• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/ali.gulhan.58
  • https://www.twitter.com/ali69gulhan
ali gulhan

Hayber Gazası

 Hayber Gazası

 

Bunu müteakip Resülullah (s.a.v.) Hayber üstüne yürüdü. Ta­rih, Hicri yıl, Muharrem'in sonu idi. Hayber ise, Medine'nin kuze­yinde Şam tarafında, yüz mil mesafede, surlarla çevrili ve ziraatı kuvvetli bir beldeydi.

Bu gazvede Resülullah (s.a.v.)'in yanında atlı, yaya bin dörtyüz savaşçı vardı, tbn Hişâm der ki; Resülullah Hayber'i hadef alıp yü­rürken sahabesine: «Durunuz» diye emir verdi ve şu duayı yaptı: «Ey göklerin ve gölgelediklerinin Rabbi! Ey yerlerin ve taşıdıkları­nın Rabbi! Ey şeytanların ve saptırdıklarının Rabbi! Ey rüzgârların ve savurduklarının Rabbi olan Allah! Biz senden bu beldenin, bu belde halkının ve içindekilerin hayrını isteriz. Bu beldenin, bu belde halkının ve içindekilerin şerrinden sana sığınırız.» Haydi yürüyün bismillah.

Resûlullah'ın savaşta usûlü idi: Bir millete savaş açtı mı, sabah olmadan hücuma kalkmazdı. (Gafil avlamazdı). Sabahleyin ezan işitirse, durur bekler, yoksa o şehri kuşatırdı. Hayber savaşında da geceyi geçirdiler, sabahleyin baktılar ki, Hayber işçileri ellerinde kaz­ma, sepet ve zembilleriyle arazilerine çalışmaya gidiyorlar. Resûlul-lah'ı görünce feryadı bastılar:

— îşte Muhammed ve ordusu[24]! diye.

Bunu gören Resülullah: -Allahü ekber, haraboldu Hayber!.. Biz ikaz ettiğimiz (halde yola gelmeyen) bir kavmin ülkesine girdik mi, hali yaman olur...[25] » diye seslendi.

İbn Sa'd der ki: Orada Resülullah (s.a.v.) orduya öğütte bulundu, sonra bazılarına sancaklar dağıttı. Ve böylece Resülullah ile Hayberliler arasında savaş resmen başlamış oldu. Tabii onlar, kuv­vetli surlarla çevrili kalelerine sığınmışlardı. Müslümanlar bu kar leleri birer birer fethetmeye başladılar. En son iki kale kalmıştı: Yâ-tih ve Sülâlim. Bunları da Resûlullah Cs.a.v.) on geceden fazla ku­şattı.

Ahmed, Nesai, tbn Hibbân ve Hakim'in, Büreyde bin el-Hasıyb'-ten naklettiği hadiste diyor ki; Hayber günü (savaşı) başladığında Hz. Ebû Bekir (r.a.) sancağı aldı. Fakat fethi tamamlayamadan döndü. Ertesi gün ise Hz. Ömer (r.a.) aldı sancağı. O da fethi ta­mamlayamadan döndü. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) şöyle bu­yurdu: Yarın sancağımı öyle birine vereceğim ki; Allah onun eliyle (Hayber'in) fethini gerçekleştirecek... O adamı da hem Allah, hem Resulü sever. Büreyde diyor ki; halk o gece boyunca bunun tartış­masını yaptı durdu; acaba kime verilecekti sancak? Sabahleyin de halk Resûlullah (s.a.v.)'in çevresinde toplandı. Herkes kendisine ve­rilir diye umuyordu. Halbuki o; «Ali bin Ebi Tâlib nerede?» diye sordu. Onlar, yâ Resûlâllah, o gözlerinden rahatsızdır deyince; «Ça­ğırın gelsin» buyurdu. H^. Ali'yi getirdiler. Resûlullah (s.a.v.) onun gözlerini tükrüğü ile tedavi ve duâ etti. O an gözleri iyileşti. Herr sanki hiç rahatsızlık geçirmemişti. Ve ona sancağı teslim etti. Ah (r.a.) ise, yâ Resûlâllah! Onlarla, ta bizim gibi müslüman oluncaya kadar çarpışacağım. Aleyhisselâm efendimiz, sen ödevini yap, on­ların sahasına girinceye kadar. Sonra da onları fdâm'a da'vet et. Ve oraya dahil olunca da, kendilerine terettüp edecek hukukullah-tan ne varsa onu haber ver. Ve bil ki; senin vasıtanla bir kişinin hi­dâyeti bulması, senin için binlerce kızıl tüylü deve kurban etmekten daha hayırlıdır.

Bunun üzerine o da yürüdü ve çarpışta. Fetih onun kumandanlı­ğında gerçekleşti[26]. Ve müslümanlar bu kaledeki bütün dünyalığa el koydular.

Şu son iki hisarı müslümanlar muhasarada uzun zaman tuttu­lar. Nihayet orada topyekûn helak olacaklarını anlayınca, Resûlullah (s.a.v.)'dan şu talepte bulundular: Kaleden çıkıp gitmek, mallarını da yanlarında götürmek istediklerim, savaşanların da kanının ba­ğışlanmasını istiyoruz. O bunlara muvafakat etti.

Sonra da, şunu teklif ettiler: Hayber'de biz kalalım ve emriniz altında arazimizi işleyelim. Çünkü ziraat işini biz biliriz ve başarırız. Resûlullah  (s.a.v.)  da, arazi mahsulünü raüslümanlarla yarıya bölüşmek kaydıyla onlarla sulh yaptı. Ve şu uyarıda bulundu: «...Dik­kat edin, istediğimiz anda sizi buradan çıkarma muhayyerliğimiz ba­kidir! [27]

İbn İshâk der ki: Resûlullah (s.a.v.) işlerini tamamlayınca, Hay-berlilerden, Sellâm bin Meşküm'ün karısı Zeyneb, ona bir kızarmış kuzu takdim etti. Daha önce de Resûlullah (s.a.v.)'m koyunun han­gi uzvunu sevdiğini sorup öğrenmişti. Kol kısmı olduğunu söyle­mişlerdi. Orasına özellikle fazla zehir kattı. Öbür kısımlarını ise da­ha normal zehirledi. Onu getirip Resûlullah (s.a.v.)'in önüne koy­du. O da ayak kısmından bir parça alıp ağzına koydu, ama yut­madı. Sofrada Bişr b:n Rerâ bin Mahrur da vardı. O da Resûlul-lah'm aldığı yerden yedi ve yutuverdi. Halbuki Resûlullah ağzında dolandırdı. Ve şöyle buyurdu: Bu et bana kendisinin zehirli olduğu­nu haber veriyor. Ve hemen kadını çağırttı. Kadın suçunu itiraf etti. O'na seni bu işe sevkeden nedir, diye sorunca; istedim ki milletimi senin korkundan kurtarayım. Ve düşündüm ki; eğer bu melik ise, anlamaz ve yer. Yok Nebi ise, ona durum haber verilir... Ve Resûlul­lah onu bağışladı ama Bişr aldığı zehirle vefat etti[28].

Züheyri ve Süleyman et-Teymî'nin meğâzisindeki kesin ifadesi­ne göre o kadın müslüman oldu. Ama sonrakiler ihtilâf etti. Acaba  onu Bişr'm kısası olarak öldürdü mü?

Ibn Sa'd'ın müteaddid senedlerle nakline göre Resûlullah onu Bişr'in yakınlarına teslim etti, onlar da öldürdüler. Ama sahih olan, Müslim'in rivayetidir: Resûlullah (s.a.v.): «Beni öldürmek cinaye­tine Allah seni me'mur etmedi». Halk, yâ Resûlâllah, onu öldürelim deyince; hayır dedi.

Sonra da Resûlullah (s.a.v.) Hayber'de alınan ganimetleri müslümanlar arasında taksim etti. Yaya savaşçılara bir, süvarilere iki hisse verdi. Ama Nâfi (r.a.) bunu şöyle yoruyor: Buhâri'nin rivaye­tine göre; süvariye atıyla birlikte üç hisse verilirdi. Hayvanı olmayan yayalara ise bir hisse.

Yine Yahudi liderlerden Huyey bin Ahtâb'ın kızı Safiyye de Hayber'de esir edilen kadınlar arasındaydı. Resûlullah Cs.a.v.) onu da âzâd etti o da müslüman olunca, Resûlullah onu âzâd etme bede­lini mehrine sayarak hanımlığa kabul etti.[29]

 

Ca'fer Bin Ebî Tâlib'in Habeşistan'dan Dönüşü:

 

Resûlullah Hayber fethini tamamlarken, Ca'fer bin Ebî Tâlib de hicrette bulunduğu Habeşistan'dan; kadın - erkek on altı kişi ile döndü ve orada Resûlullah'a kavuştu. Başka b> kafile de Yemen'den gelmişti. Resûlullah bunlara da ganimetten pay ayırdı. Tabii, müs-lümanlardan izin aldıktan sonra!..

İbn Hişâm der ki: Ca'fer bin Ebî Tâlib gelince, Resûlullah'a ka­vuşunca Resûlullah (s.a.v.) onu kucaklayıp alnından öptü, ikramda bulundu ve buyurdu ki: «Bilemem hangisine sevineyim, Hayber'in fethine mi; Ca'fer'in gelişine mi?...[30]».

Resûlullah (s.a.v.) artık Medine'ye doğru yola çıkarken, Hay-ber'e âmil (vergi işlerine idareci) olarak Ensâr'ın Adiyy oğulların­dan Sevad bin Guazzeyye'yi tâyi netti... Gün oldu o adam Rfisûlul-lah'a çok hoş bir hurma getirdi. Resûlullah (s.a.v.) Hayber'in bü­tün hurmaları böyle midir diye sordu. Adam hayır yâ Eesûlâllah, biz bu hurmanın bir ölçeğini öbürlerinden iki veya üç ölçeğe alırız dedi. O da: «Hayır öyle yapma. Herbirini parayla sat, sonra da iyi­sini yine parayla satın al[31]» buyurdu. [32]

 

Dersler Ve İbretler

 

tikin bize düşen, bütün dikkatlerimizi; bu gazve ile bahsi ge­çen öbür gazveler arasındaki tabiyet farkına çevirmek olacak: Bun­dan öncek: savaşların hemen hepsi savunma harbi idi- Bu da müs-lümanların varlıklarını korumak ve düşmanların hücumlarını önle­mek için mecbur olduğu bir durumdur. Nitekim bu savaşların her-birinin sebeblerini de yukarıda açıklamıştık.

Hayber savaşına gelince, bir kere, Beni Kurayza olayı ve Hudey-biye Banşı'nı izleyen iik savaş olup apayrı bir yeri vardır. Ve bütün özellikleriyle daha öncekilerden tamamen ayrılır. Bu yönüyle de İs­lâm da'vetlnin Hudeybiye Barışı'ndan sonra yepyeni bir devreye gir­diğini gösterir.

Hayber savaşı Resûlullah (s.a.v.)'in Hayber vadisini yurt edinen Yahudilerin üzerine doğrudan ve aniden savaş açıp yürüdüğü ilk olaydır. Yâni Yahudilerin herhangi bir saldırısı veya hazırlığı olma­dan, Bu savaşın baş sebebi; Yahudiler; îslâm'a da'vet idi. Ve onlarla, küfür ve inatlarından, hakkı kabule yanaşmamalarından, bunca de­lil ve yıllar süren da'vete rağmen îslâm'a karşı kin gütmelerinden ötürü muharebeydi. Bunun için de Resülullah Hayber'e vardığ: ilk gece kimseye sezdirmeden ve hiçbir fertle savaşmadan beklemiş; sabah olunca da namaz için ezan okunup okunmadığım gözetlemiş (bu İslâm'ın baş şiarıdır) ve üzerlerine yürüyüp savaşa tutuşmuş­tur. Yukarıda da söylediğimiz gibi, O hiçbir kavme aniden baskın yapmaz, sabaha kadar bekler; ezan duyarsa vazgeçer, duymazsa hü­cum ederdi.

Hazret-i Ali (r.a.)'ye sancak verince, onun Resülullah (s.a.v.)'a sorduğu soruyu iyi düşünülünce bu sebeb çok daha açıklık kazanır: «Yâni, onlar bizim gibi oluncaya kadar mı çarpışacağım?»... O'nun cevabında ise; «Sen ödevini yap, onların kalelerine girince de, on­ları îslâm'a da'vet et ve onlar üzerine Allah'ın hakkından düşeni haber ver»  Duyuruyordu.

îşte ulema, Hayber savaşından şu aşağıda bir demet halinde su­nacağımız gibi çeşitli ve daha çok sayıda delâlet ve hikmetler çıkar­mışlardır :

1- İslâm tebliği ve dinin mahiyeti kendilerine duyurulmuş olan kimseler üzerine saldırının cevazij isterse daha önce bir uyarı veya tekrar da'vet edilmese de...

Bu, Şafiî ve cumhûr-u fukahâmn görüşüdür. Resûlullah'ın uy­gulaması da Hayber üzerine baskında görüldüğü gibidir. Tebliğin ulaşması ve İslâm'ın doğruca tanıtılmış olması ise ittifakla şarttır.

2- Ganimetlerin anlatıldığı tarzda taksimi:

Yâni, beşte dördünün, savaşçıların arasında; atlılara üçer, ya­yalara birer hisse şeklinde bölüştürülmesidir[33]. îki pay atma, biri de şahsa. Kalan beşte bir ise, Kur'âni nass'ın tâyin ettiği gibi beş sınıf insana pay edilir: «îyi anlayın ki aldığımız ganimetin beşte biri Allah ve Resule yakınlığı olan, yetim olan, miskin ve yolcu olanlar için­dir...» Resûlullah'm hissesi ise, bu beşte birden...

Kendisinden sonra, müslüman ihtiyacına harcanır. Nitekim Ha­nefî ve Şafii imamları da bu görüştedir. Bazıları da, halife onu alır ve uygun gördüğü yere harcar demiştir ki; iki görüş birbirine yakın­dır.

3- Savaş meydanında hazır bulunan, ancak savaşa bilfiil ka­tılmamış olanları ganimete iştirak ettirmenin caiz olduğu:

Ancak bu, o işte hak sahiplerinin rızasını almak şartıyla olur. Nitekim Besûlullah (s.a.v.), Hz. Ca'fer bin Ebî Tâlib'i de, beraberin­de Habeşistan'dan ve Yemen'den o anda dönüp İslâm ordusuna ilti­hak edenleri de, sahabenin rızasını almak suretiyle, ganimete iştirak ettirmişti.

Ancak şurası dikkate alınmalıdır ki: Buhâri'nin bu konudaki ri­vayetinde, müslümanların izni kaydı yoktur. Bu sadece, Beyhaki'-nin rivayeti olup, Resûlullah'ın taksimden önce müslümanlarla ko­nuştuğu, ondan sonra ötekileri hisseye kattığı beyan edilir. Ziyade-tü'l-adl ise makbuldür. Beyhaki'nin rivayet ettiği kaydın geçerliliği­ni artıran şey de: Resûlullah (s.a.v.)'in Ebân bin Said'i ganimete kat-mayışıdır. Haniya, onu Necid tarafına göndermişti. O.da ancak Hay-ber savaşı bitince dönmüştü. Adamcağız, beni de hisseye kat dedi ama Resûlullah (s.a.v.î ona hisse vermedi. Bu iki naklin uyuşma noktası şöyledir: Birincisi izne başvurularak olmuş, ikincisinde ise cemaatin izni çıkmamış[34].

Denilebilir ki; peki bu tür ganimetlerin bugün için hükmü ne olur? Harb usul ve şartları, askerlik yapısı, politikanın ve rütbele­rin kazandırdığı durumlar tamamen değişti...

Cevab: Yukarıda geçenlerden anlamış olmalıyız ki; Mâliki ve Hanefi mezheblerine göre; yukarıda geçtiği üzere gayrimenkul mal­lar ganimet olarak muhariblere taksim edilmez, bunu anladık. An­cak zaruri hâl ve şartlar müstesna... Menkul mallar ise, tıpkı Resû­lullah'ın yaptığına göre taksim edilmelidir, muharibler arasında. Ta­bii harb tarz ve şartlarının değişmesi sonunda, savaşçıların iştirak ve dereceleri de nazar-ı itibara alınacaktır. Daha yeni tarz, yeni bir dereclendirme de gösterilebilir belki Ama açık olan, devletin (ga­nimetten) kendisine bu mallardan bir hisse ayıramıyacağı prensibi­dir. Bu mühim!..

4- Aktü'l-Müsâkat'in meşruiyeti:

Bu, mülk sahibinin başkasıyla ortaklık yapmasıdır. İşleten, ara­zide ağaçlar varsa, onları sular, bakar ve elde edeceği mahsulü mülk sahibiyle bölüşür. Mâlik, Şafiî ve Ahmed (r.a.) bu türlü bir akdin sahih olduğuna Resûlullah'ın Hayber halkı hakkındaki uygulamasını delil edinerek, hükmettiler, imam Ebû Hanîfe ise bu hususta münferiden caiz olmadığı kanaatindedir. Çünkü hadiste buna da­ir delil bulunmadığım söylüyor. Çünkü Hayber savaşla ve si­lâh zoruyla fethedildiğine göre, ora halkı Resûlullah'ın esiri (yâ­ni kölesi) demekti. Onlardan ne aldıysa, onlara ne bağışladıysa hep­si kendisine aittir. Ama iki talebesi (îmam Ebû Yûsuf ve tmam Muhammed) ise cumhur ile beraber olup hocalarına muhalefet et­mişler. Sonraki ulema ise ihtilâfa düştü: Bir kere acaba bu türlü bir akid, her türlü ağaç için sahih olur mu? Yoksa, bu hurma ve üzüm için özel bir durum mudur?... Ama fukahânın çoğunluğu, bu­nun bütün ağaç nev'ini içine alacak genellikte olduğuna kanaat et­ti. Müsâkat akdini sahih görenlerin birçoğu münazarayı caiz gör­mez. Şafii bunlardandır. Bu ziraat tarzında, arazi sahibi bir başka­sını kendi toprağını işlemek, o arazinin vereceği mahsulden belli bir miktarına sahip olmak üzere çalıştırır. Şâfiîlerin cumhuru bu­nu sahih saymadı. Delil olarak da, Sahîh-i Müslim'de olduğu üzere, Resûlullah'ın «muzâraa»'yı men edip, icarla ekmeyi emretmiş olma­sını aldılar.

Ancak «Muzâraa» akdi, «Müsâkat»'a tâbi olursa, yâni ağaçlar arasında ekilir arazi varsa, o zaman «Müsâkat» akdinde anlaşmalar hâlinde, onda da anlaşmış olacakları ve bunun cevazı konuların­da ittifak ettiler.

Bütün deliller üzerinde iyi düşününce görülecek ki, tercih edile­cek karar şu: «Akdü'l-Müsâkat» olsun, «Muzâraa» olsun sahihtir. Bu söylenenler ise, şöyle açıklanabilir: Yasak, halkın ihtiyacı ve mu­hacirlerin topraksızlığı için bir tedbirdi. Bu yüzden de Resûlullah (s.a.v.) Ensâr'a, muhtaçlara vermelerini emretmişti. Nitekim Müs­lim'in Câbir'den tahric ettiği hadisin delâleti de budur: «Ensâr'dan bazılarının işlemediği fazla arazisi vardı. Önu, üçte bir veya dörtte bir kiraya veriyorlardı. Nebi (s.a.v.) buyurdu ki: -Kimin arazisi varsa ya işlesin, yahut kardeşine hediye etsin. Eğer bundan çekinir-se, o arazi elinden alınır».

Daha sonraları ise, müslümanların durumu düzelip ihtiyaçları kalmayınca, artık «muzâraa» ya da başka yolla mülk sahibinin ara­zisini istediği gibi kullanması mubah olur. Nitekim gerek O'nun (s. a.v.î, gerekse Hulefâ-i Râşidin döneminde, «muzâraa veya icâre» şek­linde görülen durumlar da buna delâlet eder.

5- Sefedden döneni öpme ve hürmet göstermenin meşru oluşu:

Bu konuda aykırı bir âdet bilmiyoruz; seferden dönen ya da uzun zaman görülmeyen gelince bu tür davranılır mıydı?... Ulema sadece, Resûlullah (s.a.v.)'m, Habeşistan'dan dönüşü anında Ca'fer bin Ebî Tâlib (r.a.)'i kucaklayıp gözlerinden öpmesiyle delülendir-di. Hadîsi de Ebû Dâvud sahih senedle rivayet etmiştir. Ayrıca Tir-mizfnin Hz. Âişe (r.a.)'den şu rivayeti var: «Zeyd îbn Harise Me­dine'ye gelmişti. Resûlullah (s.a.v.) benim odamdaydı. Zeyd kapıyı vurunca, Resûlullah kalkıp açtı. Onu elbisesinden çekerek kucakla­dı ve öptü».

Ama, Tirmizî'nin Enes (r.a.)'den şu rivayeti durumu müşkiie götürüyor: «Bir adam, yâ Resûlâllah, bir dost veya arkadaşımız ge­lince, ona eğilebilir miyiz?» dedi. O, hayır buyurdu. Sarılıp öpebilir miyiz diye sordu. Yine «Hayır» dedi. Peki elini tutuf musafaha edebilir miyiz deyince «Evet» dedi.

Buradaki müşkilin halli şudur: Adamın sorduğu, karşılaşma, ale­lade durumdur. İki arkadaşın rastlaşması halindedir. Öpmek ve ku­caklaşmak bu durumlarda pek hoş şey değildir. Ama Resûlullah (s.a.v.)'m Ca'fer ve Zeyd'e gösterdiği ilgi ise; anlaşıldığı üzere uzun bir seferden dönüş halindedir ki; ikisi apayrı şeylerdir.

6- Gıda maddelerinde «Ribe'l-Fazl»'ın haramlığı:

Bu ise, biri öbüründen daha kaliteli iki gıda maddesinin fazla­sıyla değiştirme şeklidir. Bu, Resûlullah'ın yasakladığı birçok sa­hih hadîsle sabittir. Bunlardan biri de, Müslim'in Ubâde îbn Sâmit'-ten rivayetidir.

O zât der ki; Resûlullah'ın altunu altunla, gümüşü gümüşle, hurmayı hurmayla, buğdayı buğdayla, arpayı arpayla, tuzu yine tuz ile değiştirirken aynı ölçüde ve aynı miktarda olmadıkça takas ya­pılmasını yasakladığını işittim. O halde kim fazla verir veya fazla alırsa faiz olur.

Yine bu konuda yukarıda zikrettiğimiz Buhârî hadîsi var. Ora­da Resûlullah (s.a.v.), kaliteli hurmayı, daha düşük bir türüyle faz­lasına değiştirmeyi yasaklıyordu. Tabiî burası, faiz (riba) 'mn haram oluşunun hikmeti, bu değiş - tokuşun neden harama vesile olduğunun tafsilâtını vermeye elvermez. İzahat için fıkıh kitablarma başvurul­malıdır.

Ancak, bir uyarıda bulunmak lüzumlu ve mümkündür. Şöyle ki; Resûlullah (s.a.v.)  burada, iyi bir cins hurmayı, düşük kalitedeki hurmayla veya başka bir yiyeceği bu şekilde misli misline de­ğiştirmek isteyene yol gösteriyor. Öyle kolay bir yol ki, onda riba korkusu da kalmaz.

O da, arzu edilen iyi cins hurmayı (veya başka şeyi) almak için öbürünü parayla satıp, iyisini yine parayla almaktır. Alım - satım işlemine teşebbüs etmek suretiyle, aslında haramlık bulunan du­rum zail oluyor. Kasıt alım - satım olmadığı (değiş - tokuş olduğu) halde, aslı hâl ona zarar vermez. Çünkü bu hâl çaresini Resûlullah göstermiştir. Haramlığı ise; Kitab ve Sünnet'in kesin bildirmesine bağlı olduğuna göre, şart tamamdır. Bundan elde edilen sonuç ve hüküm: Bununla, meşru bir vasıta bulununca, başka bir hükme ulaş­manın caiz oluşudur. Tabii buna, haramı helâl kılma anlamına böy­le denemez... Öyleyse, bir kimsenin, boşanmış bir kadım, eski koca­sına nikâhı helâl olsun diye nikahlaması caiz olur. Ancak, bu nikâh anında şart koşulmadıysa!.. Yine bir borçlu ödemeden âciz ise, ala­caklının borçluya zekâtını verip, sonra onu borçlunun borcunun ye­rine geri alması caiz oulr.

Bu konuda İbnü'l-Kayyım'm itirazı dikkate değmez, Zira o, «Ameller niyyete göredir» prensibinden yürüyerek, o satış yapanın, meşru alışverişinin dışında birşeyi kasdederek hareket ettiğini; nikâh edenin de nikâhın meşruiyetinin dışında bir hedef güttüğünü, böy­lece de bâtıla bulaştığını iddia eder. Çünkü ona göre-, hüküm aslî gayesinden çıkmış da meşru olmayan bir duruma uygulanmıştır.

Bu iddiaya itibar edilmez diyoruz, çünkü: Hem Buhârî'nin nak­lettiğini zikrettiğimiz hadîs'e, hem de tamamen nass'a dayialı fıkhı kurallara tam tezad teşkil eder: Üstelik de Îbnü'l-Kayyım, kendisini nakzediyor. Zira, Alâmü'l-Muvakkıin adlı kitabında bu bahsi işler­ken tenakuzun garib ve şaşırtıcı bir örneğini sergiliyor. Şöyle ki, «Haram Hiyleler» diye adlandırdığı bazı durumların haramlıklarmı zemmederken lâfı öyle uzatıyor ve; şu anki mes'elenin sahih oldu­ğuna kail olan imamları anlayışsızlıkla ittihamda o derece mübalâ­ğa ediyor ki, onların kıyamet günü huzur~u ilâhide çok çetin aza­ba uğrayacaklarını da savunuyor. Ondan sonra birkaç sayfa geçiyor geçiniyor, adam dönüp «sahih olan hiyîe-i şer'iyyeler»den bahs açı­yor. Sanki imamları bu konuda yalanlayan ve bunca lâfı eden o de­ğilmiş[35]!

Nihayet bu gazvede iki de mühim olan var ki herbiri sahih ha­dislerle sabit ve Allah'ın, Muhammed (s.a.v.)'i te'yid ettiği büyük hârika ve mucizelerdendir.

Birisi: Hz. Ali (r.a.)'nin gözlerinin tedavisidir. Resûlullah (s.a.v.) üfleyince gözlerinde hiçbir ağrı yokmuş gibi sapasağlam olmuştur.

İkincisi ise: Koyun etini yemek istediği an, Cenâb-ı Hakk'ın. ona etin zehirli olduğunu vahyetmesidir. Bişr bin el-Berâ'nın, Resûlul­lah, et zehirdir deyinceye kadar bir lokma yutuvermesi ise ilâhî kazanın yerini bulmasıdır. Bu onun hükmüdür. Ama Nebi'sini koru­ma hususu ayrı bir keyfiyet. Esasen fazla söze hacet yok. Çünkü: Cenâb-ı Hakk'ın, «Seni Allah muhakkak insanların şerrinden koru­yacaktır» diye va'di var. Burada da onu tahsis edip, o hiyleden, va'di üzere korumuştur.

Yine demiştik ki; râviler, o kadının müslüman olup olmadığın­da ihtilâf etmişlerdir. Zühri ve benzerlerinin kesin bildirdikleri üze­re galib re'ye göre müslüman oldu, onun için de Resûlullah (s.a.v.) onu katletmedi. Müslim'in nakli de böyledir.

Yine Yahudilerin, Hayber'de kalarak orada ziraata devam ettik­leri ve mahsulün yarışma sâhib oldukları hususu var. Bu da Hz. Ömer'in hilâfeti dönemine kadar böyle sürmüştür. Onun dönemin­de Ensâr'dan birini öldürdüler. Abdullah îbn Ömer'e de düşman­lık gösterip ellerini bağladılar. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.) hal­ka ilân etti: -Resûlullah (s.a.v.) Hayber'de çalışmak üzere, dilediği anda çıkarmak şartıyla yahudilerle ortaklık yapmıştı. Şu an onlar, Abdullah Ibn Ömer'e saldırıp ellerini bağladılar, bunu duydunuz. Da­ha önce de Ensârdan birini öldürmekle bu düşmanlıklarını açığa vurmuşlardı. Şübheslz bu iki kötülüğü yapanlar onların adamları­dır. Kimin malı varsa başına gidip sahip olsun. Çünkü ben Yahudileri oradan süreceğim!...»

Arap yarımadasından Yahudilerin temizlenişi böylece tamam­landı. Eğer düşmanlık ve hakka karşı başkaldırmaları olmasa, sü­rülmez ve çıkarılmazlardı. Ama yeryüzü Allah'ın mülküdür. Kulla­rından dilediğine verir. Sonuç ise müttakî olanlarındır. [36]

 



1511 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın