• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/ali.gulhan.58
  • https://www.twitter.com/ali69gulhan
ali gulhan

Hendek Savaşı

Hendek Savaşı

 

Ahzab savaşı diye de anılır. Ibn îshâk, Urve bin Zübeyr, Ka-tâde, Beyhakî ve Siyer ulemasının cumhurunun kesin kanaatma gö­re Hicretin beşinci yılı Şevval ayında cereyan etmiştir. Hicretin dör­düncü yılında diyenler de vardır. Ama bu görüşte Musa bin Ukbe'-den nakil ile Buhâri ve buna uyan Mâlik yalnız kalır[104].

Sebebi: Benî Nadir Yahudilerinin ileri gelenlerinden bir hey'et Mekke'ye gidip, Kureyşllleri Resûlullah (s.a.v.)'a karşı harbe da'vet ediyor. Kureyşliler ise; O'nün işini bitirinceye kadar sizinleyiz, diyor­lar. Yahudilerin onlara siz Muhammed'den daha hayırlı bir din üze­resiniz demeleri üzerine de; Cenâb-ı Hak şu âyetleri inzal buyuru­yor: «Şu kendilerine vahiyden bir nasip verilenlere bak, kâfirlere inanıyor da; siz o inananlardan daha doğru yoldasınız diyebiliyorlar. Bunlar Allah (c.c.)'m lanetlediği kimselerdir. Allah (c.c.)'ın lanet­lediği kimselere ise asla yardımcı bulunamaz.»

Ve böylece Kureyş ile, müslümanlara karşı savaşmak üzere an­laşıp vaktini tesbit ettiler.

Daha sonra bu Yahudi hey'eti yola çıkıp Gatafan'a vardılar. Onlara da, aynen Kureyş'e yaptıkları teklifte bulundular. Onlarla da hemence anlaşıverdiler. Oradan da. Beni Ferâze ve Beni Hürre'ye uğradılar. Böylece anlaşmalar tamamlandı. Resûlullah'a karşı giri­şecekleri savaşın yer ve zamanı da tesbit edildi.[105]     

 

Müslümanların Harbe Hazırlanışı:

 

Resûlullah durumu öğrenip, Mekke'den hareketin başladığını işitince, halkı uyardı. Düşmanların niyetini haber verdi. Mes'eleyi müşavere etti. Selmân-ı Fârisî, tedbir olarak, hendek kazılmasını te­lif etti. Bu, müslümanların çok hoşuna gitti. (Daha önce Arap, harb vasıtası olarak hendek usulünü bilmezdi zira). Bunun üzerine Resû­lullah (s.a.v.) Medine'den çıkıp şehir dışında, ordugâhı kurdu. Or­dugâh, Sa' dağı arkada   kalacak   şekilde,   tepenin   önündeki meydanda kuruldu  O gün için müslüman ordusu üç bin kişi idi. Amâ Kureyş ve müttefiki bulunan kabilelerin toplam ordusu on bini buluyordu[106].      

 

Hendek Kazanımda Müslumanların Halinden Görüntülen

 

Buhârî'nin, Bera (r.a.)'dan rivayetine göre, şöyle anlatıyor: Ah-zab günü idi. Yâni Resûlullah (s.a.v.)'m hendek kazdığı olay. Onun hendekten toprak taşımasını seyrettim. Öyle ki topraktan, kıllıca olan karnı görünmez olmuştu.

Yine Enes (r.a.)'ten naklediyor: Ensâr ve Muhacir hendek ka­zıp toprak çekerken bir yandan da şöyle mâniler söylüyorlardı:

«Biz Muhammed'e bey'at eden erleriz, sağ oldukça islâm yolun­dan dönmeyiz.»

Resûlullah (s.a.v.) da şöyle karşılık veriyordu:

«Allah'ım, âhiret ni'metinden başkası ni'met değil, Ensâr ve Mu­haciri hep mübarek kıl.»

Yine Buhârî, Sahih'inde aynı tarzda Câbir (ra)'den şu nakli yapıyor: Câbir diyor k:; «Biz Hendek günü kazı yaparken, birden çprt bir kayaya rastladık Resûlullah (sav)'a hemen haber verdiler. Bize sert bir kaya rastladı hendekte dediler. O, ben bir inip baka­yım, dedi. Çünkü bizle o gün üçüncü gündü, ağzımıza birşey alma­mıştık. Aç idik. Resûlullah kazmayı aldı ve vurunca kaya kum gibi dağılıp gitti.

Ben, yâ Resûlâllah, müsaadenizle eve gideceğim dedim. Karıma, Resûlullah (s.a.v.)'in müthiş, sabır ve tahammül edilemez derecede, aç olduğunu anlatıp, evde yiyecek olup olmadığını sordum. O da biraz arpa unu ile bir oğlak var dedi. Oğlağı kestim. Arpayı öğüt­tüm, eti kazana koydum, hamuru da yoğurup fırına koydum. Ek­mek fırında, et kazanda pişedursun, ben Resûlullah'a dönüp, hay­din bize, yemeğe gidelim. Seninle bir veya iki kişi olabilir dedim. Resûlullah, yemeğin ne kadar olduğunu sordu. Ben de izah ettim. «Çokmuş, güzelmiş» dedi Hanımına söyle, biz gelinceye kadar, ekme­ği fırından, eti kazandan çıkarmasın diye tenbih etti: Ardından, En­sâr ve Muhacir hepsini çağırıp - başka bir rivayete göre de «Ehl-İ hendek» diye seslenerek - «Kalkın, Câbir size ziyafet hazırlamış. Hay­din gidelim-- dedi.

Câbir de karısına dönünce, haydi gör şimdi Resûlullah bütün Ensâr ve Muhacir kim varsa topladı geliyorlar. Karısı, «Peki sana Resûlullah yemeğin miktarını sormadı mı?» dedi. O da evet deyin­ce: «Eh Allah ve Resulü daha iyi bilir» dedi. Câbir devam ediyor: Resûlullah Hendek cemaatıyla eve gelince: «Girin ama birbirinizi sıkıştırmadan rahat oturun» d«di. Sonra Resûlullah fırın ve çömleği bizzat açıp ekmeği kesiyor, üzerine et koyup sahabeye dağıtıyor ve her defasında da kazanı kapatıyor, ekmeği fırına sürüyordu. Niha­yet da'vetliler doydular. Bir miktar da yemek artmıştı. Resûlullah, Câbir'in hanımına: Sen de bundan ye ve halka dağıt. Çünkü halk tamamen açlık içinde, dedi. Bir rivayete göre ise: Câbir, Allah'a ye­min olsun, onlar yediler, doyup bıraktılar. Kazanımız yine dopdo­luydu. Ekmek hamurumuz da olduğu gibi arttı"[107]

 

Hendek Gününde Münafıkların Durumu:

 

İbn Hişâm'ın rivayetine göre, o günlerde münafıklardan bir grup, Resûlullah ve mü'minlere göre çok ağırdan alıyor, işlerini ih­mâl ediyorlardı. Hasta görünerek, güçsüzlüklerini söyleyerek işten kaçıyor, ya da Resûlullah'ın haberi olmadan evlerine gidiyorlardı. Halbuki o gün için mü'minlerden kimin ihtiyacı olursa izin alıyor ve nöbetleşe gidip ihtiyaçlarını görüyor, İzin bitince, ihtiyacı gide­rilince de hemen dönüyorlar işlerine koyuluyorlardı. Bunun üzeri­neydi ki şu kavl-i kerîm nazil oldu: «Allah'a ve Resulüne gerçekten inanan kişiler, toplu bir iştelerse, izinsiz ayrılmazlardı. O senden izin isteyenler samimiyetle Allah'a ve Resulüne inananlardır. O halde senden mazeret bildirip izin isteyenlere o işleri için izin ver. Ve onlar için mağfiret dile. Çünkü AUah Gafur ve Rahîm'dir.[108]

 

Benî Kurayza'nın Ahdini Bozması:

 

Benî Nadir yahudisi Huyey bin Ahtab, çıkıp Kurayza reisi Kâab bin Esed'e geldi. Ona, Resûlullah ile olan anlaşmalarım bozmasını teklif etti ve şöyle özetledi durumu: «Kureyş'i, liderleri ve komutan­ları başlarında topyekûn getirip Rume vadisinde dereler kavşağına indirdim. Gatafan'ı da tüm ileri gelenleri ile birlikte, Zenb-i Nakbî 'le Uhud arasına yerleştirdim. Bana Muhammed ve adamlarının kö­künü kazımadan dönmeyeceklerine de ahdedip söz vermiş durum­dalar.»

Kâab ona: «Vallahi sen bana çağın en büyük kötülüğünü müj­deliyorsun! . Yazıklar olsun sana Huyey, benim yakamı bırak, ben ahdimde durayım... Çünkü ben Muhammed'den hep iyilik ve dürüst­lük gördüm.»

Ama Huyey çok gecikmeden Kâab'ı hıyanete ve ahdini bozmaya razı edivermişti. Ve bu haber de Resûlullah (s.a.v.)'a ulaştı. O da hemen Sa'd bin Muâz'ı durumun tahkiki için gönderdi. Ve bir de parola söyledi. Haber doğru ise, kendisinin anlayacağı kapalı bir ifade ile bildireceklerdi... Sa'd oraya varıp haberin doğruluğunu tes-blt itti ve Resûlullah (s.a.v.)'a döndü: «Adal ve Kare» dedi.

Bununla Adal ve Kare kabilelerinin, (Hubeyb ve arkadaşlarına olan) hıyaneti gibi bir durum, demek istiyordu. Resûlullah (s.a.v.) bunu işitince, «Allahü Ekber, ey Müslüman cemaat, müjdeler olsun size!..[109]» buyurdu. [110]

 

Bu Esnada Müslümanların Tavrı Ne İdi

 

Beni Kurayza'nın anlaşmayı bozduğu haberi muslümanlara eriş­ti. Münafıklar fiskosa başladı. Düşman her yandan kuşatmıştı. Mü­nafıkların fitnelen de onların moralini bozuyordu. Ve Medine için­de pervasız lâflara bile koyuldular. Birisi de şöyle diyordu: -Mu-hammed bize Kisrâ ve Kayser'in hazinelerini va'dediyordu. Halbuki şu gün tuvalete bile gitmeye mecali olan yok.» Resûlullah durumun bu merkezde olduğunu ve belâ çemberinin müslümanlar üzerinde da­raldığını görünce, Sa'd bin Muâz ile Sa'd bin Ubâde'yi çağırdı. On­larla bir barış plânı istişare etmek istedi. Gatafan'a Medine'nin ara­zi mahsulünün üçte birini vererek savaştan çekilmesini teklif ede­ceklerdi. Ama bu iki zât: «Yâ Resûlâllah! Bu senin hoşuna giden şah­sî görüşün mü? Allah'ın sana talimatı gereği mi? Yoksa bizim için bulduğun bir çare midir?» diye sordular. «Hayır, tamamen sizin Me­dine halkının fayda ve izzeti için düşündüğüm bir çaredir», buyur­du. Sa'd bin Muâz bunun üzerine: «Vallahi buna ihtiyacımız yok. Biz bunu ödemeyiz, kılıç aramızda hakem olur ancak.» Resûlullah'ın yüzü güldü ve «Canınız ne isterse» buyurdu.

İbn Ishâk'ın Âsim bin Amr bin Katâde, Muhammed bin Mes-leme bin Şihâbü'z-Zühri kanalıyla rivayetine göre: Bunun akabinde ne savaş oldu, ne de barış kararı (Gatafan oğullarıyla müslümanlar arasında), sadece bu mealde bazı teşebbüsler oldu.

Düşman ise, Hendek önüne varınca şaşkına dönmüştü. -Bu, şimdiye kadar Arapların denemediği bir harb hiyle ve taktiğidir». Ve hendek çevresine inip müslümanları kuşatma altına aldılar. Ama belli bir çarpışma olmadı. Ancak hendeğin bazı dar yerlerinden geçmeye teşebbüs eden bazı müşrikler oralardan iz açtı ise de hemen müslümanlar buraları tıkadılar. Müşriklerin bazısı geriye kaçtı, ba­zısı ise öldürüldü. Öldürülenlerden biri de Amr bin Ve'd idi ki: Haz-ret-i Ali (r.a.) onu katletmişti. [111]

 

Düşmanın Savaşsız Hezimete Uğrayışı

 

Allah (c.c.) m üstüm anlara bu savaşta öyle aşikâre inayet etti ki; müslümanların dahli olmadan iki sebeble bütün müşrikler dağı­lıp gitti. Birincisi şu: O anda Nuaym bin Mes'ûd adındaki kişi müs-lüman oluyor ve Resûlullah onu huzuruna kabul ediyor. O zat Re-sûlullah'a yapılacak bir vazife vermesini teklif ediyor. O da: «Sen aramızda yalnız bir kişisin. Ama gücün yeterse, onların bize karşı savaşmamaları için propaganda yap, çünkü harb hiyledir» buyurdu.

Bunun üzerine Nuaym, Benî Kurayza'ya vardı. Yahudiler onu hâlâ nrüşrik sanıyordu. Onları, Kureyş'ten rehineler teslim almadan onlarla birlik olup, müslümanlara karşı savaşmamaları için ikna etti. Böylece Kureyş'in kuşatmayı bırakıp dönmesini önlemiş ola­caklardı!.. Çünkü öyle yapmazlarsa, yahudileri Muhammed ve arka­daşlarının insafına bırakmış olacaklarmış... Yahudiler; bu hârika bir fikir dediler. Nuaym oradan ayrıldı, doğru Kureyş'e vardı: Onlara da, Kurayza yahudllerinin ahdini bozmaktan pişmanlık duydu­ğunu, gizlice müslümanlarla yeniden anlaştıklarını; Kureyş'ten ve Gatafan'dan rehin adı ile bir takım kimseleri isteyip, müslümanla­ra teslim edeceklerini ve öldürteceklerini nakletti. Ve onlara, Yahu­dilerden, rehin isteği gelirse, bunu yapmaktan sakınmalarını da tenbih etti.

Sonra Gatafan'a vardı. Onlara da tıpkı Kureyş'e anlattıklarını ulaştırdı. Böylece onları birbiri aleyhine şübheye şevketti. Araların­daki güveni sarstı. Ve artık her grup bir ötekini, hıyanet ve sah­tekârlıkla itham etmeye başladı.

İkinci sebebe gelince: Bu da, karanlık ve soğuk bir gecede bas­tıran fırtınaydı. Çadırlarını fırlatıp, ocaklarım târümâr etti müşrik­lerin. Öyle ki çadır direkleri bile söküldü. Bu aşağı yukarı on gün kadar sonraydı; müşriklerin müslümanları basıp kuşatmaların­dan. ..

Müslim'in, Huzeyfe bin Yemân'dan senediyle naklettiği şu ha­bere bakın:

Ahzab gecesi, Resûlullah (s.a.v.) ile birlikte oluşumuzu anıyo­rum. Müthiş bir soğuk ve açlık sarmıştı bizi. Nihayet, kesilince, Resûlullah (s.a.v.) bize, «Şu Allah'ın kıyamet günü benimle olacak bir kişi yok mu, şu kavimden haber getirsin?» diye seslendi. Kimse ses çıkarmadı. Daha sonra ikinci ve üçüncü kez aynı teklifi tek­rarladı Resûlullah, ama ses veren olmadı. Bunun ardından: Kalk Huzeyfe, bize kavmin durumunu öğren gel, dedi. Hiçbir şey diye­medim. Çünkü beni ismimle, «Kalk» diye çağırmıştı. Ve «Git onlar­dan haber getir ama onları ürkütüp kışkırtma.» Onun yanından ay­rılırken zangır zangır titriyordum, öyle heyecanlanmıştım. Müşfik­lere yaklaştığımda, Ebû Süfyan'ın sırtını ateşte ısıtmakta olduğunu gördüm. Yayıma bir ok yerleştirdim. Atmak isterken, Resûlullah (s.a.v.)'in tenb!hini hatırladım: «Onları üstümüze kışkırtma» demiş­ti. Ama atsam onu vururdum. Yine heyecanla geriye döndüm. Ge­lip durumu anlatınca, Resûlullah üzerinde namaz kılmakta olduğu kilimi üzerime örttü. Ve iltifatta bulundu. Ve sabaha kadar uyuya kalmıştım. Resûlullah: «Kalk, uykucu»[112] diye beni uyardı.

İbn Ishâk ise şu ziyâdeyle rivayet ediyor: «Halkın arasına gir­dim. Fırtına ve Allah'ın gizli orduları onlara yapacağını yapmıştı. Ne çadır, ne ocak, ne kab, ne kaçakları kalmıştı. Ebû Süfyan kal­kıp; Kureyş ordusu!. Herkes yanındakini tanısın dedi. Ben de ya-mmdakinin elini tutup sen kimsin dedim. Ben falan oğlu filân dedi.

Ve Ebû Süfyan devam etti: Kureyşliîer, gerçekten son derece kritik ve elverişsiz bir konumdasınız. Kıtlık başladı, hayvanlar kı­rılmaya başladı. Benî Kurayzahlar da bize ters gitmeye başladı. On­lardan nahoş haberler gelmeye başladı. Gördüğünüz gibi fırtına da bize aman vermiyor. Artık göçe hazırlanın, işte ben yola çıkı­yorum[113].

ikinci gün sabahı ise, düşman kabilelerinin hepsi yüzgeri dö­nüp gitmişti. Resûlullah (s.a.v.) ve Sahabeleri de Medine'ye döndü­ler.

Bu uzun gün ve geceler boyunca, Resûlullah (s.a.v.), Allah'a sı­ğınıp yalvararak müslümanlan zafere erdirmesi için O'na duâ et­mekten de bir an gefi kalmadı.

Onun (s.a.v.} duaları arasında şunlar vardı: «Ey Kitab'ı indiren, hesabı seri Allah'ım, kavimleri hezimete uğrat. Yâ Rab, onları târü-mâr edip güçlerini dağıt[114]».

Yine bu savaştaydı, Resûlullah (s.a.v.) namaz vaktini kaçırmış­tı. Bunları vakit çıktıktan sonra kaza etti. Sahihayn'de rivayet edil­diğine göre: Ömer îbn Hattâb (r.a.î Hendek günü, güneşin battı­ğını görünce, Kureyş küffârına soğuyordu. Resûlullah'ın yanına va­rıp, yâ Resûlâllah! Nerdeyse güneş batacak da namazımı kılamaya-caktun, dedi.

Resûlullah, da, vallahi ben de kılamadım, buyurdu. Buthan'a git­tik, o da biz de abdest aldık Güneş batmış olduğu halde ikindi na­mazım kıldık. Ardından da akşamı kıldık[115].

Müslim bunun üzerine başka bir hadis ilâve ediyor. Şöyle ki; Resûlullah (s.a v ) Ahzab günü buyurmuştur ki; Bizi orta namazdan yân: ikindi namazından alıkoydular. Allah onların evlerini ve kabir­lerini ateşle doldursun!.. Sonra onu akşamla yatsı arasında kıldı. [116]

 

Bu Olaydan Alınacak Dersler

 

Geçmiş örneklerde olduğu gibi, bu gaza da Yahudilerin hile ve hıyânetiyle başlamıştır. Onlardı komplo hazırlayan, kabileleri da'-vet edip toparlayan.

Bu faaliyetlerde, daha önce Medine'den çıkarılmış bulunan Beni Nadir kabilesi de tek başına değildi. Aksine hâlen müslümanlarla ahd ve m'sâk içinde bulunan Beni Kurayza'nın payı büyüktü. Hal­buki müslümanlardan herhangi bir kötülük veya bu ahdi bozmaya sebeb olacak davranış görmemişlerdi.

Biz ötedenberi bu tür olayları söyleyip geçer, onlardan ibretler ve dersler çıkarmaya lüzum görmezdik. Halbuki bu her devirde, her yerde takib edilen tarihi metod olup en verimli bir iştir.

Onun için şu anda biz de, yukarıda arzettiğimiz gazve ve için­de geçen öbür olaylar üzerinde durarak onların taşıdığı dersler, öğüt­ler ve dini hükümleri süzüp çıkararak aşağıya sıralıyoruz:

1- Bu savaşta müslüm anların ilk defa bir harb vasıtası ola­rak hendek" kazdıklarını görüyoruz. İslâm tarihinde olduğu gibi Arap tarihinde de bu harb vasıtası ilk defa bu Ahzab savaşında denen­miş oldu. Ama öbür milletlerce bu bilinirdi. Nitekim Ahzab sava­şında bu işlemi,  İran asıllı olan sahabeden Selmân-ı Farisî teklif ve tarif etmişti. Resûlullah'ın da fevkalâde hoşuna gitmiş bu teklif ve hemen de sahabesine bunu gerçekleştirmelerini emretmişti. İşte bu da daha nice örnekleriyle birlikte bize gösteriyor ki, «Hikmet mti'-minin yitik meta'ıdir, nerede bulursa alır...» Ve mü'min, bu buluş­lar için öbür sınıf insanlardan daha lâyıktır buna. Ve îslâm şeriatı, müslumanların başka milletleri taklid etmesini ne derece kötü gö­rüp men etmişse, mü'minleri üstün kılacak güzel buluşları ve fay­dalı işleri de nefsinde toplamasını o derece teşvik etmektedir. Ne­rede gözüne ilişir, nerede bulursa... İslâm'ın külli kaidesi böyledir. Yâni müslüman hür akıl ve ince tefekkürünü bütün dünya işlerinde eşya ve hâdiseler üzerinde çalıştırmaktan geri kalmayacaktır. Eş­yayı fethetmekte ve hayra kullanmakta onun için bir engel yoktur. Öyleyse; hiçbir zaman körükörüne araştırmadan başkasına uymak yerine kendi öz emeği ile, öz aklı ile en yeni keşiflere doğru yürüye­cektir. Pek tabii yapacağı en ileri araştırmalarda bile tslâm ile bağın­tıyı sürdürecek ve şeriatın prensiplerine tecâvüz etmeden keşif ve icadlarından en geniş çapta faydalanacaktır.

Cenâb-ı Hakk'ın müslümanlara meşru kıldığı bu yetKı muhak­kak ki ona verdiği üstün yaratılıştan kaynaklanır. Zira o insanı en üstün varlık olarak binlerce çeşit kabiliyet ile donatmıştır. Eşya ve hâdiseleri idaresi altına alırken, yâni bir yandan maddeyi fetheder­ken, öbür yandan ona bu yetenekleri bahşeden Rabbin gönderdiği şeriata da hakkıyle uyarak hilkattaki üstünlüğünü ve şerefini ko­rumasını bilecektir.

2- Yine yukarıda arzettiğimiz müşahedelerden birisi de Re-sûlullah (s.a.v.)'ın sahâbeierıyle beraber hendek kazmasıydı. Son derece ibret verici bir husustur. Bir kere gerçek mânâda eşitliğin, müslüman fertler arasında uygulamasını görüyoruz. Adalet ve eşit­lik böylece tecelli ediyor. Bu iki mefhum yâni adalet ve eşitlik; İslâm'­da itibari olarak kalmıyor; şuurlarda yerleşen bu iki prensip en parlak örnekleriyle îslâm cemiyet hayatına yansıyor. Ve esasen ada­let ve eşitlik İslâm'ın her prensibinde ferde ve cemiyete âit her mü­essesede en başta gerçekleştirilen ilkelerdendir.

Görüyorsunuz ki; Resûlullah Cs.a.v.) hendek kazmayı sadece müslümanlara yüklemiyor. Böyle yapıp mutantan köşkünde istira­hat edip, işleri uzaktan takip etmiyor. Veya muntazam bir törenle alkışlar ve naralar arasında gelip birisinin elinden aldığı kazmayı elinin ucuyla tutarak yere bir darbe vurmak suretiyle çalışır görün­müyor ve onlara göstermelik bir şekilde günümüzde olduğu gibi katıldığını sergilemiyor ve arkalarından onları idare ediyormuş gibi kazmayı atıp eteğine tesadüfen bulaşan tozları çırparak geriye çekilmiyor... Aksine o sahabelerden herbiri gibi gerçek mânâda işe katılıyor, üstü başı toz toprak içinde kalıyor. Öyle ki; onu görenler kat'iyyen öbür çalışanlardan ayırdedemiyorlar. Onlar gibi çalışı­yor, onlar gibi sırtında toprak çekiyor, kazma vuruyor, onların iş heyecanına katılıyor, söyledikleri şiir ve şarkılara karşılık veriyor. Yâni: Çilelerine katıldığı gibi neş'elerine de katılıyor. Yoruluyor, hep­sinden çok da acıkıyor. îşte, îslâm şeriatının kurduğu eşitliğin ger­çeği bu. Hâkimle mahkûm, zenginle fakir, halk ile hükümdar ara­sındaki eşitlik. Didik didik etsen, şeriat ahkâmının en teferruatın­da bile bu gerçeği ve bu prensibi bulursun, aksini göremezsin. Dik­katini çekerim, hatâen bu sisteme demokrasi gibi bir ad verme­ye kalkışmayasın. Çünkü gerek nazari, gerek amelî yönden arala­rında dağlar kadar fark vardır. Bir kere bu adalet ve eşitliğin kay­nak ve ölçüsü İslâm'ın kendisindedir. O da Allah'a kulluktur. Ve bu esas bütün insanlığı kuşatıcı bir özelliğe sahiptir. Yâni onlar mev­ki ve şöhreti ne olursa olsun, Hak önünde tek safa dizilirler. Hal­buki demokrasi dediğiniz şeyin kaynağı çoğunluğun hâkimiyetine dayanır. Görüşün ve hedefin mahiyeti ne olursa olsun, ekseriyetin azınlığa tahakkümünden ibarettir.

îşte bu yüzdendir ki; îslâm şeriatı, hiçbir sınıf ve gruba im­tiyaz tanımaz ve bu tür şeye asla fırsat da vermez. Hiçbir toplulu­ğa veya topluma da, dokunulmazlık sağlayacak sebeb ve mevzuat ve şartlan da tanımaz. Çünkü Allah'a kulluğun gerçek yüzü, bü­tün bu itibarlı ki arı ortadan kaldırmakla ortaya çıkar.

3- Yine bu müşahede bizzat, başka bir ibret örneğini de sa­na sunmakta. O da Resul Aleyhisselânım kişiliğinde Nübüvvetin al­dığı görünümdür. Aynı zamanda gözünün önüne, onun ashabına kar­şı taşıdığı şefkat ve sevgiyi; Allah'ın o esnada Resul (s.a.v.)'üne ik­ram ettiği hârika ve mucizelerden bir başkasını sergilemektedir... Bu temaşamızda, Nebi (s.a.v.)'nin kişiliğinden fışkıran şeyi şöylece özetliyelimr Başta, ashâbıyla birlikte çalışıp didinirken çektiği açlık meşakkatinde onun büyüklüğü net olarak beliriyor. Açlığını hisset­memek için, onun karnına taş bağlamasına dikkat edelim. Boş mi­desini böylece bastırıp korunmak istiyordu, açlık duygusundan. Han­gi maksad ve gayeydi acaba onu bunca şahsi meşakkat ve çileyp zorlayan? Devlet başkanı falan mı olacaktı?.. İleride mal-mülk sa­hibi mi olmak isterdi?.. Yoksa, çevresine insanları halkalandınp ken­disine raptetmek mi?.. Bütün bunlar onun çektiği bunca işkenceye değmez ve hiç kimse de böyle istekler için böylesi zor metodu de­nemezdi!.. Esasen bu bir tenakuz olurdu. O mânâda; mevki, makam

ve mala tama eden bir kişinin en uzak kalacağı, asla göz alamaya­cağı eziyetlerdi bunlar çünkü...

Bütün bunlara onu dayandıran, dayanmaya zorlayan sadece R'sâlet sorumluluğu ve emânetti. Tebliğle mükellef olduğu şey, hal­ka bu metodla ulaştıracağı ilâhi ve insanî en üstün mesaj!..

İşte, ashâbıyla hendek kazma faaliyetinde ortaya vuran onun peygamberi hüviyyetidir.

Onun, bu meyanda, ashabına gösterdiği şefkat ve taşıdığı derin sevginin görüntüsüne gelince onu bütün açıklığıyla, Câbir'in da've-tine icabetinde, kendisi için hazırladığı az bir yemeği yalnız ye­mek yerine, ashabını toplayıp gidişinde görebilirsin.

Câbir'i, Resûlullah (s.a.v.)'ı yemeğe çağırmaya sevkeden ise; onun mübarek karnına taş bağlamış olduğunu görmesi ve bundan onun aşırı derecede aç olduğunu anlamasıydı. Ancak evinde de sadece bir­kaç kişiye yetebilecek az bir yiyecek vardı. Yâni o yemeği kadar insanı da'vet etmek zorundaydı...

Ama, Resûlullah (s.a.v.)'ın, kendisi gibi açlıktan kıvrana kıvra-na ve durmadan çalışan arkadaşlarını bırakıp da sadece birkaç arkadaşıyla giderek yiyip - içip istirahat etmesi nasıl düşünülebilir­di ki? O, ashabına, b'r ananın evlâdlarına şefkatinden daha şef­katliydi...

Gerçi Câbir bunu böyle yapmak zorundaydı. Bu da normaldi el­bet. Çünkü o halktan bir kişi olarak elindeki maddî imkândan baş­kasını yapamaz ve maddi sebeblerin ötesine akıl erdiremezdi. Beşe­rin alıştığına göre de, onun evindeki yiyecek ancak böyle bir avuç insana yeterdi. Eh o da elbette, Resûlullah (s.a.v.) ile en asgarî Sevi­yede onun seçeceği arkadaşlarından bir grubu çağıracaktı.

Ama Resul aleyhısselâmm, Câbir'in kanaatiyle davranması ge­rekmezdi. Çünkü, bir kere, onun herhangi bir rahat ve ni'met ko­nusunda ashabı arasında ayırım yapması, âdeti değildi. İkinci ola­rak da, tabii sebeblerin ve maddi sınırların etkisinde kalmaz ve be­şerin alışageldiği şeylere şartlanamazdı. Zira sebeblerin sebebi ve on-larm da yaratıcısı Allah'tır. O'nun için, az yemeği çok yapmak, en basit bir iştir. O'nun az bir şey', çoğaltıp, bütün bir cemaate yetiştir­mesi de O'nun yüce katında çok basittir.

Herşeye rağmen, Resûlullah (s.a.v.), ashabının; külfet ve çileyi ne kadar büyük, ne denli çok olsa da aralarında paylaştıkları gibi, ni'met de ne kadar az olsa da paylaşmakta birbirine tıpatıp ben­zediklerini görmüştü hep.

Bu yüzdendir ki Câbir'i, hepsi için yemek hazırlamak üzere evi­ne gönderdi. Ve kendisi de dönüp bütün ashabını çağırdı. Câbir'in evinde büyük bir ziyafete da'vet etti.

Bu olayda gördüğün müthiş mu'cizeye gelince: Bu Câbir'in kü­çücük oğlağının bol bir yemeğe dönüşmesidir. Yüzlerce sahabe bun­dan doyduktan başka, kalanını ev halkına emanet edip, halka ta-sadduk edilmesini emretti. Resûlullah (s.a.v.): Bu müthiş olay; onun sahabesine olan derin muhabbetini tatmin için ilâhi vergi olup, onun maddi sebeblerden âzâde olduğunu, ancak, Allah'ın kudret ve sal­tanatı altında hereket ettiğini açık seçik görüyoruz.

Okuyucuma şunu anlatmak isterim: Kalb gözünü açıp böyle hallerle, Cenâb-ı Hakk'ın, zahir sebebler ötesinde Nebî'sini destekle­yip, maddî sebeblerin üstesinden getireceğini görsün.

Araştırıcının, karşılaşınca çarpılacağı, peygamberi şahsiyetin be­lirtileridir bunlar, işte okuyucumun zihnim ve tefekkürünü bu ger­çeklere hazır ve uyanık tutmasını istiyorum. Tabii bu, herkesin anla­ma gücüne göre olacaktır. Ve artık bu bahiste yüzyüze getirebilirsem açık isbatla; böylece şek ve şübheye mahal kalmayacak, karşı da ge-lemiyecek.

4- Resûlullah (s.a.v.)'in, Gatafan ile sulh konusunda bazı sahâbesiyle istişare etmesindeki hikmet neydi acaba? Bu barış tekli­finde, onlara Medine'nin o yılki mahsulünün üçte birinin verilmesi; onların da buna karşı, Kurcyş ve beraberindekilerin! desteklemek­ten, müslümanlarla savaşmaktan vazgeçmeleri istenecekti. Ama onu böyle bir istişareye zorlayan şer'î etken neydi? Veya hangi şer'i Öl­çüyü kurmak hedefindeydi?

Birinci derecedeki hikmet, O'nun (s.a.v.) sahabesini denemesiy­di. En güvenilir sahabesinin böyle kritik andaki metaneti; kuvve-i mâneviyesi ve Allah'ın er-geç zafer bahşedeceğine dair itimad ve teslimiyetlerini ölçüp görmek istiyordu. Hani o gün bir sürü müşrik kavim toplanmış ve aniden çullanmışlardı Medine'deki bir avuç müslüman üzerine. Üstelik Kurayza oğulları da önceki söz ve an­laşmadan dönüp, büyük bir iç tehlike oluşturmuşlardı... Böyle an­da bile ilâhî başarıya itimadlarını ölçmek!..

Zaten Resûlullah aleyhisselâmm âdetiydi, daha önce de gördü­ğünüz gibi[117], O ashabını nefislerine tam güvenleri ve savaşın sonucuna dair kanaatleri hâsıl olmadan, onları bir mücadeleye rastgele sürmekten asla hoşlanmazdı. Esasen bu, O'nun sahabesini eğitmek­te izlediği açık bir metoddu. İşte bunun için, bu görüşü sahabelerinin müzakeresine sundu. Ve bunun Allah'tan vahy ile bir tebliğ ve ta­limat olmadığını; ancak müşriklerin baskısını kırmak için bulduğu bir çare olduğunu da eklemişti. Eğer nefislerinde dayanacak bir güç bulamıyorlarsa, bu bir çareydi...

Bu istişaredeki şer'i delâlete gelince: O da hakkında nass bu­lunmayan her durum için başlangıçta «şûra prensibinin» meşru ve dini bir kaide olduğudur. Aynı zamanda da müslümanlar için; ülke­lerine saldıran düşmana, çıkarlarından veya topraklarından taviz vermelerinin caiz olabileceğine de hiçbir işaret olmadığıdır.

Çünkü üzerinde ittifak edilen şer'i esas şudur: ResûhıUah'm uy­gulamalarından birşeyin delil olarak kullanılabilmesi; onun sözlü beyanı veya bizzat tatbikatına bağlıdır. Tabiî bunun da Allah'ın kitabıyla çatışmaması şarttır. Bu olaydaki görüş ve teklif ve hattâ istişare ise bu haliyle delil teşkil etmez. Çünkü bu istişareden gaye, birinci olarak; yukarıda arzettiğimiz üzere; onların görüşlerini öğ­renmek isteğidir. Bu da sadece eğitme gayesiyle olmuştur. İkinci olarak da; istişareye göıe amel olunsa da, sonunda Kitabullah'tan bir itiraz zuhur etti mi; artık İstişarenin hukukî ve şer'î bir dayanak olmayacağı gerçeğidir...

Zaten, siyer uleması da; Resûlullah'ın bu esnada sahabesini Ga-tafan'la barışa zorlamadığım, bir karara da varılmadığını; teklif ve müşaverenin sadece bir yoklama ve fikir alış verişi ile, çareler üzerin­de tartışma safhasında kaldığını açıkça ifâde etmektedir.

Sözü şuraya getirmek istiyorum: Çağımızda bir garip zümre tü­remiş. Ve son derece bâtıl bir kanaatle yürüyorlar: Onlara göre gü­nümüzde müslümanlar gerektiğinde gayr-i müslimlere cizye vere-bilirmiş!.. Delil olarak da Resûlullah'ın bu olaydaki istişaresini gös­teriyorlar, yâni Resûlullah Ahzab gazasında, istişare ile cizye vermek istedi diyorlarmış...

Halbuki kesin olarak görüyorsunuz ki, izah ettiğimiz gibi bu­radaki istişare sade ve yüzeyde olup, görüş arzetmekten ibaret olup, teşrii bir delil sayılamaz. Esasen, cizye vermekle, iki savaşan kav­min barış teklifi arasında bir ilgi kurmak nasıl mümkün olur, bunu anlayamıyoruz?

«Şayet herhangi yönden güçsüz olmaları sebebiyle, mecbur olur­larsa; hayatlarını korumak, namus ve şereflerinin heder olmasını önlemek için mallarının bir Kısmını gözden çıkarmak gerekirse, bu­nu yapmasınlar mı?» diye bir soru yöneltilirse cevabımız şöyle olur:

Öyle hallerde çok değişik durumlar çıkar ortaya. Müslümanla­rın malları ellerinden gidip düşmanlarına ganimet olur. Kâfirler, İs­lâm ülkesine saldırır, gelir kaynaklarına el koyup onlara tahakküm eder. Ama bilinen birşeydir ki; ne olursa olsun, bütün bu durum­larda müslüman isteyerek veya fetva yoluyla tecviz ederek itaat edip boyun eğmez. Ama böyle bir ortama zorla itilmiş ve istemeye iste­meye baskı altında kalmış olabilir. Fakat müslüman hep bu boyun­duruktan kurtulma fırsatı aramak durumundadır.

Ve okuyucum iyi bilirsin ki, îslâm şeriatı zaten zor altında olanı, mülteciyi, çocukları ve delileri muhatab almaz. (Böyle olmayanlar mes'uldür...)

Öyleyse, sorumluluğun dışında kalan bu durumlarda tartışma abes olur. Çünkü, re'y, maslahat ve danışma şeklindeki ihtiyarî şey­ler üzerine teklifi bir hükmün kurulması mümkün olmaz.

«- Nasıl ve hangi vasıtayla müslümanlar muzaffer olurken, bu savaş sonunda, müşrikler hezimete uğradı pekiyi?

Yukarıda görmüştük ki; Resûlullah (s.a.v.) ve ashabı Bedir ga­zasında hangi vasıtaya sığındılarsa, aynı sebeb ve vasıtalara yine Hendek savaşında da sığınmışlardı. Bu baş vasıta ve destek, Allah'a yakarış, ondan üstün gelmek hususunda hesaba gelmez derecede inayet talebinde ve sürekli duada bulunmalarıydı. Esasen bu, Resû-lullah'ın sürekli ve değişmez tavrı ve onlara aşıladığı tutumdu: Ne zaman bir düşmanla karşılaşsa veya cihada niyetlense, baş daya­nağı ve bütün hazırlıkların her türlü maddî vasıtaların en etkilisi Yüce Rabbe sığınmaktı. Bu öyle bir harb âletiydi ki, müslümanlar bunu tam yerine getirmeden, hiçbir hallerini düzeltemezlerdi.

Yalnız, müşrikler bunca kalabalığına rağmen nasıl olmuş da bo­zulup dağılmışlardı? Evet, mü'minlerin sabırla sebatla, Allah'a sa­mimi olarak güvenip iltica etmeleriyle... Nitekim Cenâb-ı Hak Ki-tab-ı Kerîm'inde bunu şöyle açıklıyor: «O gün, orduların üzerini­ze çullandığı sırada, Allah'ın size ni'metîni indirişini hatırlayın ey -mü'minler: Hani düşmanın suratına karşı bir rüzgâr estirmiş, sizin göremediğiniz ordular göndermiştik üstlerine... Çünkü Allah onla­rın ve sizin ne yaptığınızı hep görüp duruyordu. Hani altınızdan, üstünüzden belâ gelirken, gözler yerinden oynamış, yürekler ağız­lara gelmişti. Siz de Allah hakkında değişik zanlara sapıyordunuz.»

Buradan devam edelim, (25.) âyete: «Allah kafirleri içleri kin dolu, yüzgeri etti. Hiçbir sonuç elde edemediler. Allah bu savaşta da mü'minleri mükafatlandırdı. Allah kavi ve azizdir[118]».

Resûlullah'ın bütün gazalarında tekrarladığı bu tutumu; mü'­minleri hiçbir hazırlık ve eğitim ve plân edinmeden cihada ve çar­pışmaya sürdüğü anlamına gelmez tabii. Belki, şunu izah içindir: Müslümana yaraşan, her türlü sebeb ve hazırlığın önünde zafere ulaşabilmek için, Allah'a tam bir güven ve samimi kulluktur. Bu şart tam olmazsa, öbür maddî hazırlıkların hepsi özsüz ve dayanak­sızdır[119]. Bu dayanak ise kâmil mânâda müslümanlar arasında ger-çekleştiyse, artık hiç tereddüd etmeden, zaferin mucize olarak te­cellisinden söz edebilirsin!..

Yoksa, düşman karargâhlarını alt üst eden, başka bir yerde de hasar yapmayan bu kasırga nereden gelmişti? Müslümanlar bunu görmüş fakat asla müteessir olmamışlardı. Bu fırtına, ocaklarını söndürüp, çadırlarını kazıklarıyla birlikte söküp uçurmuştu; korku­dan yürekleri titremişti müşriklerin. Onlara dondurucu soğuk beri­kilere hiçbir etkisi yok1 'Bu Hakk'a sığınmanın ni'metiydi an­cak!..)

6- Bu esnada, yukarıda gördüğünüz gibi,- Resülullah (s.a.v.) ikindi namazım da kaçırmıştı Aşırı meşguliyetti sebebi. Ve tabii güneş battıktan sonra kaza etmişti bu naına/i Maamafih, sahih ol­mayan bir başka rivayete göre ise, Uırdm fazla namazı geçirmiş. İmkân bulunca da bunları peşipeşine edâ etmişti, vakit çıktığı hal­de... Her neyse, bu da, vaktinde kılınamayan namazın, kazasının ca­iz ve meşru olacağını gösterir Ama bu delnMIr bazı kimselerin zannettiği gibi, bu türlü büyük meşguliyetler yüzünden namazlarını te'hirin caiz olduğu görüşüyle bir çatışma da olmaz. Çünkü bu da­ha sonra Havf Namazı»nın meşru kılınmasıyla neshedümıştır. Yâ­ni savaşın kızılma anında bile müşriklerle çarpışırken, binili veya yaya (şartına uygun) namaz kılınır. Çünkü nesh, kazanın meşrui­yeti üstüne vuku bulmadı. Belki, meşguliyet yüzünden namazın te'-hirinin sıhhati üzerine oldu Yâni, namazı te'hirin caiz olduğunun neshi, kayanın meşruiyetinin sabit olduğu üzerine nesh demek de­ğildir. Çunku bunu  kesin delil ortaya koyuyor:   Bu da korku namazının bu gazadan [120].

Yine bu deliller cümlesinden, Sahih-i Buhâri'deki şu hadis-i şe­rif var: Nebt (s.a.v.) Hendek savaşından şehre dönerken şöyle bu­yurmuştu: «Hiçbiriniz Benî Kurayza yurduna varmadan ikindi na­mazım (veya öğle) kılamaz!.. Bunun üzerine bazısı daha yoldayken namaz vakti girmişti. Bir kısım kimseler: «B!z oraya varmadan na­mazı kılamayız » derken, bazıları -Hayır, kılmalıyız, bizden istenen bu değil..» diyorlardı. Ve birinci grup, Benî Kurayza'ya vardıktan sonra o vakti kaza olarak kılmışlardı.

Öyle ise, farz bir namazı kaçırmakla kazasının farz olduğu sa­bit olunca; namazı geçirmenin meşru mazereti de uyuya kalmak veya unutmak olabileceği gibi, ihmâl ve kasden terk halleri de ola­bilir. Çünkü genel olarak kaçırılan namazın kazasının vücûbu üze­rine umumî delil sabit olduktan sonra, kazanın meşruiyetinin fer­de arız olabilecek birçok halden bazılarının seç-lip hükmün onlara bağlandığına dair bir delil gösterilmedi.

Beni Kurayza'ya varıncaya dek namazı kılmayanlara gelince, uykuda veya unutmuş falan değillerdi, liutun bunlara rağmen; ka­çırılan farz bir namazın kazasının meşru oluşunu, kasten geçirmiş olmanın dışına tahsis etmek hatâ olur. Bu şer'i bir tahsis (ölçü ve delil) olmaksızın bazı farzları bazısına tercih etmek anlamına ge­lir.

Bazı kimseler, şu hadisin mefhüm-u muhalifi olarak, kaza için umumî meşruiyet delilinin tahsis edildiğine dair bir delilin sabit ol­duğu vahmine kapılmış olabilirler. Evet, bu vehimden öteye gide­mez, çünkü hadîste: «Uyuyakalan veya namazı unutan kişi hatır­layınca hemen onu kılsın» buyuruluyor. Buradan öyle bir zanna ka­pılmak uyanık bir araştırıcı için yakışık almaz. Zira hadiste sade­ce unutan veya uyuyakalıp namazı geçiren hedef alınarak öbür du­rumlar pas geçilmiyor. Aksine bir tespit ve dikkat çekme var: -Ha­tırlayınca» denir. Bunun tenbihidir kasıt. Yâni «Bir k:mse, herhangi bir sebepten (unutma, uyuyakalma gibi ..) namazını geçirdi ise, ha­tırladığı an hemen kılsın veya kaza etsin demektir. Artık ikinci gün aynı vakit olsun da kaçırdığı o vakte âıt namazı kaza etsin diye fu­zuli beklemesin, hatırladığı an kaza etsin...» demek oluyor. Kasıt sa­dece -hatırlama»ya bağlıdır.

Hadîsin siyakından da anlaşılacağı gibi, hadis ulemasının ve sa­rihlerinin de anlattığı üzere[121], Resûlullah (s.a.v.)'m kastının bu mâ­nada olduğunu kavrayınca; artık, hadiste mefhûm-u muhalifiyle ka­za, meşruiyetinin uyku hali veya unutma gibi mazeretlere tahsis edil­mediğini de kavramış olursunuz... [122]

 



2164 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın