söz bulur ve mazere­timi kabul ettirebilirdim. Çünkü Allah bana güçlü bir mantık bah­setmiştir. Fakat muhakkak biliyorum ki; bugün sana yalan söyle­sem, seni ikna etsem yarın Allah beni yalanlar ve hilemi ortaya çı­karır. Ama sana doğruyu söylersem umarım ki; Allah beni sıdkım-dan ötürü mağfiret eder. Vallahi benim herhangi bir özrüm yoktu. Ve esasen senden geri kaldığım şu gazada sahip olduğum imkân ve güce başka hiçbir zaman da ulaşamamışımdır». Resûlullah bu­nun üzerine: «îşte bu doğru sözdür. Kalk git ve Allah'ın senin hakkında vereceği hükmü bekle», buyurdu. Kalktım, fakat yolda, Benî Seleme'den birtakım insanlar rastladı. Beni zorlamaya (yâni öbür­leri gibi mazeret uydurmak için) iknaya çalıştılar. Onlara dedim ki, benim halime başka düşen var mı? Evet dediler, iki kişi daha var. Onlar da senin gibi doğruyu söylediler, sana verilen cevabı al­dılar... Kim onlar? dedim.-Dediler ki: Merâre bin Rebi ile Hilâl bin Umeyye... Bu iki zâtın bende güzel hâtırası vardı. Bedir'de bulunmuş sâlih kişilerdi.

Ve Resûlullah (s.a.v.), müslümanları bizimle yâni bu üç kişi ile; gazadan geri kaldığımızdan ötürü, konuşmaktan men etti. Halk biz­den yüz çevirdi, münâsebeti kesti. Öyle ki: Yeryüzü bana dar gel­mişti. Elli gün elli gece tanıdığım dünyadan başkasındaydım. Öbür iki arkadaşım da evlerine kapanmış ağlıyorlardı. Ama ben halk arasına giriyor dolaşıyordum. Çünkü ben onlar arasında en genci ve güçlüsüydüm. Mescide çıkar, müslümanlarla namaz kılar, çarşı pazar dolaşırdım. Ama kimse konuşmazdı benimle. Resûlullah'a ge­lir selâm verirdim; «Namazdan sonra mecliste oturduğu halde aca­ba dudakları kıpırdıyor mu, benim selâmımı alıyor mu, almıyor mu?» diye düşünürdüm kendi kendime. Yanında namaz kılar, göz ucuyla hep onu süzerdim. Ben namaza durunca bana bakar, namazdan ay­rılıp kendisine bakınca yüzünü çevirirdi.

Bir gün Medine çarşısında gezerken, Şam tarafında Naptîlerden biri rastladı. Medine'ye yiyecek maddeleri satmaya gelmişti. Bak­tım, Kâab İbn Mâlik'i bana gösterir misiniz diye soruyor. Halk be­ni göstermeye başladı. O da bana yaklaşıp bir mektup uzattı. Gas-san Meliki'nden geliyordu. Bir de açtım mektubu, şunları yazıyor: *îmdi öğrendiğimize göre sahibin sana eziyet ediyormuş. Halbuki Al­lah seni cehennemlik ve işkencelik yaratmadı... O halde gel bize sana yardım ederiz. Bunu okur okumaz, «îşte bir belâ da bu dedim», ve karar verdim, götürüp mektubu tandırda yaktım.

Bu elli günlük çilenin kırk günü geçmişti ki, bir haber geldi. Resûlullah (s.a.v.) emrediyor, hanımından ayrı kalacaksın... Peki bo-şayayım mı, ne yapayım dedim. Hayır dediler, sadece beraber yat-mıyacaksın. Meselâ, babasının evine gönderebilirsin. Karıma hadi git babanın evine dedim. Ta Allah benim hakkımdaki hükmünü indi­rip bildirinceye kadar.

Bundan sonra on gün daha bekledim. Artık elli gün olmuştu. Re­sûlullah bizi başkalarıyla konuşmaktan men edeli ellinci gün saba­hıydı, namazı kılmış, evin damında üzüntü içinde oturuyordum. Tam da Cenâb-ı Hakk'ın tarif ettiği halde -Nefsime dünya karanlık, yeryüzü dar geliyordu». Bir de Sal' dağının üzerinden yüksek bir ses geldi: «Müjdeler sana Kâab bin Mâlik» diye haykırıyordu. Secdeye kapandım. Anlamıştım, artık berâtımın geldiğini. Evet, sabah na­mazını müteakip Resûlullah bizim tevbemizin indallah kabul edü--diğini açıklamıştı. Halk başladı bizi tebrike gelmeye. Arkadaşları­ma da koşanlar vardı... Beni müjdeleyen sesin sahibi gelince hemen elbiselerimi çıkarıp müjdelik olarak ona giydirdim. Vallahi o an baş­ka bir elbisem de yoktu. Onun için birinden emânet alıp giydim. Ve hemen Resûlullah'a gittim. Halk bölük bölük beni karşılıyor, tev-bemin kabulünden ötürü beni tebrik ediyorlardı.

Mescide girdim. Resûlullah, çevresinde cemaatıyla oturuyordu. Talha bin Ubeydullah kalkıp bana koştu, elimi tutup tebrik etti. Za­ten orada oturan Muhacirlerden ondan başkası da kalkmadı. Ve beti Talha'nın bu davranışını asla unutmadım. Kâab devam ediyor: Re­sûlullah (s.a.v.)'a selâm verdiğimde, yüzünde memnuniyet parılda-yarak: «Seni tebrik ederim. Anadan doğduğundan bu yana en hayır­lı günündesin» buyurdu. Ben, yâ Resûlâllah, bu af sizin tarafınızdan mı, Allah tarafından mı? diye sordum. O da: «Hayır, bizzat Allah tarafından...» buyurdu. Ben bu sefer heyecandan: «Ben tevbemin kabulü sebebiyle Allah ve Resulü uğruna bütün malımı dağıtaca­ğım» dedim. Fakat Resûlullah (s.a.v.): «Yok, bir kısım malın sana kalsın, daha iyi olur »buyurdu. Ben de: «Yâ Resûlâllah, beni Allah doğ­ruluğumla kurtardı. Bundan böyle de artık, doğruluktan asla ay­rılmayacağım dedim. Allah Resulü de: «Allah, peygamberini, Mu­hacir ve Ensâr'dan ötürü afvettiği gibi...» diye başlayıp: «O halde doğrularla beraber bulun»'a kadar olan âyetleri indirmişti.[134]

 

İbretler Ve Öğütler

 

1- Bu gazveye ön bir açıklama: İslâm, Arap yarımadasında yerleşip istikrara kavuşmaya yüz tutmuştu. Onun hâkimiyeti, gö­nülleri, ruhları kuşatmıştı artık... tşte bu hali Hristiyan Rumlar uzak­tan uzağa izliyor ve korkuyla, kinle ona karşı hazırlanıyorlardı.

Bizanslılara gelince, onlar Hristiyanlığa gerçekten inanarak tu­tunmuş değillerdi. Sadece bölge halklarını sömürmek için bir meta' olarak kullanıyorlardı. O yüzden de Hristiyan inancıyla istedikleri gibi oynuyor, değişiklik yapıp yeni şeyler ekleyebiliyorlardı. Böylece onun esas ve saf akidesini kendi putçu görüşleriyle karı$tırıp, Hak ile bâtıl içice bir garibe oluşturmuşlardı. İslâm ise bütün Resul ve Nebilerin diliyle tebliği tekrarlanan ve o güne ulaşan değişmez ha­kikatin dini olarak artık Allah'ın sultasından ve hâkimiyetinden başka tüm sultaları yıkıp, insanlığı, aydınlığa çıkarmak için gel­mişti. O halde, Allah'ın hüküm ve sultasının dışında kimsenin, efen­dilik ve hâkimiyet hakkı olamaz, kimse kendinde bir otorite bula­mazdı...

Bütün gerçekleriyle, Hristiyanlıktan onu tanıdıkları halde, Bi­zanslılar bu yeni zuhur eden dini, halka tehlike diye gösterme gay-retindeydiler. Çünkü diktatör ve zâlim yöneticilerin hiçbirinin sal­tanatına fırsat vermiyorlardı. Ama halka, onların varlığını tehdid eden bir akım gibi gösteriliyordu.

tşte Rum diktatörlerinin ve Hristiyanlığı şeklen kabullenen te­baasının, Arap yarımadasında zeminine oturan bu dinden başka kor­ku ve sıkıntıları yok gib'ydi. Gayeleri de tabii ezilmişler üzerindeki sultalarını sürdürmekti.

Bu yüzdendir ki, Mekke fethini ve İslâm'ın yarımadadaki sü­rekli zaferini işitmeleri onları ürkütmüştü Ve hemen Şam ve Hi­caz arasında kuvvet toplamaya başladılar. Böylece, ileride kendi saltanatlarını tehdid edecek olurlar diye erken karşı çıkmak istiyor­lardı. Yine Rumları bu ihtimam ve tedbirlere zorlayan şeylerden biri de, ilerde müslümanlarla aralarında büyük ve tehlikeli kapış­maların olacağıydı. Ama hikmet-i ilâhi, mes'ele için bu gazayı ye­ter buldu. Bunca meşakkat ve ona sarfedilen büyük sabır ve gay­ret müslümanların cihad ödevine yetf.. Haniya bu uzun mesafeyi, Medine ile Tebük arasını gidiş ve gelişle kat'etmek için bedeni ve mali çok büyük bir fedakârlık göstermişti müslümanlar, (Bu da te'-sirini gösterdi). Yâni yukarıda görüldüğü üzere, bu sefer yorgun­luğu, çilesi, güçlük ve tehlikesi, mal sarfı bakımından başlı başına bir savaş, hem en çetin savaştı... Ancak acaba Allah'ın emrettiği ci­had hangisiydi? Acaba o sadece mal ve nefsi bezletmek miydi Al­lah'ın şeriat ve dini uğruna? Evet Allah'ın kulundan istediği tama­men bu idi. Kâfirlerin oyununu bozmak âsilerin kalblerine iman ve hidâyet ruhunu sızdırmak için, Allah bundan öte bir fedakârlıktan onları korumuş, bu kadarla başarmalarını nasib etmişti.

Bu meşakkat ordusu, gerçekten de bu çetinler çetini gazvede mal ve bedenî fedakârlığın son haddine vardırmıştı. En güzel is­tirahat imkânlarını feda edip, işkencenin en çetinini tercih etmiş­lerdi. Hem de envâ-ı türlüsünü tadmışlar; böylece de imanlarında sadakatlerini isbat, Allah'a sevgilerini izhar etmişlerdi. Allah'ın des-

teği ve zaferi hak olmuştu onlara. Onları savaşmaktan muaf tut­muş, düşmanın kalbine korku salmaları onların savaşı olmuş, düş­man dağılıp Allah'ın hükmüne boyun eğmek zorunda kalmıştır.

îşte böylece, Rumların boyun eğip, cizye vermeye razı olması kolaylaşmıştı. Onların bu seferde çektikleri zorluğa bedel bir kolay­lıktı. Çünkü onlar Nebi (s.a.v.)'leriyle birlikte sırf ilâhî rıza için bunlara tahammül etmişlerdi. [135]

 

2- İbretler Ve Hükümler:

 

Bundan dolayı, bu gazvede birçok ders ve hükümler bulacaksı­nız. Bir kısmını aşağıya dercediyoruz;

a) Mal ile cihadın önemi: îslâm düşmanlarına karşı uygulana­cak cihad, gazaya çıkmaya münhasır değildir. Aksine sefere çıkmak tek başına hiç yeter değil. Yâni cihad; savaş, silâh, mal ve nafa­kaya dayanır. Müslümanlar için, her birinin gücüne göre ve esa­sen cihadı yürütecek derecede bağışta bulunması kaçınılmaz ödev­dir. Tabii, bu herkesin zenginlik ve ihtiyaçlarıyla oranlı bir sorum­luluktur.

Nitekim fukahâ da, devlet cihad için gerekli nafakayı te'minde güçlük çekerse, halka gücü ve ihtiyaç nisbetinde vergi yüklemesini caiz görmüştür. Yukarıda bu geçmişti. Ancak ulemanın bu ittifakı, devlet malının bu iş için tahsis edilmiş bir nafaka ya da gayr-i meşru bir mal olmamasına bağlıdır. Çünkü halkın malı, asker ve savaş ihtiyaçlarına harcanma bakımından devletin malından daha elverişli değildir.

tşte gördünüz, Osman bin Affân Cr.a.), Resûlullah (s.a.v.)'a üç-yüz deve ve onların gerekli koşum malzemesiyle, ikiyüz gümüş uki-ye de nakit getirmişti. O da bunun üzerine, «Osman'a bundan son­ra yapacağı hiçbir şey zarar vermez» buyurdu. Bu ise,.Hz. Osman'­ın ne kadar büyük yardım ve fedakârlıkta bulunduğunu gösterir. Hattâ bu, Resûlullah'ın onun hakkındaki «Bundan sonra Osman'a yapacağı hiçbir şey zarar vermez» sözünü Hz. Osman (r.a.)'ın siyâ­set ve idaresini tenkid sadedinde ona dil uzatanlara, onun hilâfet dönemindeki yönetimine itiraza kalkanlara uyan ve tenkiddir.

O tip kişiler, onun siyâsetine dair yazarken zaaf ve iltimas ta'-birlerini kullanmakta ve böylece müsteşriklerin yapageldikleri ve bekledikleri lâfı etmiş olmaktadırlar, tslâm tarihinin safahatını iş­lerken, bazı tarihçilerin bu vebalin altına girdikleri, onu değerlen dirme adı altında müsteşriklerin plânladığı oyuna gelip onu suçla­dıkları olur. Siyer ilmini de buna âlet ederek; hedeflerine varmış olur müsteşrikler.

Kendisini evc-i bâlâda gören, arındırıp durultanlar, Hz. Osman'­ın idaresi üstünde lâf ederken kendi kamburlarım ve iç hastalık­larını örtmek isterler. Bir döner onu eleştirir, bir de bakarsınız, siye­rinde menkıbelerini anlatarak onu överler gûyâ...

Hz. Osman'ın hilâfetinde farzı muhal hatâ bile görse, azıcık edebi olan kişi Resûlullah (s.a.v.)'ın: «Bundan sonra Osman'a yap­tığı hiçbir hatâ zarar vermez» fermanı karşısında artık onu tenkide veya idaresini kötülemeye utanır, en azından!

b) Ebû Bekir hadisi ve ondan bir takım haram ve çirkin bidatler türetmek için üstüne eklenenlere dair birkaç söz:

Ebû Dâvud ve Tirmizî'nin rivayet ettiği hadisten söz ejtmiştik! O bütün malım Resûlullah (s.a.v.)'a getirmiş, O da: »Ehline ne bı­raktın?» diye sorunca, «Onlara da Allah ve Jlesûlünü bıraktım» bu­yurmuştur. Bazı kimseler ise bu hadîs üzerine bazı şeyler uydur­muşlar. Gûyâ Resûlullah demiş ki: «Ebâ Bekir! Allah senden razı oldu, sen de On'dan razı mısın?» O da bundan heyecanlanıp sevin­cinden coşmuş, Resûlullah'm huzurunda kalkıp oynamış. Ve demiş ki: «Ben nasıl olur da Allah'tan razı olmam?..» Buradan yürüyerek de bunun Mevlevilik ve öbür bazı tasavvuf kliklerde görülen, zikir halkasmdaki raks ve sema'ın caiz olduğuna delil teşkil ettiğini iddia etmişlerdir.

Delil diye aldıkları şey, yukarıda arzettigimiz üzere tamamen uydurma ve hadisin sonuna bir ilâvedir, iftiradır. Hz. Ebû Bekir'in Resûlullah huzurunda raksettiği, hiçbir sahih veya mevzu hadis ki­tabında mevcut değildir.

Yâni asıl hadisin geçtiği, Tirmizi, Hakim, Ebû Dâvud kitablarımn hiçbirinde böyle bir ek yok. Hani olsa da zaif olsa, o da yok. Me­selenin kendisine gelince; delilin sabit olması şöyle dursun, aley­hinde kesin delil var. Onun, yâni raks ve sema'ın haram olduğu açık delillere dayalıdır. Çünkü ulema raksın çalgıyla birlik yapıl­masını haram görmüştür. Bunda icmâ var. Çalgısız oyunu ise ulema­nın cumhuru mekruh görmüştür. Durum ne olursa olsun, zikrullaha raks katmak ise, .meşru bir ibâdete haram veya mekruh işi katmak gibi bir cinayet olur. Bu demektir ki; adamlar delilsiz olarak, Al­lah'a yaklaştırıcı diye ibâdeti değiştirmişler, ya da öyle bir davra­nışı haramlık veya mekruhluktan çıkarmışlardır.

Eh buna benzer işleri de ucuna ekle artık. Elfaz-ı zikirde bulun­mayan birtakım sözlerle sesi yükseltmek, boğazlarını yırtacak gibi bağırıp çağırmak. Birtakım şair ve bestecilerin dizdirdiği nağmelerle aşk ve nefsin coşması adı altında terennüm ve müzik de buna bağlı.

Şimdi kıyaslayalım bakalım; Allah'ın emredip Resulünün ve onun ashabının yaptığı zikre kıyasla, bunlar nasıl zikir olabilir? Ve bu davranışlar ne tür bir jbâdet olur? Halbuki biliyoruz, Ce-nâb-ı Hakk'ın meşru kılıp, kitabında bildirdiği, Resulünün de haya­tında uygulayıp gösterdiği ibâdet azaltılamaz, artırılamaz.

Bu anlattıklarımızın da çeşitli devirlerde îslâm şeriat âlimleri­nin topluca beyan ettikleri esaslar olduğunu aklımızdan çıkarma­yalım, ^ncak bazı bidatçılar buna ters beyanda bulunmuş, şaz dav­ranış göstermiş olabilirler. Bu da herkesin bildiği gibi, Allah'ın 'zin vermediğini, bid'atı yaşamak, sonunda birçok haramı helâl saymak gibi büyük felâketlere götürmüştür insanları. Bir zaman aşk ve vecd adı altında, başka bir zamanda bakarsın sorumluluktan âzâde olmak gib: saçma sapan yorumlarla kamufle edilir bunlar.

Seçkin îslâm ulemasından tzz bin Abdüsselâm'ın, ilmi, dini ve tasavvuf yetkisine bağlı beyanını görünüz şimdi:

«...Oyun ve alkışa gelince, bu kadınca bir hafifliktir. Ancak ya­lancı san'atkâr ve züppeler, yapar bu işi. Peki nasıl olur da bir insan; Resûlullah'ın «En hayırlı nesil benim dönemimdekiler, sonra onları takib edenler, sonra da onları takib edenler» buyurması karşısın­da aklı karışmış, gönlü coşmuş olarak kalkıp şarkı ve türkü nağ­melerine ayak uydurarak oynayabilir. Haniya, bu insanların hiç­birinden asla buna benzer bir davranış görülmemiştir[136]».

İbn Hâcer de «Keffü'r-Rüâ'» kitabında buna benzer ifade kullan­mıştır.

İmam Kurtubİ ise, bu bid'atın niceliği ve haramlığını son dere­ce geniş bir tafsilâtla vermektedir. Bu zâtın görüşünü tam öğren­mek isteyen, tefsirine müracaat etmelidir. «...Onlar ki, Allah'ı ayak­ta, otururken veya yatarken herhalde zikrederler...» ve «Yeryüzünde cakalı yürüme! Çünkü sen ne yeri delebilirsin, ne de boyunla dağ­lara ulaşabilirsin» âyet-i kerimelerinin tefsiri bahsine bakılmalı­dır. Burada kısa kesmemiz, fazla uzatmamamız uygundur. Yoksa bu konuda imamların serdettiği bütün delilleri serebilirdik. Yâni geçmiş ve sonraki ulemanın nasıl kafi bir ittifakta bulunduğunu ve asla ayrılığa düşmediğini anlamamız için[137] Tabii şuurunu kaybe­den, irâdesi elinden giden, zikir anında böyle bir kendinden geç­me haline düşen kimsenin durumu söylediğimiz genel hükmün dı­şındadır. Çünkü bu durumda teklifi hükmün taallûku kalmaz. îzz bin Abdüsselâm'ın kendisi için bahsettiği heyecanlanıp, kalkıp zıp­laması  da  buna  hamledilir.  Çünkü kitabından  naklettiğimiz   gibi o nassı bilen bir kişi olarak, aklı üstündeyken bunu nasıl yapardı?[138].

c) Münafıklar:  Karakterleri ve İslâm için tehlikelerinin ciddiyeti:

Tebük seferi, Kitâbuîlah'ın beyanı ve onu tafsil eden ilgili ha­disten anlaşılıyor ki, başka hiçbir gazve bu dereceye ulaşmamıştır. Nitekim Tevbe süresindeki âyetleri, daha doğrusu bir bölümü oku­yunca görürsünüz bunu. Ayrıca bu âyetlerde ağırlık merkezini, Al­lah yolunda «mal ve nefisle cihad»ın önemi teşkil eder. Bu da müs-lümanlann, dinlerindeki sadakatin delili olarak belirir. Aynı zaman­da mü'min ile münafık arasındaki farkı da tesbit eder. Buna bağlı olarak da müslümanın, eğer gerçeten müslümansa, asla rahata ve safaya meyletmeyip karşısına çıkacak, kendisini engelleyecek her zorluğu nasıl yenip Allah yolunda hep ilerlediğini, ana prensip ola­rak açıklar. Zaten ilgili hadîste de, münafıkların niyetlerindeki fe­caat ve gizli plânları uzun anlatılmıştır.

Bu hadi teki ders ise, her asırda müslümanlar için baş tehlike­nin, nifak olayı ve münafıklar olduğunun açıklanması olacak. Bu şu demektir: islâm bir dâvadır ki, başta cihadı ve güçlüklere karşı dayanmayı esas alır. Böylece de, doğru ile yalancı anlaşılır, mü'mi-nin imanı da münafıkm karanlık ruhundan seçilir.

Tebük olayı ise, bu Kur'ani dersin başlıca malzemesi olmuştur. Çünkü, bu gaza ile müslümanlar her zamankinden çok tecrübe-lenmiş ve ilâhî uyarı ve ihbara mazhar olmuşlar. Böylece de Me­dine'de peçe düşüp nifak açığa çıktı. Samimi müslümanla münafık tam anlamıyle anlaşılmış, tanınmış oldu. Bunun üzerine de, ardı ardına âyetler gelip, onları suçüstü yakalayıp sırlarını müslümanla-ra bildirererek, her zaman ve her yerde onları tanıyıp, şerlerinden sa­kınmalarının yolunu gösterdi. «O savaştan geri kalanlar, Resûlul-lah'a karşı oturdukları yerde huzurluydular.» Allah yolunda mal ve canlarıyla savaşmayı da hor görmüşlerdi. Hattâ «Bu sıcakta yol­culuk yapılma/.» demişlerdi. Bilselerdi ki bu, cehennem ateşine gö­re çok hafif kalırdı... Az gülüp çok ağlasınlar o halde. Şimdi Allah seni onlardan bir taifeye rasfclatırsa ve çıkış için izin isterlerse de ki, asla benimle çıkamazsınız, düşmanla da benimle birlik savaşa-mazsınız. Çünkü siz ta başta oturup kalmayı seçtiniz. O halde ar­kaya asılıp duranlarla hemhal olup oturun[139]».

Şimdi sen, bir bu âyetlerin başına, bir sonuna bak: Münafık­ların durumuna ne derece önem verildiğini, onlardan ne kadar çar­pıcı "ifadeyle söz edip, sakınma tavsiye edildiğini sezeceksin. Bu hiç­bir şey değil, müslüman için, en büyük aldanma ve belâya uğra­manın, münafıklardan, hiç başkasından Üeğil sadece bu tiplerden geldiğini anlatır. Ve düşmanlarının onlara saldırma yolu da sade­ce ve sadece nifak kapısından ve münafıklar yönünden mümkün olur. Müslümana hiçbir düşmanı da, münafıkların hazırladığı tuzağı hazırlamaz, hazırlayamaz. Zaaf, fesad ve tefrika gibi iki mikrop da kimseden değil yalnız münafıklardan bulaşır... Nitekim Cenâb-ı Hak apaçik bildiriyor: «Onların sizinle birlikte savaşa çıkması da size birsey sağlamaz, ancak fesad getirirdi. Aranıza girer, kulağınız duya duya sizi fitne aramaya sevkederlerdi. Halbuki Allah, zâlim­leri çok iyi tanır[140]».

Bunların tehlikeleri de gizlidir. Çünkü İslâm adına savagır gö­rünürken, ona kendi silahıyla oyun hazırlarlar. Dinin hükümleriyle, «Islâh» ediyoruz diyerek oynarlar. Dinin ruhuna, şeriatın özüne dö­nüyoruz diyerek yürürler. Ondan (telfik yoluyla) karma hükümler elde etmeye çalışırlar. Maksad efendilerine ve dostlarına şirin gö­rünmek ve kendi geleceklerini tahakkuk ettirmektir. İstikbâl hazır­lamaktır.

Bu bahisten müslümanın çıkaracağı en mühim ders ise şudur: Müslüman dış düşmandan açıkça gelenden bir korunursa, münafık tiplerden bin korunmalı. Ve savaşacaksa, ilk hedefin bunların oldu­ğudur. Yâni aralarına nifak sokan bu tipleri yok etmek olmalı ilk ödev... [141]

d) Ehl-i kitab ve cizyet

Bu gazvede, Ehl-i Kitab'dan cizye al­manın meşru olduğunun delili de vardır. Böylece onlar da mal ve canlarını kurtarmış olurlar, Yukarıda görüldüğü üzere, Resûlullah (s.a.v.) Tebük'e varınca, Rumlar dağılıp kaybolmuşlardır. Hristiyan-laşmış Araplar ise ona gelip barış yaptılar. Cizyeyi kabul ettiler. Resûlullah (s.a.v.) onlara buna dair emirname ve talimat yazdı. Ciz­ye ise esasta ( mâli bir vergi olup, müslümanların zekât vermesine denk bir ödevdir. Ancak aralarında elbette çok büyük fark var. Ze­kât hem dini, hem idarî esasa bağlı (hem ibâdet, hem vatandaşlık ödevi) iken, cizye sadece idarî bir sorumluluk esasına dayanır. O halde, cizyeyi vermek üzere itaat eden ehl-i kitab, kendi nefsinde dini benimseyip ona bağlanmasa da, idari yönden îslâm ahkâmına boyun eğmiş, itaati kabullenmiştir... İslâm cemiyetine girmiştir. O halde, onların îslâm ahkâmına muhalif bir tavır almaları, umumî hükümlere ters davranmaları mümkün değildir. Ancak kendi kana-atlerince dinlerinin gereği olanı yaparlar. Şarap içmek gibi...

İmdi, kitab ehliyle, dinsizler ve putperestler arasındaki farka gelince; kitab ehli kendi dinlerini muhafaza ettikleri halde, islâm toplumu içinde kaynaşıp, genel ahkâma uyabilir. Halbuki putçular-la katı dinsizlerin (mülhid) İslâm toplumuyla herhangi bir yönden ilgi kurup münasebette bulunması mümkün değildir. Çünkü ilhad ve puta tapıcılığın İslâm ahkâmıyla yakınlık gösteren hiçbir ilkesi yoktur. Yâni temelde ve teferruatta tamamen zıt nizamlardır, di­yalog imkânı yoktu

e) Geçmiş ve lanete uğramış kavimler

Resûlullah'ın, Semûd kavminin harabelerinden geçerken söyle­dikleriyle görüyoruz ki-, müslümanların o türlü milletlerin yurtlarına girmesi, Allah'ın helak ettiği eski kavimlerin yerinde iskânı hoş görülmemiştir. Hattâ kalıntılarının yanından geçmek bile... Sadece onların başına gelenlerden ibret almak için görmek mümkündür. Allah'ın O Resule ve müslümanlara rahmet ve afiyet vermesini di­lemek için... Çünkü bu harabeler Cenâb-ı Hakk'ın o kavme gada-bının müşahede edildiği yerlerdir. Ve onların dilinde bu ilâhî ga-dab ve sebebi tescil edilmiştir. İlâ nihâye de duracak... Şübhesiz Al­lah bu izleri gelecek her milletin ibret alması için bırakmıştır. Ba­sireti olan görecektir. Nitekim birçok âyet-i kerimede de belirtilip yor. Demek ki, insanın bu tür kalıntıları, tarihî nakışları bina ya­pılarını incelerken, ondaki mânâyı ve ilâhi muradı düşünmeden, kay-gusuz, şuursuz görüp geçmesi müthiş bir yanılgıdır. Esasen yeryü­zünde bu türden ne dersler alınacak şeyler var. Ve sanki hep «Ey basiret sahipleri, bizden ibret alın» diye lisan-ı hâl ile insanlığa sü­rekli ihtar etmektedirler. Ama insanların bunu duyacağı mı var? Şeytanları onlara ne telkin ederse ona bakarlar. Ve sadece kalın­tının, tarihine, san'at değerine, üslûbuna bakıp geçerler,

f) Şimdi bir de Resûlullah'ın münafıklara karşı kullandığı idâri metodla, müslümanlara karşı davranışı arasındaki ince farka dikkat edelim:

Gördük ki bu seferde birçok münafık geri kaldı. Sonra gelip bin türlü yalan ve dolanla özür dilediler. Resûlullah da onların dış yüzlerine göre mazeretlerini kabul etmiş oldu. Ama iç âlemlerin-dekini aziz ve celil olan -Allah'a havale etti. Onlarla musafaha etti.

Az bir miktar da mü'mirilerden vardı, sefere çıkmayan. Ama bunların gönlünde bir şübhe veya nifak yoktu. Zaten de, O'na gelip özür beyan edip af dilerken, herşeyi gerçeğiyle itiraf etmişlerdi. Özür uydurmadan, yalan söylemeden müsamaha dilemişlerdi. Halbuki bun­lara yüz vermedi, onları cezalandırdı, ellerini bile tutmadı. Allah'ın ferman indirmesine kadar, bu zevatın ne çileler çektiğini de yuka­rıda gördünüz.

Niçin acaba? Neden münafıklara böyle hoşgörüyü, sadık mü'-minlere bunca sert cezayı tercih etti?

Cevab: Bu makamda şiddet ve sıkıntı, yüceliğe ve şerefe dair bir işarettir. Münafık asla buna ulaşamaz. Haniya, nasıl nail ola­bilir bir münafık; hakkında âyet inerek afve d ildiğinin bildirilmesi gibi bir iltifata?

Zaten münafıklar ne halde bulunursa bulunsunlar kâfir dam­gasıyla damgalıdırlar. Onların bu dünyada gösterip durdukları da, âhirette esfel derekede kalmalarım önleyemiyecek tabiî. Ama şâri-i Mübin (c.c.î, onları zahirde göründükleri ve gösterdikleri dünyevi tavırla karşılamamızı, öyle adlandırmamızı ve ahkâmı da buna gö­re uygulamamızı emreder. Öyleyse içlerinde gizlediklerini ve söz­lerinin altında yatanı, tahkik kendilerinden sâdır olan yalandan ötü­rü, dünyada iken muahaze etmemizi caiz görmez. O halde biz mü1-minlere nasıl sade (ahkâm ve muameleyi) zahire göre uygularsak, onlara da hâl ve akidelerinde zahirde gördüğümüze göre tavır ta­kınırız.

tbnü'l-Kayyım şöyle der: Allah kullarının cürümlerine karşı böy­le muamele eder. Mü'min kulunu te'dip eder, çünkü o kendi nez-dinde sevgili ve şereflidir. Onu az bir zilletle uyarıp sakındırır... Ama kendi gözünden düşenlere ve emrine ters gidenlere gelince, günahla barıştırır, o günah işledikçe de (iyice azıtsın diye) ona ni'-metini artırır[142].

Görülüyor ki, Kâab'dan nakledilen bu uzunca hadiste çok önem­li ders ve ibretler var. Şimdi onları özetliyelim i

Birincisi: Dini sebeble tehcir caizdir. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) müslümanları Kâab ve iki arkadaşıyla uzun bir süre konuşmaktan men etmiştir. tbnu'l-Kayyım bunu şöyle açıklar: Buradan anlaşılıyor ki hu tür hacredilmiş kimsenin selâmını almak vâcib değildir[143]. Çünkü bu Kâab'ın söyledilrinde vardır: «Ben çıkıp müslümanlarla bir­likte namaz kılıyordum. Resûlullah'a gelince de o namaz sonu mec­liste otururken ona selâm veriyordum. Ve bakıyordum dudakları kıpırdayıp benim selâmımı alıyor mu, almıyor mu?»

Yâni bu halde selâmı çevirmesi vâcib olsa elbette alırdı ve c da bunu işitirdi...

İkincisi: Cenâb-ı Hakk'ın, Kâab'ı imtihan için verdiği başka bir iptilâ. Öyle bir deney ki, insan mü'minin bu iman derecesini, Al­lah'a bağlılığını tasar] ayamadığı gibi, nerdeyse, Azîz ve Celil olan Mevlâ'nın bu derece imtihanını caiz görmüyor hâşâ!.. Görüldü ki, Gassan meliki, ona övücü ve büyütücü bir mektup göndermiş, onu, kendisinden yüz çevirerek bu derece ezaya sevkeden müslüman ce­maatı terketmeye da'vet etmişti. Kendi ülkesine gitmesini de tavsiye etmişti. Kendisine orada ikram olunacağına söz vermişti.

Bu ise Kâab'a en büyük belâ idi. Çok daha ağır imtihandı... Ama bu imtihan da onun İman gücünü ve Mevlâsına olan sevgi ve bağlılığını isbata yaramıştı. Ne ayaklan kaymış, ne de zelil olmuş­tu. Bugün Kâab'ın önüne sunulanlar bir kimsenin önüne konsa, onun denendiğinden tek biri ile denense!.. Ama hepsi geçti de o, bütün iman ve İslâm'ını tehdid edenlerin hiçbirisine iltifat etmedi, çilenin altında ezilmedi...

Üçüncüsü: Şükür secdesi ibâdetde meşrudur. Kâab (r.a.)'m ken­disine, tevbesinin kabul olduğunu haber veren müjdecinin sesini du­yunca yaptığı secde buna delildir. İbnü'l-Kayyım bu hususta da şunu söyler: Hz. Ebû Bekir (r.a.i'de kendisine Müseylimetü'1-Kez-zâb'ın katlı haberi ulaşınca böyle secde etm:şti. Ali bin Ebî Tâlib (r.a.) Hâricilerden «Zû Sedye»nin ölüsünü görünce böyle secde et­mişti. Resûlullah (s.a.v.) da, Cebrail'in, kendisine, salât ü selâm ge­tiren kimseye Allah'ın on kere selâm edeceğini müjdelemesi üzerine şükür secdesi etmişti[144].

Dördüncüsü: İmam Züfer'den başka bütün Hanefîlere göre, bir kimse malının hepsini sadaka vereceğini adaşa, zekâta tabi ma­lından başkasını vermesi gerekmez. Sadece onu vermesi yeter. De­lilleri ise şudur galiba; Kâab (r.a.), Resûlullah (s.a.v.)'a: Ben tev-bemin kabulüne karşı bütün malımdan el çekip çıkarak Allah ve Resulü için sadaka edeceğim, demiş de O'da: «Hayır, malının bir kısmını kendine sakla» diye emir vermişti. Malını nezr edince, hep­sini vermesi gerektiği görüşüne meyledenler ise derler ki; Kâab'in Resûlullah'a söylediği «nezr» sigasıyla hakikî mânâda değildir. Bu sadece bir istişaredir, O'nunla (s.a.v.),O da bir kısmını verme­sini tavsiye etmiştir[145]. Umarım ki, siyakı kelâma da, Resûlullah'ın cevabına da yakın görüş budur. [146]

 



1744 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın