Tebük GazvesiTebük Gazvesi
Sebebi: İbn Sa'd ve ötekilerinin nakline göre: Medine ile Şam arasında ticaret için gidip gelen müslümanlara Enbat'tan bir haber ulaştı. Buna göre Rumlar kendi liderlikleri altında, Lâhım, Cüzam ve benzeri Hristiyan - Arap kabilelerinden çok kalabalık bir ordu derlemişler. Öncü birlikleri de Bulka topraklarına varmış bile. Bunun üzerine Nebi (s.a.v.) hemen çıkış emri verdi. Yine Ta-berâni'nin Ümrün bin Husayn'den rivayetine göre de Rum ordusu, kırk bin savaşçıdan oluşmaktaydı[121]. Zamanı: Olay, Hicretin dokuzuncu yılı Receb ayı içinde oldu. Mevsim yazdı. Sıcak çok şiddedliydi. Halk maişetini te'min gayretin-deydi. Bu günler Medine'nin mahsûl dönemiydi. Güzel de mahsûl vardı. Bu yüzden, Resûlullah (s.a.v.) her zamanki âdeti hilâfına, bu gazada, gidilecek yön ve maksadı açıkça belirtmişti. Kâab bin Mâlik der ki: Resûlullah hiçbir gazaya gitmemiştir ki; onu gizli tutmasın. Bu sefer ise çok sıcak bir mevsimde, uzak, çetin bir sefere ve kalabalık düşmana karşı gidiyordu. Onun için müslümanlara, savaş hazırlıklarım son derece tam yapmalarını açıkladı[122]. Bu durumda, bu gazve için çıkılacak sefer nefislere ağır gelmişti. Bu seferde çok çetin bir çile ve imtihan gözüküyordu. Münafıklar da fırsat bulup orada burada fitnelerini ortaya vurduğu gibi, imanın sadakati de ashabın göğsünde dalgalanıyordu. Münafıklar birbirine: «Bu sıcakta çıkılır mı?» diyordu. Bir başkası bakıyorsun, Resûlullah (s.a.v.)'a gelip'[123], bana izin ver, beni ağır imtihana tâbi tutma. Herkes bilir ki kadınlara benden fazla düşkün kimse yoktur. Korkuyorum, Rumların sarışın güzellerini görürsem, hiç sabredemem, diyordu. Resûlullah ise ona izin veriyor. Abdullah İbn Übey İbn Selûl de Medine yakınında dostlarıyla birlikte ordugâh kurmuştu. Ne var ki, Resûlullah hareket ettiğinde onlar orada kaldı[124]. Bu hâli belirten âyet-i kerîmede şöyle beyan buyuruluyor: «Geride kalanlar, olduğu yerde oturmalarından memnundular. Allah yolunda nefis ve mal ile cihadı hoş görmediler. Onlar dedi ki, bu sıcakta savaşa mı gidilir? Öteki onlara, kavrayabilesiniz ki; cehennem ateşi çok daha sıcaktır» dedi. Öbür âyette : «Bana izin ver, beni fitneye itme, diyor. Halbuki onlar fitnenin çukuruna düştüler. Çünkü cehennem kâfirleri tümüyle kuşatıcıdır[125]» meâliyle açıklar durumu. Mü'minler ise her yönden gelip Resûlullah (s.a.v.)'ın çevresine toplanıyordu. Resûlullah dâ imkânı olanların, savaş için mallarından bağışta bulunmalarını ve binek hayvanı getirmelerini tavsiye etmişti. Birçoğu bunun üzerine, malım, âdeta bütünüyle bağışladı; Hz. Osnian ise bütün teçhizatıyla devesini Resûlullah'a teslim edip, bin dinar da nakit para bağışladı[126]. Bunun üzerine Resûlullah: «Bundan sonra Osman'ın yapacağı hiçbir şey zarar vermez[127]» buyurdu. Hz. Ebû Bekir ise tüm mal varlığını getirdi. Ömer (r.a.) ise malının yarısını bağışlamıştı. Tirmizi, Zeyd bin Eslem'den, o da babasından nakline göre; Ömer İbn Hattâb demiştir ki; «Resûlullah bize sadaka emretti. Benim de elimde mal bulunduğu güne rastlamıştı. Şimdi Ebû Bekir'i geçebilirim diye düşündüm; eğer bir gün onu geçmem mukadderse!.. Ve malımın yarısını getirdim. Resûlullah (s.a.v.) : «Ev halkına ne bıraktın?» dedi. Ben de, bu kadar da geri kaldı dedim. Ebû Bekir ise tüm mal varlığını getirmiş. Resûlullah ona da sordu: «Ebû Bekir, ehline ne bıraktın?» deyince; «Allah ve Resulünü» diye cevab verdi, tşte o zaman anladım ki; Ebû Bekir'i hiçbir sahada ve asla geçemiyeceğim.. .[128]» Bu hadis sahih ise, ulemadan bir grubun dediği gibi, Tebük gazvesi münâsebetiyle vârid olmuştur bu tesbit. Yine bir ağlayıcılar diye adlandırılan taife gelmişti, o gün Re-sûlullaha. O'ndan savaşa gidebilmek için binek hayvanı istediler. O da şöyle cevab verdi: Sizi bindirecek şey bulamam. Bunlar, gözü yaşlı geri döndüler. Çünkü kendilerinin de binek alma güçleri yoktu. Gazaya gitme imkânları kalmamıştı. Resülullah (s.a.v.) otuz bine varan bir müslüman ordusuyla yola çıktı[129]. Kendilerinden şübhe edilmeyecek bir takım insanlar da geride kalmıştı. Bunlar arasında, Kâab bin Mâlik, Hilâl bin Ümeyye, Me-rûre bin Rebiî ve Ebû Hayseme vardı. tbn îshâk'm dediği gib,, bu kişiler dürüst kimselerdi, tslâmın-dan şübhe edilmezdi. Hattâ Ebû Hayseme sonradan yola çıkıp Tebük'te Resülullah'a yetişmişti bile... Taberâni, îbn îshâk ve Vâkıdî'nin rivayetine göre; Ebû Hayseme de, Resülullah (s.a.v.) birkaç günlük yol aldığı halde, geriye dönmüş; sıcak bir günde evine varmıştı, tki karısını kendi bostanın-daki çardakları altında buldu. İkisi de onu kendi çardağına çağırıp soğuk su ve sofra hazırladılar ona. Oraya girince, çardağın kapısına dikilip, karılarının kendisi için yaptıkları hazırlığa baktı; bir de kadınlarına şöyle konuştu: «Resûlullah güneş altında fırtınada ve sıcakta iken, Ebû Hayseme serin gölgede, hazır yemek ve güzel kanlarıyla malının başında bulunuyor, yakışır mı? Vallahi bu insafa sığmaz». Ve devam etti: «Vallahi ben hiçbirinizin çardağına girmem. Dönüp Resülullah'a yetişmem lâzım». Bunun üzerine hemen azık hazırladılar. Hemen bineğini tepip yürüdü ve Resûlullah (s.a. v.)'a ulaşmak için yola koyuldu. Daha Tebük'e varırken kavuştu onlara^ Ebû Hayseme müslümanlara yaklaşınca, hepsi birden, bir süvari geliyor dediler. Resûlullah: «Ebû Hayseme olsun!..» buyurdu. Onlar da: «Gerçekten Ebû Hayseme bu! diye hayrette kaldılar». Adam devesini çökertip Resûlullah (s.a.v.)'a doğru yaklaştı. Aley-hissalâtü vesselam ise: «îyi ettin yoksa mahvolmuştun, Ebû Hayseme!» dedi. Sonra da serencamını Resülullah'a anlattı ve O da ona hayır dualarda bulundu. Yâni bu seferde bütün müslümanlar son derece meşakkat ve büyük yorgunluğa katlanmışlardı. Meselâ imam Ahmed ve başkalarının rivayetine göre, iki veya üç kişi bir deve ile yolculuk yapıyorlarsa, öyle hale geldiler ki, develeri keserek etini yiyip, suyunu içmekte buldular çareyi. Yine İmam Ahmed'in Müsned'inde nakline göre, Ebû Hüreyre diyor ki: Tebük seferinde halk müthiş aç kalmıştı. Bazıları Resûlullah (s.a.v.)'a gelerek, bize izin verirsen su taşıdığımız bineklerimizi kesip etlerini yer, yağlarını da eritiriz diye arzda bulundular: O da, «Yapabilirsiniz» buyurdu. Fakat bu anda Hz. Ömer (r.a.) yetişti: «Yâ Resûlâllah, eğer bunu yaparlarsa binek hayvanı kalmaz» dedi. Keşke sen onları toplayıp da rızık için duâ etsen. Olur ki, Cenâb-ı Hak onlara genişlik verir...» diye teklifte bulundu. O (s.a.v.) da halkı çağırdı. Bir de sergi istedi. Onlar ellerinde ne varsa getirip sergi üstüne koydular. Kimi bir avuç darı, kimi un, kimisi de yanında kalan ekmek kırıntıları... Ne bulduysa getirip cins cins biriktirdiler. Sonra ona duâ buyurdu Resûlullah. Ardından da onlara: «Şimdi herkes kabını getirip, ondan ihtiyacı olduğu kadar alsın», buyurdu. Ordugâhta, doldurulmadık hiçbir kab kalmadı. Herkes de yedi ve doydu. Yine de yaygı üzerinde baştaki kadar yiyecek vardı. Resûlullah bu hal karşısında: «Ben Allah'tan başka ilâh bulunmadığına, benim de O'nun Resulü olduğuma şehadet ederim. Yine: Bu iki şehadeti can ü gönülden söyleyip kendisine yöneleni Allah'ın cehennem ateşinden koruyacağına kesinlikle şehadet ederim[130]» buyurdu. Tebük'e varınca, burada bir hazırlık, ya da savaşla karşılaşmadılar. Daha önce toplanıp savaşa geldiği söylenenler dağılmış, sır olmuşlardı. Oradayken Eyle Meliki Yuhanna ona geldi. Ve Resûlullah (s.a.v.)'a cizye vermek üzere barış yaptı. Ehl-i Cerbâ da geldi. Erzûh halkı da gelip anlaşma yaptılar. Cizye vermeyi kabullendiler. Resûlullah da, yazılı olarak onlara emân verdi. Daha sonra ordu hareket edip, Hicr (yâni Semûd kavminin ülkesi)'ne vardı. Resûlullah (s.a.v.) ashabına: Kendi kendilerine zulm edenlerin evlerine girmeyin ki, onlara olan sizin de başınıza gelebilir; halinize ağlarsınız, dedi ve başını çevirdi, hızla yürütüp vadiden kısa zamanda geçirdi ordusunu[131]. Buradan da, Resûlullah artık, Medine'ye müteveccihen hareket etti. Medine'ye yaklaştıklarında, ashabına şöyle seslendi: Burası Ta-be'dir. Burası Uhud. Bizi seven, bizim de sevdiğimizdir[132]. Yine ashabına şöyle dedi: Medine'de öyle bir topluluk var ki şu an, hangi vadiyi geçtiniz, hangi mesafeyi adımladınızda, onlar da sizinleydi. Dediler ki, yâ Resûlâllah, ama onlar Medine'de!.. «Ama onları Medine'de özürleri tuttu», buyurdu. Resûlullah o senenin Ramazan ayında Medine'ye dönmüştü. Yâni sefer iki aya yakın sürmüş oldu. [133]
Geriye Kalanlar Mes'elesi:
Resûlullah Medine'ye varınca, doğru mescide girdi. İki rek'at namaz kıldı. Ve mescidde oturdu, başladı arkada kalanlar gelip özür beyân etmeye. Hallerini anlatıp yemin ve kasemle, kasden geri kalmadıklarına inandırmaya çalışıyorlardı. Sefere katılmayan kimseler seksen kadardı. Resûlullah bazılarının ifadelerini ve özürlerini mâkul gördü ve onlar nâmına istiğfarda bulundu. Ancak Kâab bin Mâlik ile iki arkadaşının durumu ise, haklarında âyet nazil olup, tevbelerinin kabul edildiği belirtilinceye kadar te'hir edildi. Nitekim Kâab bin Mâlik kendi macerasını -bu konuda Buhârî ve Müslim'in naklettiği uzunca bir hadis ile- şöyle anlattı: Ben çok iyi biliyordum kendimi ki bu gazveye kadar hiç bu derece hazır ve güçlü olmamıştım. Buna rağmen seferden geri kalmıştım. Tabiî müslümanlarla birlikte savaşa hazırlanmaya gitmiş fakat hazırlıksız dönmüştüm Kendi kendime diyordum ki; buna gücüm yeter (yâni savaşa hazırlanmak için bir mâniim yok). Ama ben böyle te-reddüd edip dururken halk ciddiyetle hazırlanmıştı. Ben henüz hazır değildim. Ben tam hazır olup yola koyuluncaya kadar da ordu ayrılıp çok uzaklaşmıştı. Arkadan yetişmek düşündümse de onu da başaramadım. Keşke öyle yapsaydım. Artık Resûlullah (s.a.v.) yola çıktıktan sonra ben halk arasında dolaşıyordum ama münafıklardan ve bir de gerçek özürlü kişilerden başkası yoktu. Bu durum da beni çok üzüyordu. Resûlullah'm dönmekte olduğunu işitince ise esas üzüntüm başladı. Başladım bir yalan uydurma düşüncesine. Onun beni azarlamasından beni kurtaracak bir çâre arıyordum. Bütün ev halkımla da müşavere edip, akıl aldım. Ama onun şehre ulaştığını işitince artık (çâre de bitmiş) telâşım da son bulmuştu. Ona herşeyi dosdoğru söylemeyi kararlaştırıp huzuruna vardım. Fakat, selâm verince, selâmımı acı bir tebessümle aldı. Ve «yaklaş» dedi. Önüne vanp oturdum, şöyle sordu: «Neden geriye kaldın?» Sen Akabe'de böyle bir vazifeyi omuzlamaya söz vermemiş miydin?» «Evet, dedim, vallahi ben senden başka kimin önüne otursam, dünya insanlarından herkesi kandırabilecek söz bulur ve mazeretimi kabul ettirebilirdim. Çünkü Allah bana güçlü bir mantık bahsetmiştir. Fakat muhakkak biliyorum ki; bugün sana yalan söylesem, seni ikna etsem yarın Allah beni yalanlar ve hilemi ortaya çıkarır. Ama sana doğruyu söylersem umarım ki; Allah beni sıdkım-dan ötürü mağfiret eder. Vallahi benim herhangi bir özrüm yoktu. Ve esasen senden geri kaldığım şu gazada sahip olduğum imkân ve güce başka hiçbir zaman da ulaşamamışımdır». Resûlullah bunun üzerine: «îşte bu doğru sözdür. Kalk git ve Allah'ın senin hakkında vereceği hükmü bekle», buyurdu. Kalktım, fakat yolda, Benî Seleme'den birtakım insanlar rastladı. Beni zorlamaya (yâni öbürleri gibi mazeret uydurmak için) iknaya çalıştılar. Onlara dedim ki, benim halime başka düşen var mı? Evet dediler, iki kişi daha var. Onlar da senin gibi doğruyu söylediler, sana verilen cevabı aldılar... Kim onlar? dedim.-Dediler ki: Merâre bin Rebi ile Hilâl bin Umeyye... Bu iki zâtın bende güzel hâtırası vardı. Bedir'de bulunmuş sâlih kişilerdi. Ve Resûlullah (s.a.v.), müslümanları bizimle yâni bu üç kişi ile; gazadan geri kaldığımızdan ötürü, konuşmaktan men etti. Halk bizden yüz çevirdi, münâsebeti kesti. Öyle ki: Yeryüzü bana dar gelmişti. Elli gün elli gece tanıdığım dünyadan başkasındaydım. Öbür iki arkadaşım da evlerine kapanmış ağlıyorlardı. Ama ben halk arasına giriyor dolaşıyordum. Çünkü ben onlar arasında en genci ve güçlüsüydüm. Mescide çıkar, müslümanlarla namaz kılar, çarşı pazar dolaşırdım. Ama kimse konuşmazdı benimle. Resûlullah'a gelir selâm verirdim; «Namazdan sonra mecliste oturduğu halde acaba dudakları kıpırdıyor mu, benim selâmımı alıyor mu, almıyor mu?» diye düşünürdüm kendi kendime. Yanında namaz kılar, göz ucuyla hep onu süzerdim. Ben namaza durunca bana bakar, namazdan ayrılıp kendisine bakınca yüzünü çevirirdi. Bir gün Medine çarşısında gezerken, Şam tarafında Naptîlerden biri rastladı. Medine'ye yiyecek maddeleri satmaya gelmişti. Baktım, Kâab İbn Mâlik'i bana gösterir misiniz diye soruyor. Halk beni göstermeye başladı. O da bana yaklaşıp bir mektup uzattı. Gas-san Meliki'nden geliyordu. Bir de açtım mektubu, şunları yazıyor: *îmdi öğrendiğimize göre sahibin sana eziyet ediyormuş. Halbuki Allah seni cehennemlik ve işkencelik yaratmadı... O halde gel bize sana yardım ederiz. Bunu okur okumaz, «îşte bir belâ da bu dedim», ve karar verdim, götürüp mektubu tandırda yaktım. Bu elli günlük çilenin kırk günü geçmişti ki, bir haber geldi. Resûlullah (s.a.v.) emrediyor, hanımından ayrı kalacaksın... Peki bo-şayayım mı, ne yapayım dedim. Hayır dediler, sadece beraber yat-mıyacaksın. Meselâ, babasının evine gönderebilirsin. Karıma hadi git babanın evine dedim. Ta Allah benim hakkımdaki hükmünü indirip bildirinceye kadar. Bundan sonra on gün daha bekledim. Artık elli gün olmuştu. Resûlullah bizi başkalarıyla konuşmaktan men edeli ellinci gün sabahıydı, namazı kılmış, evin damında üzüntü içinde oturuyordum. Tam da Cenâb-ı Hakk'ın tarif ettiği halde -Nefsime dünya karanlık, yeryüzü dar geliyordu». Bir de Sal' dağının üzerinden yüksek bir ses geldi: «Müjdeler sana Kâab bin Mâlik» diye haykırıyordu. Secdeye kapandım. Anlamıştım, artık berâtımın geldiğini. Evet, sabah namazını müteakip Resûlullah bizim tevbemizin indallah kabul edü--diğini açıklamıştı. Halk başladı bizi tebrike gelmeye. Arkadaşlarıma da koşanlar vardı... Beni müjdeleyen sesin sahibi gelince hemen elbiselerimi çıkarıp müjdelik olarak ona giydirdim. Vallahi o an başka bir elbisem de yoktu. Onun için birinden emânet alıp giydim. Ve hemen Resûlullah'a gittim. Halk bölük bölük beni karşılıyor, tev-bemin kabulünden ötürü beni tebrik ediyorlardı. Mescide girdim. Resûlullah, çevresinde cemaatıyla oturuyordu. Talha bin Ubeydullah kalkıp bana koştu, elimi tutup tebrik etti. Zaten orada oturan Muhacirlerden ondan başkası da kalkmadı. Ve beti Talha'nın bu davranışını asla unutmadım. Kâab devam ediyor: Resûlullah (s.a.v.)'a selâm verdiğimde, yüzünde memnuniyet parılda-yarak: «Seni tebrik ederim. Anadan doğduğundan bu yana en hayırlı günündesin» buyurdu. Ben, yâ Resûlâllah, bu af sizin tarafınızdan mı, Allah tarafından mı? diye sordum. O da: «Hayır, bizzat Allah tarafından...» buyurdu. Ben bu sefer heyecandan: «Ben tevbemin kabulü sebebiyle Allah ve Resulü uğruna bütün malımı dağıtacağım» dedim. Fakat Resûlullah (s.a.v.): «Yok, bir kısım malın sana kalsın, daha iyi olur »buyurdu. Ben de: «Yâ Resûlâllah, beni Allah doğruluğumla kurtardı. Bundan böyle de artık, doğruluktan asla ayrılmayacağım dedim. Allah Resulü de: «Allah, peygamberini, Muhacir ve Ensâr'dan ötürü afvettiği gibi...» diye başlayıp: «O halde doğrularla beraber bulun»'a kadar olan âyetleri indirmişti.[134]
İbretler Ve Öğütler
1- Bu gazveye ön bir açıklama: İslâm, Arap yarımadasında yerleşip istikrara kavuşmaya yüz tutmuştu. Onun hâkimiyeti, gönülleri, ruhları kuşatmıştı artık... tşte bu hali Hristiyan Rumlar uzaktan uzağa izliyor ve korkuyla, kinle ona karşı hazırlanıyorlardı. Bizanslılara gelince, onlar Hristiyanlığa gerçekten inanarak tutunmuş değillerdi. Sadece bölge halklarını sömürmek için bir meta' olarak kullanıyorlardı. O yüzden de Hristiyan inancıyla istedikleri gibi oynuyor, değişiklik yapıp yeni şeyler ekleyebiliyorlardı. Böylece onun esas ve saf akidesini kendi putçu görüşleriyle karı$tırıp, Hak ile bâtıl içice bir garibe oluşturmuşlardı. İslâm ise bütün Resul ve Nebilerin diliyle tebliği tekrarlanan ve o güne ulaşan değişmez hakikatin dini olarak artık Allah'ın sultasından ve hâkimiyetinden başka tüm sultaları yıkıp, insanlığı, aydınlığa çıkarmak için gelmişti. O halde, Allah'ın hüküm ve sultasının dışında kimsenin, efendilik ve hâkimiyet hakkı olamaz, kimse kendinde bir otorite bulamazdı... Bütün gerçekleriyle, Hristiyanlıktan onu tanıdıkları halde, Bizanslılar bu yeni zuhur eden dini, halka tehlike diye gösterme gay-retindeydiler. Çünkü diktatör ve zâlim yöneticilerin hiçbirinin saltanatına fırsat vermiyorlardı. Ama halka, onların varlığını tehdid eden bir akım gibi gösteriliyordu. tşte Rum diktatörlerinin ve Hristiyanlığı şeklen kabullenen tebaasının, Arap yarımadasında zeminine oturan bu dinden başka korku ve sıkıntıları yok gib'ydi. Gayeleri de tabii ezilmişler üzerindeki sultalarını sürdürmekti. Bu yüzdendir ki, Mekke fethini ve İslâm'ın yarımadadaki sürekli zaferini işitmeleri onları ürkütmüştü Ve hemen Şam ve Hicaz arasında kuvvet toplamaya başladılar. Böylece, ileride kendi saltanatlarını tehdid edecek olurlar diye erken karşı çıkmak istiyorlardı. Yine Rumları bu ihtimam ve tedbirlere zorlayan şeylerden biri de, ilerde müslümanlarla aralarında büyük ve tehlikeli kapışmaların olacağıydı. Ama hikmet-i ilâhi, mes'ele için bu gazayı yeter buldu. Bunca meşakkat ve ona sarfedilen büyük sabır ve gayret müslümanların cihad ödevine yetf.. Haniya bu uzun mesafeyi, Medine ile Tebük arasını gidiş ve gelişle kat'etmek için bedeni ve mali çok büyük bir fedakârlık göstermişti müslümanlar, (Bu da te'-sirini gösterdi). Yâni yukarıda görüldüğü üzere, bu sefer yorgunluğu, çilesi, güçlük ve tehlikesi, mal sarfı bakımından başlı başına bir savaş, hem en çetin savaştı... Ancak acaba Allah'ın emrettiği cihad hangisiydi? Acaba o sadece mal ve nefsi bezletmek miydi Allah'ın şeriat ve dini uğruna? Evet Allah'ın kulundan istediği tamamen bu idi. Kâfirlerin oyununu bozmak âsilerin kalblerine iman ve hidâyet ruhunu sızdırmak için, Allah bundan öte bir fedakârlıktan onları korumuş, bu kadarla başarmalarını nasib etmişti. Bu meşakkat ordusu, gerçekten de bu çetinler çetini gazvede mal ve bedenî fedakârlığın son haddine vardırmıştı. En güzel istirahat imkânlarını feda edip, işkencenin en çetinini tercih etmişlerdi. Hem de envâ-ı türlüsünü tadmışlar; böylece de imanlarında sadakatlerini isbat, Allah'a sevgilerini izhar etmişlerdi. Allah'ın des- teği ve zaferi hak olmuştu onlara. Onları savaşmaktan muaf tutmuş, düşmanın kalbine korku salmaları onların savaşı olmuş, düşman dağılıp Allah'ın hükmüne boyun eğmek zorunda kalmıştır. îşte böylece, Rumların boyun eğip, cizye vermeye razı olması kolaylaşmıştı. Onların bu seferde çektikleri zorluğa bedel bir kolaylıktı. Çünkü onlar Nebi (s.a.v.)'leriyle birlikte sırf ilâhî rıza için bunlara tahammül etmişlerdi. [135]
2- İbretler Ve Hükümler:
Bundan dolayı, bu gazvede birçok ders ve hükümler bulacaksınız. Bir kısmını aşağıya dercediyoruz; a) Mal ile cihadın önemi: îslâm düşmanlarına karşı uygulanacak cihad, gazaya çıkmaya münhasır değildir. Aksine sefere çıkmak tek başına hiç yeter değil. Yâni cihad; savaş, silâh, mal ve nafakaya dayanır. Müslümanlar için, her birinin gücüne göre ve esasen cihadı yürütecek derecede bağışta bulunması kaçınılmaz ödevdir. Tabii, bu herkesin zenginlik ve ihtiyaçlarıyla oranlı bir sorumluluktur. Nitekim fukahâ da, devlet cihad için gerekli nafakayı te'minde güçlük çekerse, halka gücü ve ihtiyaç nisbetinde vergi yüklemesini caiz görmüştür. Yukarıda bu geçmişti. Ancak ulemanın bu ittifakı, devlet malının bu iş için tahsis edilmiş bir nafaka ya da gayr-i meşru bir mal olmamasına bağlıdır. Çünkü halkın malı, asker ve savaş ihtiyaçlarına harcanma bakımından devletin malından daha elverişli değildir. tşte gördünüz, Osman bin Affân Cr.a.), Resûlullah (s.a.v.)'a üç-yüz deve ve onların gerekli koşum malzemesiyle, ikiyüz gümüş uki-ye de nakit getirmişti. O da bunun üzerine, «Osman'a bundan sonra yapacağı hiçbir şey zarar vermez» buyurdu. Bu ise,.Hz. Osman'ın ne kadar büyük yardım ve fedakârlıkta bulunduğunu gösterir. Hattâ bu, Resûlullah'ın onun hakkındaki «Bundan sonra Osman'a yapacağı hiçbir şey zarar vermez» sözünü Hz. Osman (r.a.)'ın siyâset ve idaresini tenkid sadedinde ona dil uzatanlara, onun hilâfet dönemindeki yönetimine itiraza kalkanlara uyan ve tenkiddir. O tip kişiler, onun siyâsetine dair yazarken zaaf ve iltimas ta'-birlerini kullanmakta ve böylece müsteşriklerin yapageldikleri ve bekledikleri lâfı etmiş olmaktadırlar, tslâm tarihinin safahatını işlerken, bazı tarihçilerin bu vebalin altına girdikleri, onu değerlen dirme adı altında müsteşriklerin plânladığı oyuna gelip onu suçladıkları olur. Siyer ilmini de buna âlet ederek; hedeflerine varmış olur müsteşrikler. Kendisini evc-i bâlâda gören, arındırıp durultanlar, Hz. Osman'ın idaresi üstünde lâf ederken kendi kamburlarım ve iç hastalıklarını örtmek isterler. Bir döner onu eleştirir, bir de bakarsınız, siyerinde menkıbelerini anlatarak onu överler gûyâ... Hz. Osman'ın hilâfetinde farzı muhal hatâ bile görse, azıcık edebi olan kişi Resûlullah (s.a.v.)'ın: «Bundan sonra Osman'a yaptığı hiçbir hatâ zarar vermez» fermanı karşısında artık onu tenkide veya idaresini kötülemeye utanır, en azından! b) Ebû Bekir hadisi ve ondan bir takım haram ve çirkin bidatler türetmek için üstüne eklenenlere dair birkaç söz: Ebû Dâvud ve Tirmizî'nin rivayet ettiği hadisten söz ejtmiştik! O bütün malım Resûlullah (s.a.v.)'a getirmiş, O da: »Ehline ne bıraktın?» diye sorunca, «Onlara da Allah ve Jlesûlünü bıraktım» buyurmuştur. Bazı kimseler ise bu hadîs üzerine bazı şeyler uydurmuşlar. Gûyâ Resûlullah demiş ki: «Ebâ Bekir! Allah senden razı oldu, sen de On'dan razı mısın?» O da bundan heyecanlanıp sevincinden coşmuş, Resûlullah'm huzurunda kalkıp oynamış. Ve demiş ki: «Ben nasıl olur da Allah'tan razı olmam?..» Buradan yürüyerek de bunun Mevlevilik ve öbür bazı tasavvuf kliklerde görülen, zikir halkasmdaki raks ve sema'ın caiz olduğuna delil teşkil ettiğini iddia etmişlerdir. Delil diye aldıkları şey, yukarıda arzettigimiz üzere tamamen uydurma ve hadisin sonuna bir ilâvedir, iftiradır. Hz. Ebû Bekir'in Resûlullah huzurunda raksettiği, hiçbir sahih veya mevzu hadis kitabında mevcut değildir. Yâni asıl hadisin geçtiği, Tirmizi, Hakim, Ebû Dâvud kitablarımn hiçbirinde böyle bir ek yok. Hani olsa da zaif olsa, o da yok. Meselenin kendisine gelince; delilin sabit olması şöyle dursun, aleyhinde kesin delil var. Onun, yâni raks ve sema'ın haram olduğu açık delillere dayalıdır. Çünkü ulema raksın çalgıyla birlik yapılmasını haram görmüştür. Bunda icmâ var. Çalgısız oyunu ise ulemanın cumhuru mekruh görmüştür. Durum ne olursa olsun, zikrullaha raks katmak ise, .meşru bir ibâdete haram veya mekruh işi katmak gibi bir cinayet olur. Bu demektir ki; adamlar delilsiz olarak, Allah'a yaklaştırıcı diye ibâdeti değiştirmişler, ya da öyle bir davranışı haramlık veya mekruhluktan çıkarmışlardır. Eh buna benzer işleri de ucuna ekle artık. Elfaz-ı zikirde bulunmayan birtakım sözlerle sesi yükseltmek, boğazlarını yırtacak gibi bağırıp çağırmak. Birtakım şair ve bestecilerin dizdirdiği nağmelerle aşk ve nefsin coşması adı altında terennüm ve müzik de buna bağlı. Şimdi kıyaslayalım bakalım; Allah'ın emredip Resulünün ve onun ashabının yaptığı zikre kıyasla, bunlar nasıl zikir olabilir? Ve bu davranışlar ne tür bir jbâdet olur? Halbuki biliyoruz, Ce-nâb-ı Hakk'ın meşru kılıp, kitabında bildirdiği, Resulünün de hayatında uygulayıp gösterdiği ibâdet azaltılamaz, artırılamaz. Bu anlattıklarımızın da çeşitli devirlerde îslâm şeriat âlimlerinin topluca beyan ettikleri esaslar olduğunu aklımızdan çıkarmayalım, ^ncak bazı bidatçılar buna ters beyanda bulunmuş, şaz davranış göstermiş olabilirler. Bu da herkesin bildiği gibi, Allah'ın 'zin vermediğini, bid'atı yaşamak, sonunda birçok haramı helâl saymak gibi büyük felâketlere götürmüştür insanları. Bir zaman aşk ve vecd adı altında, başka bir zamanda bakarsın sorumluluktan âzâde olmak gib: saçma sapan yorumlarla kamufle edilir bunlar. Seçkin îslâm ulemasından tzz bin Abdüsselâm'ın, ilmi, dini ve tasavvuf yetkisine bağlı beyanını görünüz şimdi: «...Oyun ve alkışa gelince, bu kadınca bir hafifliktir. Ancak yalancı san'atkâr ve züppeler, yapar bu işi. Peki nasıl olur da bir insan; Resûlullah'ın «En hayırlı nesil benim dönemimdekiler, sonra onları takib edenler, sonra da onları takib edenler» buyurması karşısında aklı karışmış, gönlü coşmuş olarak kalkıp şarkı ve türkü nağmelerine ayak uydurarak oynayabilir. Haniya, bu insanların hiçbirinden asla buna benzer bir davranış görülmemiştir[136]». İbn Hâcer de «Keffü'r-Rüâ'» kitabında buna benzer ifade kullanmıştır. İmam Kurtubİ ise, bu bid'atın niceliği ve haramlığını son derece geniş bir tafsilâtla vermektedir. Bu zâtın görüşünü tam öğrenmek isteyen, tefsirine müracaat etmelidir. «...Onlar ki, Allah'ı ayakta, otururken veya yatarken herhalde zikrederler...» ve «Yeryüzünde cakalı yürüme! Çünkü sen ne yeri delebilirsin, ne de boyunla dağlara ulaşabilirsin» âyet-i kerimelerinin tefsiri bahsine bakılmalıdır. Burada kısa kesmemiz, fazla uzatmamamız uygundur. Yoksa bu konuda imamların serdettiği bütün delilleri serebilirdik. Yâni geçmiş ve sonraki ulemanın nasıl kafi bir ittifakta bulunduğunu ve asla ayrılığa düşmediğini anlamamız için[137] Tabii şuurunu kaybeden, irâdesi elinden giden, zikir anında böyle bir kendinden geçme haline düşen kimsenin durumu söylediğimiz genel hükmün dışındadır. Çünkü bu durumda teklifi hükmün taallûku kalmaz. îzz bin Abdüsselâm'ın kendisi için bahsettiği heyecanlanıp, kalkıp zıplaması da buna hamledilir. Çünkü kitabından naklettiğimiz gibi o nassı bilen bir kişi olarak, aklı üstündeyken bunu nasıl yapardı?[138]. c) Münafıklar: Karakterleri ve İslâm için tehlikelerinin ciddiyeti: Tebük seferi, Kitâbuîlah'ın beyanı ve onu tafsil eden ilgili hadisten anlaşılıyor ki, başka hiçbir gazve bu dereceye ulaşmamıştır. Nitekim Tevbe süresindeki âyetleri, daha doğrusu bir bölümü okuyunca görürsünüz bunu. Ayrıca bu âyetlerde ağırlık merkezini, Allah yolunda «mal ve nefisle cihad»ın önemi teşkil eder. Bu da müs-lümanlann, dinlerindeki sadakatin delili olarak belirir. Aynı zamanda mü'min ile münafık arasındaki farkı da tesbit eder. Buna bağlı olarak da müslümanın, eğer gerçeten müslümansa, asla rahata ve safaya meyletmeyip karşısına çıkacak, kendisini engelleyecek her zorluğu nasıl yenip Allah yolunda hep ilerlediğini, ana prensip olarak açıklar. Zaten ilgili hadîste de, münafıkların niyetlerindeki fecaat ve gizli plânları uzun anlatılmıştır. Bu hadi teki ders ise, her asırda müslümanlar için baş tehlikenin, nifak olayı ve münafıklar olduğunun açıklanması olacak. Bu şu demektir: islâm bir dâvadır ki, başta cihadı ve güçlüklere karşı dayanmayı esas alır. Böylece de, doğru ile yalancı anlaşılır, mü'mi-nin imanı da münafıkm karanlık ruhundan seçilir. Tebük olayı ise, bu Kur'ani dersin başlıca malzemesi olmuştur. Çünkü, bu gaza ile müslümanlar her zamankinden çok tecrübe-lenmiş ve ilâhî uyarı ve ihbara mazhar olmuşlar. Böylece de Medine'de peçe düşüp nifak açığa çıktı. Samimi müslümanla münafık tam anlamıyle anlaşılmış, tanınmış oldu. Bunun üzerine de, ardı ardına âyetler gelip, onları suçüstü yakalayıp sırlarını müslümanla-ra bildirererek, her zaman ve her yerde onları tanıyıp, şerlerinden sakınmalarının yolunu gösterdi. «O savaştan geri kalanlar, Resûlul-lah'a karşı oturdukları yerde huzurluydular.» Allah yolunda mal ve canlarıyla savaşmayı da hor görmüşlerdi. Hattâ «Bu sıcakta yolculuk yapılma/.» demişlerdi. Bilselerdi ki bu, cehennem ateşine göre çok hafif kalırdı... Az gülüp çok ağlasınlar o halde. Şimdi Allah seni onlardan bir taifeye rasfclatırsa ve çıkış için izin isterlerse de ki, asla benimle çıkamazsınız, düşmanla da benimle birlik savaşa-mazsınız. Çünkü siz ta başta oturup kalmayı seçtiniz. O halde arkaya asılıp duranlarla hemhal olup oturun[139]». Şimdi sen, bir bu âyetlerin başına, bir sonuna bak: Münafıkların durumuna ne derece önem verildiğini, onlardan ne kadar çarpıcı "ifadeyle söz edip, sakınma tavsiye edildiğini sezeceksin. Bu hiçbir şey değil, müslüman için, en büyük aldanma ve belâya uğramanın, münafıklardan, hiç başkasından Üeğil sadece bu tiplerden geldiğini anlatır. Ve düşmanlarının onlara saldırma yolu da sadece ve sadece nifak kapısından ve münafıklar yönünden mümkün olur. Müslümana hiçbir düşmanı da, münafıkların hazırladığı tuzağı hazırlamaz, hazırlayamaz. Zaaf, fesad ve tefrika gibi iki mikrop da kimseden değil yalnız münafıklardan bulaşır... Nitekim Cenâb-ı Hak apaçik bildiriyor: «Onların sizinle birlikte savaşa çıkması da size birsey sağlamaz, ancak fesad getirirdi. Aranıza girer, kulağınız duya duya sizi fitne aramaya sevkederlerdi. Halbuki Allah, zâlimleri çok iyi tanır[140]». Bunların tehlikeleri de gizlidir. Çünkü İslâm adına savagır görünürken, ona kendi silahıyla oyun hazırlarlar. Dinin hükümleriyle, «Islâh» ediyoruz diyerek oynarlar. Dinin ruhuna, şeriatın özüne dönüyoruz diyerek yürürler. Ondan (telfik yoluyla) karma hükümler elde etmeye çalışırlar. Maksad efendilerine ve dostlarına şirin görünmek ve kendi geleceklerini tahakkuk ettirmektir. İstikbâl hazırlamaktır. Bu bahisten müslümanın çıkaracağı en mühim ders ise şudur: Müslüman dış düşmandan açıkça gelenden bir korunursa, münafık tiplerden bin korunmalı. Ve savaşacaksa, ilk hedefin bunların olduğudur. Yâni aralarına nifak sokan bu tipleri yok etmek olmalı ilk ödev... [141] d) Ehl-i kitab ve cizyet Bu gazvede, Ehl-i Kitab'dan cizye almanın meşru olduğunun delili de vardır. Böylece onlar da mal ve canlarını kurtarmış olurlar, Yukarıda görüldüğü üzere, Resûlullah (s.a.v.) Tebük'e varınca, Rumlar dağılıp kaybolmuşlardır. Hristiyan-laşmış Araplar ise ona gelip barış yaptılar. Cizyeyi kabul ettiler. Resûlullah (s.a.v.) onlara buna dair emirname ve talimat yazdı. Cizye ise esasta ( mâli bir vergi olup, müslümanların zekât vermesine denk bir ödevdir. Ancak aralarında elbette çok büyük fark var. Zekât hem dini, hem idarî esasa bağlı (hem ibâdet, hem vatandaşlık ödevi) iken, cizye sadece idarî bir sorumluluk esasına dayanır. O halde, cizyeyi vermek üzere itaat eden ehl-i kitab, kendi nefsinde dini benimseyip ona bağlanmasa da, idari yönden îslâm ahkâmına boyun eğmiş, itaati kabullenmiştir... İslâm cemiyetine girmiştir. O halde, onların îslâm ahkâmına muhalif bir tavır almaları, umumî hükümlere ters davranmaları mümkün değildir. Ancak kendi kana-atlerince dinlerinin gereği olanı yaparlar. Şarap içmek gibi... İmdi, kitab ehliyle, dinsizler ve putperestler arasındaki farka gelince; kitab ehli kendi dinlerini muhafaza ettikleri halde, islâm toplumu içinde kaynaşıp, genel ahkâma uyabilir. Halbuki putçular-la katı dinsizlerin (mülhid) İslâm toplumuyla herhangi bir yönden ilgi kurup münasebette bulunması mümkün değildir. Çünkü ilhad ve puta tapıcılığın İslâm ahkâmıyla yakınlık gösteren hiçbir ilkesi yoktur. Yâni temelde ve teferruatta tamamen zıt nizamlardır, diyalog imkânı yoktu e) Geçmiş ve lanete uğramış kavimler Resûlullah'ın, Semûd kavminin harabelerinden geçerken söyledikleriyle görüyoruz ki-, müslümanların o türlü milletlerin yurtlarına girmesi, Allah'ın helak ettiği eski kavimlerin yerinde iskânı hoş görülmemiştir. Hattâ kalıntılarının yanından geçmek bile... Sadece onların başına gelenlerden ibret almak için görmek mümkündür. Allah'ın O Resule ve müslümanlara rahmet ve afiyet vermesini dilemek için... Çünkü bu harabeler Cenâb-ı Hakk'ın o kavme gada-bının müşahede edildiği yerlerdir. Ve onların dilinde bu ilâhî ga-dab ve sebebi tescil edilmiştir. İlâ nihâye de duracak... Şübhesiz Allah bu izleri gelecek her milletin ibret alması için bırakmıştır. Basireti olan görecektir. Nitekim birçok âyet-i kerimede de belirtilip yor. Demek ki, insanın bu tür kalıntıları, tarihî nakışları bina yapılarını incelerken, ondaki mânâyı ve ilâhi muradı düşünmeden, kay-gusuz, şuursuz görüp geçmesi müthiş bir yanılgıdır. Esasen yeryüzünde bu türden ne dersler alınacak şeyler var. Ve sanki hep «Ey basiret sahipleri, bizden ibret alın» diye lisan-ı hâl ile insanlığa sürekli ihtar etmektedirler. Ama insanların bunu duyacağı mı var? Şeytanları onlara ne telkin ederse ona bakarlar. Ve sadece kalıntının, tarihine, san'at değerine, üslûbuna bakıp geçerler, f) Şimdi bir de Resûlullah'ın münafıklara karşı kullandığı idâri metodla, müslümanlara karşı davranışı arasındaki ince farka dikkat edelim: Gördük ki bu seferde birçok münafık geri kaldı. Sonra gelip bin türlü yalan ve dolanla özür dilediler. Resûlullah da onların dış yüzlerine göre mazeretlerini kabul etmiş oldu. Ama iç âlemlerin-dekini aziz ve celil olan -Allah'a havale etti. Onlarla musafaha etti. Az bir miktar da mü'mirilerden vardı, sefere çıkmayan. Ama bunların gönlünde bir şübhe veya nifak yoktu. Zaten de, O'na gelip özür beyan edip af dilerken, herşeyi gerçeğiyle itiraf etmişlerdi. Özür uydurmadan, yalan söylemeden müsamaha dilemişlerdi. Halbuki bunlara yüz vermedi, onları cezalandırdı, ellerini bile tutmadı. Allah'ın ferman indirmesine kadar, bu zevatın ne çileler çektiğini de yukarıda gördünüz. Niçin acaba? Neden münafıklara böyle hoşgörüyü, sadık mü'-minlere bunca sert cezayı tercih etti? Cevab: Bu makamda şiddet ve sıkıntı, yüceliğe ve şerefe dair bir işarettir. Münafık asla buna ulaşamaz. Haniya, nasıl nail olabilir bir münafık; hakkında âyet inerek afve d ildiğinin bildirilmesi gibi bir iltifata? Zaten münafıklar ne halde bulunursa bulunsunlar kâfir damgasıyla damgalıdırlar. Onların bu dünyada gösterip durdukları da, âhirette esfel derekede kalmalarım önleyemiyecek tabiî. Ama şâri-i Mübin (c.c.î, onları zahirde göründükleri ve gösterdikleri dünyevi tavırla karşılamamızı, öyle adlandırmamızı ve ahkâmı da buna göre uygulamamızı emreder. Öyleyse içlerinde gizlediklerini ve sözlerinin altında yatanı, tahkik kendilerinden sâdır olan yalandan ötürü, dünyada iken muahaze etmemizi caiz görmez. O halde biz mü1-minlere nasıl sade (ahkâm ve muameleyi) zahire göre uygularsak, onlara da hâl ve akidelerinde zahirde gördüğümüze göre tavır takınırız. tbnü'l-Kayyım şöyle der: Allah kullarının cürümlerine karşı böyle muamele eder. Mü'min kulunu te'dip eder, çünkü o kendi nez-dinde sevgili ve şereflidir. Onu az bir zilletle uyarıp sakındırır... Ama kendi gözünden düşenlere ve emrine ters gidenlere gelince, günahla barıştırır, o günah işledikçe de (iyice azıtsın diye) ona ni'-metini artırır[142]. Görülüyor ki, Kâab'dan nakledilen bu uzunca hadiste çok önemli ders ve ibretler var. Şimdi onları özetliyelim i Birincisi: Dini sebeble tehcir caizdir. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) müslümanları Kâab ve iki arkadaşıyla uzun bir süre konuşmaktan men etmiştir. tbnu'l-Kayyım bunu şöyle açıklar: Buradan anlaşılıyor ki hu tür hacredilmiş kimsenin selâmını almak vâcib değildir[143]. Çünkü bu Kâab'ın söyledilrinde vardır: «Ben çıkıp müslümanlarla birlikte namaz kılıyordum. Resûlullah'a gelince de o namaz sonu mecliste otururken ona selâm veriyordum. Ve bakıyordum dudakları kıpırdayıp benim selâmımı alıyor mu, almıyor mu?» Yâni bu halde selâmı çevirmesi vâcib olsa elbette alırdı ve c da bunu işitirdi... İkincisi: Cenâb-ı Hakk'ın, Kâab'ı imtihan için verdiği başka bir iptilâ. Öyle bir deney ki, insan mü'minin bu iman derecesini, Allah'a bağlılığını tasar] ayamadığı gibi, nerdeyse, Azîz ve Celil olan Mevlâ'nın bu derece imtihanını caiz görmüyor hâşâ!.. Görüldü ki, Gassan meliki, ona övücü ve büyütücü bir mektup göndermiş, onu, kendisinden yüz çevirerek bu derece ezaya sevkeden müslüman cemaatı terketmeye da'vet etmişti. Kendi ülkesine gitmesini de tavsiye etmişti. Kendisine orada ikram olunacağına söz vermişti. Bu ise Kâab'a en büyük belâ idi. Çok daha ağır imtihandı... Ama bu imtihan da onun İman gücünü ve Mevlâsına olan sevgi ve bağlılığını isbata yaramıştı. Ne ayaklan kaymış, ne de zelil olmuştu. Bugün Kâab'ın önüne sunulanlar bir kimsenin önüne konsa, onun denendiğinden tek biri ile denense!.. Ama hepsi geçti de o, bütün iman ve İslâm'ını tehdid edenlerin hiçbirisine iltifat etmedi, çilenin altında ezilmedi... Üçüncüsü: Şükür secdesi ibâdetde meşrudur. Kâab (r.a.)'m kendisine, tevbesinin kabul olduğunu haber veren müjdecinin sesini duyunca yaptığı secde buna delildir. İbnü'l-Kayyım bu hususta da şunu söyler: Hz. Ebû Bekir (r.a.i'de kendisine Müseylimetü'1-Kez-zâb'ın katlı haberi ulaşınca böyle secde etm:şti. Ali bin Ebî Tâlib (r.a.) Hâricilerden «Zû Sedye»nin ölüsünü görünce böyle secde etmişti. Resûlullah (s.a.v.) da, Cebrail'in, kendisine, salât ü selâm getiren kimseye Allah'ın on kere selâm edeceğini müjdelemesi üzerine şükür secdesi etmişti[144]. Dördüncüsü: İmam Züfer'den başka bütün Hanefîlere göre, bir kimse malının hepsini sadaka vereceğini adaşa, zekâta tabi malından başkasını vermesi gerekmez. Sadece onu vermesi yeter. Delilleri ise şudur galiba; Kâab (r.a.), Resûlullah (s.a.v.)'a: Ben tev-bemin kabulüne karşı bütün malımdan el çekip çıkarak Allah ve Resulü için sadaka edeceğim, demiş de O'da: «Hayır, malının bir kısmını kendine sakla» diye emir vermişti. Malını nezr edince, hepsini vermesi gerektiği görüşüne meyledenler ise derler ki; Kâab'in Resûlullah'a söylediği «nezr» sigasıyla hakikî mânâda değildir. Bu sadece bir istişaredir, O'nunla (s.a.v.),O da bir kısmını vermesini tavsiye etmiştir[145]. Umarım ki, siyakı kelâma da, Resûlullah'ın cevabına da yakın görüş budur. [146] |
1744 kez okundu |
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |