• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/ali.gulhan.58
  • https://www.twitter.com/ali69gulhan
ali gulhan

İfk Olayı

İfk Olayı

 

Bu savaştan müslümanların dönüşü amndanydi; îfk olayı yânı Hz. Aişe hakkında, münafıkların uydurduğu dedikodu vukubuldu. Şimdi size bu mes'eleyi (Buhâri ve Müslim) sahihlerinde geçtiği şekilde özetle sunacağız:

Hazret-i Âİşe (r.a.) bu gazaya, Resûlullah ile birlikte nasıl çık­tığını anlattıktan sonra sözüne şöyle devam ediyor: «Resûlullah bu savaşı bitirip Medine'ye dönüyordu. Konak yerinde orduya gecele­yin yürüyüş emri verdiği sırada ben, ihtiyacım için (hevdecimden) çıkmıştım. Bineğime döndüğüm anda ise göğsüme dokundum. Ger-danlığımin kopup düşmüş olduğunu anladım. Tekrar geriye dönüp (gittiğim -yerde) onu aramaya koyuldum. Bu arayış beni çok oya­lamış ve alıkoymuş oldu.» Ve devam ederek diyor ki: «Bu esnada benim hevdecimi deveye yükleyenler gelmiş yüklemiş. - Bu da Hi-câb âyetinin nazil olup, kadınlara mutlak setr emredildikten sonradır -. Benim içerde olup olmadığımın farkına da varamamışlar. Ben içindeyim sanarak çekip gitmişler...[92]

Nihayet ben gerdanlığımı bulup döndüm ama hay_li zaman geç­mişti. Ordu yürüdükten sonra oraya ulaşmışım. Tabii gelen giden, arayan soran yok... Çaresiz, eski yerime çömelip bekledim. Benim yokluğumun farkına varıp, dönerek beni anyacaklannı ummuş­tum.

Ordunun arkasında - yerini kontrol için - Saffan îbn Muattal bırakılmışmış. Sabah olunca, insan karaltısı görmüş ve bulunduğum yere doğru yaklaşmış. Yaklaşıp görünce de beni tanımış. Çünkü hi-câbdan önce bu zât beni görmüştü. Bense, uyku basmış uyuya kal­mışım. O beni tanıyıp da istirca'da[93] bulununca uyanabildim. Hemen cilbâbımla yüzümü örttüm. Vallahi hiçbir kelime konuşmadık ve ondan da istirca'mdan başka bir söz işitmedim. Hemen arkasından da devesini çöktürdü bineyim diye. Ben kalkıp deveye bindim. O da çekip yedmeye başladı. Böylece orduya öğle sıcağında bir konak mahallinde ulaşmış olduk. İşte orada da olan olmuş (iftiracılar gü­naha batmış) benim hakkımda. Bana iftirayı meğer Abdullah îbn Ubey îbn Selûl orada başlatmış.»

Hz. Âişe devamla buyurur ki:

«Medine'ye dönünce ben bir ay hasta yatmıştım. Meğer halk, bana yapılan iftiradan kaymyormuş, dedikodu almış yürümüş. Be­nim birşeyden haberim yok. Ancak, bu hastalık boyunca Resûlul-lah'ın bana karşı tutumundan birşey anlamıyordum. Çünkü daha önce bana gösterdiği sevgi ve iltifatı şimdi hiç göremlyordum. Sa­dece yanıma girip selâm veriyor, «Rahatsızlığın nasıl?» deyip çıkı­yordu...

Nihayet biraz iyiliğe dönünce, bir gece Mıstah'ın anasıyla te-nezzühe çıkmıştık. Ki o zamanlar henüz yakında tuvalet yoktu (ge­celeyin araziye çıkardık). Dönerken -Ümmü Mıstah'ın ayağı çarşaf fına dolaşınca, *Mıstah kahrolsun» diye hakaret etti[94]. Benim tuha­fıma gitti. Ne fena söyledin dedim, kadına: Bedir'de bulunmuş bir zâta lanet mi ediyorsun?... O da; sen onun neler söylediğini duyma-iın mı? diye karşıladı.»

Hz. Âişe diyor ki: «işte o anda kadın, iftiracıları ve mel'anetle-rini bana baştan sona anlattı. Bunun üzerine hastalığım iki kat oldu... O gece boyunca ağladım. Gözüme uyku girmiyor ve gözyaşım da dinmek bilmiyordu. Bir de ne göreyim, Resûlullah durumu müza­kere için bazı yakınlarını çağırıp istişare ediyormuş. Hattâ helâlin­den ayrılma konusunu danışmış. Eh bazıları, «Yâ Resûlâllah, o se­nin ailendir, biz onun hakkında bir fenalık bilmiyor, iyi tanıyoruz, demiş. Bazısı da: Bu senin için çıkmaz değil, dünyada kadın çok... diye cevab vermiş. Ayrıca cariyeye (Berire'ye) de sorun, o size doğ­rusunu söyler, demişler...

Resûlullah (s.a.v.) de, Berire'yi çağırıp ona şöyle sormuş: «Sen Aişe'den, seni şübhelendiren bir duruma şahid oldun mu hiç?. O da, ondan hayırdan başka birşey görmedim, diye cevab vermiş. Bun­dan sonra Resûlullah minbere çıkıp, şöyle seslendi: «Ey müslüman csmaat!... Şu ev halkımla ilgili, bana kötülük eden kişiye karşı ba­na yardımcı olacak kimse yok mu?... Halbuki; Allah'a yemin olsun, ben ehlimde bir çirkin durum görmedim, göremiyorum. Üstelik bir adamın ismini de karıştırıyorlar ki; onu da iyi halleriyle tanırım an­cak...»

Bunun üzerine Sa'd bin Muâz kalkıp: «Yâ Resûlâllah, o kişiden ben intikamını alacağım» dedi. Eğer Evs'ten ise boynunu vururuz. Eğer Hazredi kardeşlerimizden ise, ne emredersen onu yaparız... Bunun üzerine halk mescid içinde tartışmaya başladı. Ama Resûlul­lah  ts.a.v.)  onları yatıştırdı.

Daha sonra Resûlullah (s.a.v.) benim yanıma girdi. Anam, ba­bam da yanımdaydı. Onlar belki de ağlamaktan ciğerlerimin parça­landığını zannediyorlardı.

Bu dedikodular çıkalıdan beri, O da yanıma hiç oturmamıştı. Bir aydan beri de, benim mes'elemi çözümleyecek bir vahiy de gelme­mişti O'na...»

Hz. Âişe yine devam ediyor: «Bu sefer yanımda otururken çe-hadet getiriyordu. Sonra şöyle konuştu: «Peki, ey Aişe, biliyorsun senin hakkında şöyle şöyle söylentiler geldi bana. Eğer günahsız-san, Allah seni çok yakında tebriye eder. Ama şayet böyle bir gü­naha bulaştınsa artık Allah'a tevbe ve istiğfarda bulunmaktan başka çıkar yolun yok...»

Hz. Âişe diyor ki: «Resûlullah (s.a.v) sözünü bitirince, aniden gözümün yaşı kurudu. Artık bir damla yaş gelmiyordu. Çaresiz, ba­bama dedim ki; «Benim yanımda Resûlullah'a cevab verir misin?» O, «Ben, vallahi ne diyeceğimi bilemiyorum» dedi. Bu sefer anneme dedim, sen cevab ver. O da aynı şekilde, «Ne diyeceğimi bilemiyorum» dedi. Yine çaresiz dedim ki, «Vallahi benim anladığıma göre; siz birşeyler duymuş ve bunu içinize sindirmiş, doğru olarak kabul etmişsiniz. Artık ben, kalkıp günahsızım desem de, - ki ben Allah hakkı için günahsızım - bu hususta bana inanmıyacaksiniz. Yok kal­kıp da -Allah'ın benim suçum olmadığını bildiği bir hususta- evet öyle oldu desem, belki de o zaman beni tasdik edeceksiniz... Artık ben bir izah yolu, bir misâl bulamam. Ama size, Hz. Yûsuf'un ba­basının, «Artık en güzel şey sabırdır. Onların nitelendirdiklerine karşı sığınacağım sadece Allah'tır» dediğini örnek olarak hatırlata­bilirim, dedim ve yüzümü dönüp yatağıma kapandım.»

Hz. Âişe devam ediyor: «Vallahi, daha Resûlullah o meclisi ter-ketmeden ve ev halkından bir ferd de çıkmadan Cenâb-ı Hak ona vahyini ulaştırdı, Her vahiy geldiğinde onu saran sıkılma hali tut­tu. Kış günü bile vahiy şiddetinden buram buram terlerdi, tşte o hal geçip Resûlullah başını kaldırdı, sevincinden gülüyordu. Ve ilk sözü şu oldu bana: «Müjdeler olsun ya Âişe, Allah seni tebriye etti.» Bunun üzerine annem: Kalk ona teşekkür et, dedi. Ben de-, hayır vallahi olmaz. Allah'tan başkasına hamdetmem, dedim. Çünkü âyet indirip beni temize çıkaran O'dur...» Hz. Âişe der ki: O an Cenâb-ı Hak Teâlâ şu âyetleri inzal buyurdu: «Size bir iftirayla gelenler, bir avuç kişidir. Siz bu iftirayı size bir şer sanmayın. Belki de si zin için hayırdır. Onların herbirine ise yaptıkları kötülüğün karşı­lığı var. Onlar arasından bu büyük cinayete girişenlere ise büyük bir azab vardır[95]». (Buradan itibaren on âyet)

Hz. Âişe yine devam ediyor: «Öteden beri babam, Mıstah de­nilen kişiye, akrabalığı ve yoksulluğu yüzünden nafaka vermektey­di. Bu olay üzerine; «Vallahi Âişe'ye bu iftirayı yaptı ya artık ona kat'iyyen birşey vermem» demişti. Bunun üzerine de Cenâb-ı Hak: «Ey mü'minler, sizden servet ve imkân sahipleri; akrabalara, mis­kinlere, Allah yolunda hicret edenlere vergisini vermekte kusur et­mesinler. Afvedip, hoş görsün. Allah'ın sizi mağfiret etmesini iste­mez misiniz?... Allah Gafur ve Rahİm'dir» mealindeki âyetini in­dirdi. Ebû Bekir (r.a.) bunun, üzerine: Vallahi ben Allah'ın beni mağfiret etmesini elbette isterim, deyip yemininden döndü. Daha önceki nafakayı Mıstah'a ödemeye devam etti.»

Resûlullah da, bu vahyi müteakip halka hitab etti. Nâz'.l olan âyetleri okuduktan sonra, Mıstah bin Esâse, Hassan bin Sabit, Ham-netü binti Cahş bu işte çok ileri gittiklerinden onlara had vuruldu. [96]

 

Dersler Ve İşaretler

 

Bu gazadan şu esasları elde etmekteyiz:

1- «Seİeb» ve  «Humus»u   istisna ettikten sonra ganimetlerin savaşçılar arasında taksim edilebileceği... Seleb ise  (öldürülenin si­lâh ve benzeri şahsi eşyasıdır) Resûlullah (s.a.v.)'ın şu kavline gö­re öldüren gazi tarafından alınması caizdir:  «Bir müşrik savaşçıyı öldürene onun eşyasını alması bir haktır. Humus  (Beşte bir gani­met) ise, Allah'ın kitabında zikrettiği kimselere aittir.» Ayette ise: «Dikkat edin, elinize geçen ganimetin beşte biri; Allah'a, Resûlü'ne, onun yakınlarına, yetimlere, miskinlere ve yolda kalmışlara mahsus­tur[97]». Kalan beşte dördü ise, tıpkı Resûlullah (s.a.v.)'ın yaptığı gibi savaşçılara pay edilir.

Bunda, yâni menkul malların taksimindeki bu ölçüde bütün imamlar müttefiktir.

Arazilerin taksimi mes'elesinde ise; Beni Nadir olayı sırasında arzett:.ğimiz gibi, ihtilâf vardır...

2- Cima' ânında, «Azl»in (veya doğum kontrolü)nün hükmü: Nutfe'nin ve Alaka'nm, daha ruh üflenmeden önce düşürülme­si de buna bağlanabilir. Tıpkı bugün genel olarak, «Nüfus plânla­ması» özel olarak, doğum kontrol veya sınırlaması adı verdikleri İş­lemin durumu gibi.

îmd:, bu konuda zikredilen hadiste «Azl'in cevazı» açıktır. Ni­tekim bu hususta kendisinden fetva isteyenlere: «Yapmamanızı ge­rektiren birşey yok.» (Başka bir rivayette de «Yapmanıza engel yok. Çünkü kıyamete kadar ne takdir edilmişse o canlı, vücuda geKr...» buyurulmuş). Yâni, sizin, azil işinden vazgeçmeniz gerekmez. Çün­kü şübhesiz Allah ne takdir ettiyse o olur. Sizin çabanızla o önlenmiş olamaz, demektir.

Bu hadisten daha açık olarak da, Şeyhayn'in Câbir (r.a.)'den yaptığı rivayettir. O diyor ki, «Resûlullah zamanında biz Azl ya­pardık. Kur'an da inmeye devam ediyordu...»

İşte buna dayanaraktır ki, cumhûr-u ulemâ, azl'in uygulanma­sını caiz görmüşlerdir. Ancak, zevcenin muvafakatini da şart koş­muşlardır. Çünkü bu uygulama bazen kadına zararlı olabilir. Ama, azl'in sebebi, nafaka darlığı, işsizlik ve bakımsızlık endişesi ise bu­nu hoş görmemişlerdir.

İbn Hazm ise cumhurun görüşünün aksine mutlak mânâda azlin haram olduğu  kanaatindedir.  Delil  ise  Müslim'in  rivayetidir:

Besûlullah'tan azl hakkında sual sorulunca buyurmuştur ki; -Bu do layisıyla diri diri gömmektir.» îbn Hazm'ın buna dayanak olarak ge­tirdiği diğer hadislerin hepsi de mevkuf hadîstir. Bunlardan bir ta nesi Nâfi tarikiyla îbn Ömer'den gelen rivayettir: Îbn Ömer azl yap­maz ve «Evlâdlarımdan birinin azl yaptığım bilsem onu sürgün ede­rim» derdi. Başka bir rivayeti de Haccâc bin Minhâl tarüuyla Hz. Ali'­dendir. Rivayete göre de o da azli hoş görmezmiş...

îbn Hazm, cumhurun delil olarak aldığı Câbir hadîsinin mensuh olduğunu söylüyor[98].

Îbn Hâcer de Fethü'1-Bârî kitabında îbn HaznVın görüşünü zik­rettikten sonra şöyle diyor: «Bu görüş, şu iki hadîse ters düşer. Birincisi: Câbir'den, îbn Kesir, Yahya, Ma'mer tarikıyla Tlrmizî ve Nesai'nin sahihlerinde tahric ettikleri şu hadistir.» «Bizim cariye­lerimiz vardı ve biz azl yapardık. Yahudiler de bu diri diri gömme­nin küçük örneğidir derlerdi. Resûlullah (s.a.v.)'dan sorulunca bu­yurdu ki: «Yahudiler yalan söylüyor. Allah yaratmak istedikten sonra O'na mâni olamazsınız.» İkinci hadîs ise Ebû Hüreyre'den Ebi Seleme ve Muhammed bin Amr tarikıyla yine Nesaî'nin tahric et­tiğidir[99].

Bence Resûlullah (s.a.v.)'m azl hakkındaki «Bu bir gizli diri gömmektir» ifadesinde yasaklama kastedilmediği açıktır. Hattâ bu sözün, öbür hadisler ışığında tenzihi bir nehye yorumlanması daha uygundur. Zâten, cumhur da bu kanaate varmıştır.

Îbn Hazm'ın, azli mubah gören hadisin mensuh olduğunu iddia­sı ise; Ebû Dâvud hariç Kütüb-i Sitte sahiplerinin rivayet ettiği Câ­bir hadîsiyle reddedilir: «Biz Resûlullah (s.a.v.) zamanında, Kur'anV da nazil olup dururken azl yapardık.» Müslim jse buna şunu ziyade kılmıştır: «Bu mes'ele Resûlullah (s.a.v.î'a ulaşınca bizi menetme-di.» Eğer azlin mubah olması hükmü, Resûlullah'ın vefatına kadar de­vam etmiş olmasa, Câbir bunu söylemez. Ve takarrür eden son şer'I hükmü de açıklardı.

Rûh üflenmeden önce nutfenin düşürülmesinin hükmü ise, azl için açıkladığımız hükme tâbidir. Bununla beraber ulemadan bazı­sı, azle fetva verirken nutfenin ıskatını haram görmüşlerdir. Öyle gözüküyor ki, zoraki olarak kıyastan kaçınmışlar. Ve henüz «alaka» haline gelmemiş olan nutfe'ye nazaran mudga'yı insan zât ve hilka­tine daha yakın addetmişlerdir.

Bu, sebebi anlaşılmaz bir kaçınmadır. Kimbilir, belki, hamileye önemli zarar vermesi bakımındandır.

Burası anlaşılınca, nüfus plânlaması ile ilgili şer'i hüküm de an­laşılmış olur. Azl yerine ilâçla hamileliğe engel olmak diye anlaşılır­sa, bu caizdir. Tabiî, cumhurun, azli caiz görmesine esas olan sebeb-lere bağlı olarak... Ama, kadına herhangi bir zarar gelmemesi ve karı -kocanın ittifak etmesi şartıyla bu böyle...

Ben fakih imamlarımızdan (Allah rahmet etsin) hiçbirinden bu hükme muhalefet işitmedim. Sadece Hafız Veliyyüddin el-Irâki,-nin; Şeyh tmâdüddin bin Yûsuf ve Şeyh İzzeddin bin AbdüsselânV-dan naklettiği' bir husus var. O bu iki zâttan kadının herhangi bir ilâç kullanmasının haram olduğuna dair görüş nakletmiştir. Yâni hamileliği önlemek için. îbn-i Yûnus ise, kocası razı olsa bile böyle­dir diyor[100].

Bize gelince, deriz ki: Bu görüş sünnetteki işaret gereği olarak alınmıştır. Cumhurun kanaati de buna dayanır.

Şu kadar var ki bu konuda bilinmesi gereken en önemli şey­lerden birisi; azl veya bugün kullanılan genel terimiyle doğum kont­rolünün mubah olmasına dair hüküm gerçek mânâda kan ve ko­canın müşterek rızasına bağlıdır. Dışardan herhangi bir baskı veya telkin olmadan, zorlanmadan buna karar vermiş olmalıdırlar. Çün­kü ihtiyacına binâen bir ferdin uygulaması caiz olan şey bazen ce­maat için meşru sayılmayabilir. Bu herkesin kabul ettiği bir fıkıh kai-desidir.

Meselâ : Talâk evli bir kişi için ihtiyaç ve maslahata binâen ferd için câ'z görülürse de: Hâkim hiçbir zaman halka bunu emrede-mez. Ne zorlama, ne tavsiye, ne de tecziye için bunu yapamaz. Yâni böyle bir tevcih ve tavsiye ile olacak şey değildir. Nesli tahdid etmek tamamen talâka benzer. Bu mühim kaideyi iyi düşünüp güzel anlama­lı, günümüzde rastgele fetva vermeyi kendisine san'at edinmiş kim­selerin şu tür sözlerine aldanmamah: Sünnet doğum kontrolünü mu­bah kılmıştır. Bu da devletin halka uygun gördüğü şekilde bu hususta direktif vermesine delil teşkil eder[101].

Gerçek şu ki; bu delille, o mes'ele arasında hiçbir bağlantı yok­tur. Sadece terse çekme ve demagojiden ibaret bir tutumdur.

Özet olarak azl veya doğum kontrolü mes'elesi: Karı-koca ara­sında karşılıklı alâka, bağlılık, sevgi ve ikisini biraraya getiren ihtiyaç açısından iyi incelenince anlaşılır ki; hiç de çözülmez bir mes'e-le değildir. Yukarıda geçtiği üzere...

Fakat ona belli bir ideoloji istikametinde halkı, birtakım se-bebler göstererek aldatıp saptırmak için bir prensip olarak bakılın­ca son derece tehlikeli ve önemli bir nıes'ele olduğu anlaşılır... Ve bu durumda da müslümanların savaş açması gereken ve şuurlu ola­rak karşı çakacağı bir husus olur. Bu da önce İslâm düşmanlarının onları yok etmek için hazırladıkları hile ve tuzakları iyi kavramaya bağlıdır. Onlara aldanmamaları, abarttıkları ve durmadan yaydıkları iktisadi problemlere kulak asmamaları ve açlık problemi gibi şeylerin bu hilenin bir parçası olduğunu anlamaları yakışır...

3- Abdullah îbn Ubey îbn Selûl'ün, yukarıda gördüğümüz şe­kilde çıkardığı fitneye karşı Resûlullah (s.a.vj'm aldığı tedbir. Bu hârika tedbir ona Allah'ın parlak bir lûtfudur. işlerin yürütülme­sinde halkın eğitimiyle müşkillerin üstesinden gelmede üstün bîr si­yaset. Hanlya, Resûlullah Cs.a.v.î'ın İbn Selûl hakkında işittikleri zahiri durumu ile onu katlettirmesine fazlasıyla yetecek bir sebeb idi. Fakat O, aksine mes'eleyi çok geniş kalblilikle karşılayıp, cere­yan eden münakaşalar ve anarşik davranışları görmezlikten geldi. Çünkü o gün orduda çok sayıda münafık vardı, öyle bir bahane arı­yorlar idi ki; yeri yerinden oynatsınlar. O da mes'eleye önem verme­mek, üzerine gitmemek ve aynı zamanda .çok değişik ve hikmetli bir tedbir almak yolunu seçti. Hiç de âdeti olmayan bir zamanda orduya yürüyüş emri verdi. Böylece onlar da yürümeden fırsat bulup bira-raya gelemediler ve işin dedikodusunu yapamadılar. Ve bu yürüyüş bütün gün ve gece sürdü. İkinci gün oldu, artık kimsede, münafıkla­rın aradığı fitneye katılacak mecal kalmadı. Mola verilince de kimse bir çift söz etmeye fırsat bulamadan, yerlere serilip derin uykuya daldı gitti...

Bütün bunlara rağmen halk Resûîullah (s.a.v.)'dan, Medine'ye varınca münafıklara karşı sert bir tavır almasını bekliyordu. Şüb-hesiz ki bu da Abdullah Îbn Ubey Îbn Selûl'ün boynunun vurulma-sıyla başlayacak idi. Bu yüzdendir ki onun oğlu Abdullah (r.a.), Re­sûlullah (s.a.v.)'a müracaat ederek, eğer babasının katline hükme­derse bu işe kendisinin vazifelendirilmesini istiyordu. Ama o, Resû-lullah'dan beklediğinin tamamen aksine bir tavır gördü. Çünkü o, «Hayır, onunla dost olacağız ve bizimle beraber olduğu müddetçe de iy: geçineceğiz» diyordu. Bunun sebebi olarak da Hz. Ömer (r.a.)'e yaptığı şu açıklamayı görürüz: «Nasıl olur yâ Ömer! Halk bu sefer

Muhammed (Sallâllahü Aleyhi ve Sellem) kendi arkadaşlarım öldü­rüyor mu desin?»

Bu büyük hikmetin sonucu olarak da Abdullah tbn Ubey ken­di ekibinin gözünden düştü ve onu herkes azarlayıp ayıplamaya baş­ladı. Ne zaman konuşmak istede susturuyorlardı... Ayrıca bilirsiniz ki, zâhir-i ahkâma göre münafıklar ihtiyati tedbir olarak müslümaıx sayılmışlardır.

Resûlullah (s.a.v.Vm göstermiş olduğu bu parlak hikmet ve si­yaset ve mes'eleler için aldığı tedbir üzerine değişik yorumlara dalmadan önce şunu tekrar hatırlatmamız gerekiyor. Bütün bu te­celliler onun peygamberlik sıfatından doğmaktadır. Yâni onun gös­terdiği bunca hikmet ve hârikalar tamamiyle insanlara gönderil­miş Nebi ve Resul olmasının sonuçlarıdır. Bu bakımdan diyoruz ki; o ilk esası düşünmeden; yâni onun Nübüvvet ve Risâletini düşünme­den önce bu fer'i tecellileri tahlil etmek ve bunları esas almak, bun­lardan yürüyerek onun büyüklüğüne ulaşmaya çalışmak, büyük bir hatâdır. Çünkü bu türlü gidiş -yukarıda açıkladığımız gibl-müslümanlan, onun Nübüvvetini düşünmekten alıkoymak isteyen­lerin işgalci fikirleridir ve böylece körükörüne maymun iştahı ile taklid etmeye alıştırırlar mü'minleri!.. Mes'eleyi de Peygamberin beşerî dehâsına bağlamak, böylece Nübüvveti örtmek hedefinde-dirler.

4- Ifk olayına gelince: Bu hâdise Resûlullah (s.a.v.) 'm karşı­laştığı, düşman eziyet ve hilelerinin en çetin halkalarından birisi­dir. Ve bu eziyet daha öncekilerin hepsini unutturacak derecede ağır gelmişti nefsine. Bu da yine münafıkların kötü karakterinin eseri ol­muştu. Zira münafıklar öbür bütün düşmanlardan çok daha âdi, hiy-leleri daha ustaca ve zararlıdır. Çünkü fırsatlar ve imkânlar onlara daha çok elvermektedirler. îşte îfk haberi de münafıklara özgü hı­yanetlerden birisidir.

îşte bu olay da Resûlullah'ı ötekilerden daha değişik bir dere­cede üzmüştü. Çünkü daha önce geçenleri -ondan gelen nakillerle öğrendiğimiz üzere-, olağan çileler olarak göğüslemiş ve onlara tahammül için nefsini hazme zorlamıştı. Haniya, çıktığı büyük da'-vet yolunda bu çileler sürpriz değildi, zaten beklenecek cinstendi... Ama bu umulmadık bir fecaat, geçiştirilmesi ve hazmi mümkün ol­mayan şeydi. Bugün başka bir gündü. Bir şayia ki; eğer doğru çık­sa, insan haysiyet ve şerefi için onulmaz bir yara, mânevi ve ailevi bir leke olacaktı.

Ama aslı olmasa da, bu şayia insan ruh ve vicdanına ettiği et­ki bakımından, öbür eza ve cefa ile kıyaslananı azdı. Hiçbir ilâcı bu­lunmaz, ruha ve nefse yüklenen ezadır bu.

Bunu insanların açıklaması ve hakikati ortaya koyup şayiayı sil­mesi mümfcün olmadığına göre, gerçeği aydınlatacak tek çare, vah­yin gelmesi ve münafıkların tezgâhladığı iftirayı kökünden kazıma­sı gerekmez miydi? Bu ızdırap ve tereddüdü silmeli değil miydi? Ama vahiy de bir aydır gecikmiş, bu da ayrı bir karışıklık ve bocalama sebebi olmuştu.

Bütün bunlarla birlikte, îfk olayı bile, Resûlullah (s.a.v.)'ın üs­tün şahsiyetini bir kere daha belirginleştirmek için, ilâhî hikmet ve hedefe bağlı olarak zuhur etti. Onu örtüp ters gösterebilecek hiçbir gücün, hiçbir hiyle ve iftiranın bulunamayacağını vurgulamak için... Yâni Resûlullah (s.a.v.)'ın hayatında, nübüvvetinin yeri ile beşeriyetinin mevkii, böyle bir olay zuhur etmese, gerek mü'minler, gerek kafirler tarafından kavranamaz, karıştırılıp gidebilirdi. Bu be­şerî şahsiyetini şiddetle sarsan olay insaniyetiyle nübüvvetini seçilir hâle getirdi. Onun Peygamberliğinin anlamı net olarak, vahyin ye­ri de kesin çizgilerle, gözler önüne serilip açıklanmış oldu. Artık onun peygamberlik yönü ile beşeriyet yönünü karıştırmaya mahal bıra­kılmamış oldu. (Çünkü çoğu kimse onun vahiyle sunduğu hârika­ları, onun kişiliğine atfederek, nübüvvet müessesesini unutuyor ve­ya örtmek istiyorlardı).

Nitekim Resûlullah, aniden patlayan bu olay karşısında normal insan haliyle düşünüyor, araştırıyor; Nübüvvetinin ve Risâletinin ma­sumiyet çemberine rağmen, rastgele bir beşer gibi karşılıyordu olayı. O gaybı bilemiyor, meçhule nüfuz edemiyordu. Bu tavır, asla yap­macık değil, tamamen tabiî ve normal idi. Normal biri gibi üzüntü çekiyor, endişe gösteriyor, çeşitli görüş alıp veriyor, güvendiği arka­daşlarıyla istişare edip görüşlerine başvuruyordu...

Bütün bu sıkıntılı anlara rağmen de, O'nun (s.a.v.) insanî yö­nünü net olarak akıllara kavratmak hikmetine bağlı olarak da va­hiy hayli uzun sayılacak derecede kesiliyor ve bununla da iki ger­çeğin halka önemle belirtilmesi hedef alınıyordu:

Biri: Nebi (s.a.v.)'nin Resul ve Nebî olmasına rağmen beşer ol­maktan çıkmadığı, ilâhlaşmadığı gerçeğidir. Yâni O'na inanan kim­se bilmelidir ki; Nübüvvet asla beşeriyet sınırını tecâvüz etmez. Al­lah'a nisbet edilemeyen birçok etki ve iş, O'nu da etkiler, O'na da bu şeyler nisbet edilir...

ikincisi ise: Vahiy, olayı ilâhîdir, asla peygamberin şuur ve nefsinden doğan, ondan kaynaklanan bir hâl değildir: Yine vahiy O'-nun isteğine tâbi, O'nun dilemesi ve (zevki istikametinde, istediği anda gerçekleşecek blrşey de değildir. Haniya böyle olsa, o zaman, hâdisenin zuhur ettiği anda nefsini kurtarması, olayın ilerisinde tü-reyecek şeyleri önlemesi, yâni mes'eleyi bir anda bertaraf etmesi kolaydı. Ve o hangi yönde hayır varsa, vahyi öylece işletir, samimî ashabına, Kur'ani bir güvence verip ikna eder, onlar da öbürlerini susturup, ağızlarım kapatırdı. Ama bunu yapamadı. Çünkü bu onun elinde değildi...

Şimdi size, bu gerçeğe dair, Dr. Muhammed Abdullah Dıraz'ın «en-Nebeü'1-Azim» adlı eserinde görüşü naklediyoruz:

«îfk olayını münafıklar onun temiz zevcesi Hz. Âişe (r.a.) hak­kında tertib etmişlerdi. Vahiy gecikmiş, halk bunalmıştı. Gönüller derinden yaralanmıştı. Ama o bütün dikkat ve sabnyla: «Ben on­dan böyle b;r kötülük ummuyorum-» diyebiliyordu. Yine bütün gü­cüyle söyletinin kökenini arıyor, soruyor, ashâbıyla danışıp konu­şuyor ve bunun üzerine tam bir ay geçiyor. Sonunda da herkes, «Ondan böyle bir kötülük ummadığını söylerken, o da hepsinin so­nucunda sadece «Âişe!.. Bana şu şu tarzda bir haber ulaşmış bulu­nuyor. Eh, sen günahsızsın, Allah seni temize çıkaracaktır, ergeç... Ama şayet hatâen bir suç işledinse, artık Allah'a sığın» demekle ye­tiniyordu.

Bu onun içinden doğan şeydi. Bu ise, görüldüğü gibi, gaybı bil­meyen bir beşerin sözüdür. Zan ile hareket etmeyen, sabit karak­terli, dürüst bir kişiye yakışan ifadedir. Bilmediği şey hususunda rastgele söz etmeyen bir hüviyyetin ıladesi. Şöyle ki; bu sözleri söy­lerken de daha yerinden ayrılmadan, o şerefli hanımının beratını veren, temizliğine dair hükmü getiren Nur sûresinin başındaki âyet­ler nazil oluyor.

Eğer Kur'an'ı indirmek elinde olsa, bu kurtarıcı kelâmı tâ baş­tan söyleylvermesine engel ne olabilirdi? îşin başında ırzını koru­yup, aile şerefini ve eşinin problemini semavi vahye bağlayıverirdi. O gözü dönmüşlerin de dilleri dibinden kesilirdi... Ama O, ne Al­lah'a, ne de insanlar üzerinde yalana tevessül etmezdi.

«Eğer O, bazı sözleri bize karşı kendinden uydurmuş olsaydı O'nun sağ elini ahverirdik. Sonra şübhesiz kalb damarını koparır­dık. O vakit sizden bir kimse de buna mâni olamazdı».

Böylece de, Hz. Âişe (r.a.) hakkında iki gerçeğin tahakkuk et­tiği hanımların ilki oldu. Öyle ki, o sadece Allah'a ibâdet ve O'nu birlemede kendine has bir mezhebin öncüsü oldu. Bu anlayışta Allah'tan başka ve Allah'a denk hiçbir varlık tanınmıyor. İşte bunun için, anası ona, Resûlullah'ın önünden kalkıp ona teşekkür etme­sini tavsiye ettiği zaman; «Ne ona kıyam ederim, ne de Allah'tan başkasına teşekkür ederim. Çünkü beni tebriye için vahyeden Allahü Teâlâ'dır!,.» dedi.

Hz. Aişe (r.a.)'nin bu sözlerinde Resûlullah (s.a.v.)'a yönelen bir tariz görülür gibi ise de; durum ve şartlara dikkat edersek, bu sözü söyleten onlardır.

Ve esasen, mü'minlerin akidesini ortaya vurdurmak için hik-met-i ilâhinin oluşturup yönelttiği bir hâlet-i ruhiyyenin eseri oldu­ğunu kavrarız. Aynı zamanda da iftiracı münafıkların ve nıülhidle-rin imkânını kesmek, tevhid ve ubûdiyyetin de, bütün mânâ ve şü­mulüyle yalnız Allah'a mahsus olduğunu açıklamak...

işte böylece «îfk olayı» da, İslâm akidesini pekiştirmek hedefiy­le tecelli eden, anlaşılması oldukça zor, bir ilâhî hikmet sonucu ta­hakkuk etti. Yönelecek her şübheyi de böylece bertaraf ederek, Ce-nâb-ı Hakk'ın isimlendirdiği bir tür hayır oldu: «Onu siz, sizin için şer zannetmeyin, aksine sizin için hayırdır o.»

5- Şu İfk olayında, ayrıca: «Haddi- Kazf» yâni iftiraya verilen cezanın meşruiyetini de öğrendik, Zira, Nebi (s.a.v.) açıkça iftirayı yapan, ağızlarıyla söyleyenlere had vurulmasını emretti. Ve kesin­likle seksener değnek vurulduğu belli. Ancak baş tahrikçi Abdullah İbn Selûl'ün bu cezadan kurtuluşunu anlamak müşkil olabilir. Zi­ra bu fitnenin ağırlığı onun omuzundadır. Ama îbn Kayyını'ın de­diği gibi burada da çok önemli bir sebeb ve hikmet var: Evet bü­tün mel'anet ve iftiranın kaynağı o ama, o bunu bizzat ağzıyla söy­lemek yerine fitnesini şöyle yürütüyordu; dedikoduları topluyor, bi­çimlendiriyor ve etrafa, başkasından naklen yayıyor. Böylece çuval kendisi, ağız başkası oluyordu[102]. Halbuki iyi bilinir ki, hadd-i kazf ancak bizzat kendi diliyle iftira edene uygulanır. Bunu da açık ke­lâmla söylemiş olması şarttır... İfk olayına da!r hadisin tahlilini, Âişe validemizin berâetüıi bildirmek ve münafıklarla onların yanılttığı kimseleri yalanlamak için nazil olan on âyeti zikrederek nokta­layalım :

«Sizden bir zümre iftiracılık yaptılar. Onların bu eylemini, si­zin için şer telâkki etmeyin, aksine sizin için hayırdır o. Onların her biri için de kazanç olarak günah hisseleri var. Onun en büyüğünü taşıyana ise azabın da en büyüğü var!,..

Keşke öyle yapmayıp (lâfı taşıyıp üreteceğine) daha ilk an du­yar duymaz erkek-kadın tüm mü'minler, kendilerine iyi zanda bu­lunup; «Bu apaçık bir iftiradır» deyip kestirselerdi.

İftiracıların buna dört şahid getirmeleri gerekmez miydi? Onlar, şahit bulamadıklarına göre Allah indinde kesinlikle yalancıdırlar. Eğer dünya ve âhirette Allah'ın rahmeti üzerinize olmasaydı, o dal­dığınız dedikodu sebebiyle size muhakkak büyük bir azab dokunur­du. O dönemde siz, bu iftirayı ağızdan ağıza birbirinize aktarıp du­ruyordunuz, Hakkında kesin bilginiz yokken bunu kolay iş sanıp di­linize doladınız. Ama Allah katında çok çetin bir husustu. Onu işit­tiğiniz zaman bunu söylemek bile caiz olmaz, demeli değil miydi­niz de, tenzih ederiz bu büyük bir iftiradır deseydiniz ya. Eğer ina­nıp tasdik ediyorsanız böyle birşeye dönmeyi, Allah (c.c.) size kat'-iyyetle yasaklıyor. Allah (c.c.) size âyetlerini böyle açıklıyor. Allah (c.c.) Halim'dir ve Hakim'dir. Mü'minler içinde edebsizliğin yayıl­masını arzu edenler için muhakkak dünyada ve âhirette acıklı bir azab vardır. Allah (c.c.) bilir. Ama siz bilemezsiniz. Eğer Allah'ın üzerinizde fazl ve rahmeti olmasaydı... Ama gerçekten Allah Rauf ve Rahim'dir.[103]   



1434 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın