Uhud SavaşıUhud Savaşı
Savaşın Sebebi:
Bedir savaşında sağ kalan Kureyş ululan Bedir'de öldürülenlerin intikamını almayı kararlaştırdılar. Resûlullah (s.a.v.)'a karşı savaşmak üzere kuvvetli bir ordu hazırlamak için Ebû Süfyan'ın kervanından ve kervandaki mallardan yararlanmayı plânladılar. Bu konuda Kureyş sözbirliği etmişti. Ayrıca «Ehâfrş» denilen Arap kabileleri de kendilerine katıldı. Savaş sırasında müslümanlar onları kuşattığı vakit, erkeklerin bırakıp kaçmasını önlemek için kadınlardan da büyük bir kalabalığın yardımını istediler. Sayıları üç bin savaşçıya varan bir ordu ile Mekke'den hareket ettiler. Resûlullah (s.a.v.) bu haberi duyunca hemen ashâbıyla istişare etti. Onları, düşmanı karşılamak ve savaşmak için Medine'nin dışına çıkmakla, Medine'de kalmak arasında muhayyer bıraktı. Buna göre, eğer Kureyş ordusu Medine'ye girerse, orada savaşacaklardı. Müslümanların yaşlılarının bir kısmının fikri, Medine'den çıkmamaktı. Münafıkların başı Abdullah bin Ubey bin Selûl de bu görüşün sahiplerinden idi. Ancak Bedir'de savaşma şerefine eremenvş Sahâbe-i Kirâm'dan birçokları da ikinci bir görüş olarak şehrin dışına çıkmayı arzu ettiler ve onlar Resûlullah'a şöyle dediler: «Yâ Resûlâllah! Sen bizi düşmanlarımıza karşı çıkar ki, onlar bizim kendilerinden korkmadığımızı ve sinmediğimizi görsünler.» Bu görüşün sahipleri Resûluîlah'i kendi görüşlerine razı edinceye kadar onun yanından ayrılmadılar. Bunun 'üzerine, Resûlullah (s.a.v.î hemen hâ-ne-i şeriflerine girip zırhını g^ydi ve silâhını aldı. Resûlullah'a Medine'nin dışına çıkmak için ısrar eden kişiler, arzu etmediği şeyi ona zorla kabul ettirdiklerini zannederek yaptıklarına pişman oldular. Resûlullah (s.a.v.) çıkıp yanlarına gelince: «Yâ Resûlâllah, senin hoşlanmadığın şeyi biz sana ısrar ettik! Halbuki bu konuda bize herhangi bir şey düşmez. Sen istersen, Medine'de kal!» dediler. Resûlullah (s.a.v.) da: «Bir peygambere, zırhını giydikten sonra düşmanlarıyla savaşmadan onu çıkarıp yerine koyması yaraşmaz[29]» dedi. Sonra Resûlullah Cs.a.v.) ashabından bin kişilik bir orduyla Medine'den dışarı çıktı. Bu hareket hicretten iki yıl sekiz ay sonra, Şev-vâl'in yedinci günü Cumartesi olmuştu[30]. Hz. Peygamber'in ordusu Medine ile Uhud arasında bir yere gelince, münafıkların başı Abdullah bin Ubey bin Selûl kendi adamları ve taraftarlarıyla birlikte ordunun üçte biri kadar bir toplulukla ayrılıp; «O (Resûlullah'ı kasde-dlyor) re'y ve görüş sahibi olmayan delikanlıların sözünü dinledi de beni dinlemedi. Şuracıkta biz, kendimizi ne diye öldüreceğimizi bir türlü anlıyamadım?» diyerek geri döndü. Abdullah bin Haram onların arkasından yetişerek, «Allah'ı severseniz, Resûlullah'ı yardımsız bırakmayınız» diyerek yalvarıyor-du. Fakat Abdullah bin Ubey bin Selûl de, «Bllsek ki savaş olacak, mutlaka sizinle gelirdik» dedi. Buharı, Zeyd bin Sabit (r.a.)'den şunu naklediyor: Müslümanlar kendilerinden ayrılıp giden bu kişilerin durumu hakkında anlaşmazlığa düştüler. Bir grup, -onlarla savaşalım» derken, diğer bir grup da; «Bırakalım onları» diyordu. Bu konuda Ce-nâb-ı Hakk'ın şu kelâmı indi: -Siz hâlâ niçin münafıklar hakkında - Allah onları kazandıkları bunca günahlar yüzünden tepesi aşağı getirdiği halde - iki zümre (bölük) oluyorsunuz? Allah'ın saptırdığını siz mi doğru yola getirmek istiyorsunuz? Allah kimi saptı-rırsa, artık onun için hiçbir yol bulamazsın[31]». Sahâbe-i Kirâm'dan bazıları, yahudilerle aralarında yardımlaşma sözleşmesi bulunduğu için onlardan yardım istemeyi teklif ettiler. Resûlullah (s.av.) da: «Bir şirk ehlinden birine karşı diğer şirk ehlinden yardım isteyemeyiz[32]» buyurdu. Resûlullah ve Ashabı - yediyüz savaşıçyı aşmıyorlardı - Uhud'da Şı'b vadisinde karargâh kurdu. Müslümanlar Medine'yi karşılarına alarak arkalarını dağa verdiler. Resûlullah Cs.a.v.) müslüman-ların arkasındaki dağın tepesine elli kişilik bir okçu grubunu yerleştirdi ve onların başına Abdullah bin Cübeyr'i komutan ta'yin etti. Ayrıca onlara şöyle emir verdi: «Haydi kalkınız, şurada yerlerinizi alınız. Bizi arkamızdan koruyunuz! Düşmanı yendiğimizi görseniz de sakın, bize katılmayınız! Düşmanların bizi öldürdüklerini görseniz de, yine gelip bize yardımcı olmayınız[33]» dedi. Râfi bin Hadx Semûre bin Cündeb, Resûlullah ile beraber savaşa katılmaya ısrar ettiler. Halbuki, yaşları henüz onbeş idi. Resûlullah (s.a.v.î yaşlarının küçüklüğü sebebiyle onları kabul etmedi. Resûlullah'a: «Ey Allah'ın Elçisi! Râfi gerçekten bir okçudur» denilince, ona izin verdi. Bunun üzerine Semûre bin Cündeb tekrar Resûlullah'm yanına sokularak: «Vallahi ben Râfi'yi yenerim» dedi. Bu sefer Resûlullah (s.a.v.) ona da izin verdi. Resûlullah (s.a.v.) elinde tuttuğu kılıcını göstererek: «Bu kılıcı, hakkını vermek üzere kim alır?» diye sordu. Ebû Dücâne, Resûlullah'm yanına gelerek: «Onun hakkını vermek üzere ben alırım» dedi. Hz. Peygamber de kılıcı ona verdi. Ebû Dücâne kırmızı bir sarık çıkarıp başına sardı. Ölesiye savaşmayı istediği vakit, o böyle yapardı. Sonra saflar arasında çalımlı çalımlı yürümeye başladı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.): «Bu öyle bir yürüyüştür ki, Allah onu bu gibi yerlerin dışında sevmez[34]» buyurdu. Sonra Resûlullah (s.a.v.) sancak-ı şerifi Mus'ab bin Umeyr'e verdi. Müşriklerin sağ kanadına Halid bin Velid, sol kanadına ise, Ebû Cehü'in oğlu tkrime kumanda ediyordu. Artık insanlar savaşmaya ve birbirini öldürmeye başladılar. Savaş iyice kızışmıştı. Müslümanlar, müşriklerin bozulmaya başladıklarını anlıyorlardı. Müşriklerle karşı karşıya meydan okuyarak savaşanların başında Ebû Dücâne, Hamza bin Abdülmuttalib ve Mus'ab bin Umeyr (r.a.) gelmekteydi. Mus'ab bin Umeyr (r.a.), Resûlullah (s.a.v.) 'in önünde şehid edilince sancak-ı şerifi Ali bin Ebi Tâlib kaptı. Allah (c.c.) müslü-manlara yardımını gönderir göndermez, hemen müşriklerin saflarında yenilgi görüldü. Artık müşrikler hiçbir şeye bakamaz oldular ve kadınları «yazıklar olsun» diye bağrışmaya başladılar. Onların arkasından da, müslümanlar önlerine geleni kılıçtan geçiriyorlar, mallarını da yağma ediyorlardı. Bu durumu gören dağın tepesindeki nöbetçi okçular, aşağı inmeyi tartışmaya başladılar ve aralarında anlaşmazlık çıktı. Okçuların çoğu savaşın sona erdiğini zannederek, hemen aşağı indiler. Arkadaşlarıyla yerinde kalan Abdullah bin Cübeyr de Sahâbe-i Klrâm'dan beş kişi ile birlikte şehid oldu. îbn Hişâm'ın rivayetine göre, o beş kişinin sonuncusu Umâre bin Yezid bin Seken idi. O da Resûlullah'm önünde yaralanıp yere düşünceye kadar savaştı. Resûlullah (s.a.v.î, onun yere düşmesi üzerine: «Onu bana doğru yaklaştırınız» buyurarak, mübarek ayaklarım onun başına yastık yaptı. Yanağı Resûlullah'm ayağı üzerinde iken ruhunu teslim etti. Sonra savaş iki taraf arasında sakinleşti ve müşrikler savaş alanım bırakarak dağıldılar. Kazandıkları zaferle gururlandılar Müslümanlar şehidleri için feryâd ediyordu. Şehidlerin arasında, Hamza bin Abdülmuttalib, Yemân, Enes bin Nadr, Mus'ab bin Umeyr ve daha birçokları vardı. Hz. Peygamber (s.a.v.), amcasının şehid edilişine son derece üzüldü. Hz. Hamza'ya müsle yapılmıştı. Yâni karnı yarılmış, burnu ve kulakları kesilmişti. Resûlullah (s.a.v.) şe-h'dlerden iki kişiyi bir elbiseye koyuyor ve soruyordu: «Onların Kur'an'dan en çok ezbere bileni hangisi? Kendisine gösterileni daha önce kabre koyuyordu. Hz. Peygamber (s.a.v.): «Kıyamet günü bu kişilere şahidlik edecek benim» buyurdu. Onların üzerlerine cenaze namazı kılınmadan ve yıkanmadan kanlı elbiseleriyle defnedilmelerini emretti[35]. Yahudiler ve münafıklar müslümanlann başına gelenlere sevinçlerini göstermeye başladılar. Abdullah bin Ubey bin Selûl ve arkadaşları, müslümanlara: «Eğer siz beni dinleseydiniz, sizden öldürülen kişiler öldürül-mezdi» diyorlardı. Üzerinde vehme kapıldıkları zaferi ve Resûlullah ile ashabının arasını açmak için çeşitli yolları denemeye başladılar. Bunun üzerine Allahü Teâlâ, yahudilerin ve münafıkların uydurdukları yalan haberlerin asılsızlığını açıklamak, Uhud savaşında meydana gelen olayların hikmetini beyân etmek için Âl-i İm-rân süresindeki şu âyet-i kerimeleri indirdi. O âyetler: «Hani sen, mü'minleri savaş için duracakları yerlere yerleştirmek üzere erkenden evinden ve ailenden ayrılmıştın. Allah hakkıyla işiten, herşeyi bilendir» âyetiyle başlıyor, «Kendiler, evlerine oturup kardeşlerine: (Bize itaat etselerdi öldürülmezlerdi)» dediler. De ki, «Eğer doğru sözlü iseniz, ölümü kendinizden savın[36]» âyetiyle sona eriyor. Resûlullah (sa.v.) Cumartesi akşamı Uhud'dan geri döndü. As-hâbıyla birlikte geceyi Medine'de geçirdi. Müslümanlar da geceyi, yaralarını tedavi etmekle geçirdiler. Resûlullah (s.a.v.) Pazar günü sabah namazını kıldırınca Hz. Bılâl'e, bağırarak şöyle söylemesini emretti: «Resûlullah (s.a.v.) size düşmanı takib etmenizi ve dün savaşta bulunanların dışında kimsenin bizimle birlikte çıkmamasını emrediyor1» Hz. Peygamber (s.a.v.) henüz bağı çözülmemiş sancağını istedi. Onu Hz. Ali'ye verdi. Müslümanlar aralarında yaralılar ve düşkünler olduğu halde yola çıktılar. Ta, Hamrâu'l-Esed'e kadar gelip karargâhı kurdular Burası, Medine'ye on mil uzaklıktaki bir yerdi. Müslümanlar burada büyük büyük ateşler yaktılar. Ta uzak yerlerden görülsün ve sayılarının çok kalabalık olduğu sanılsın diye böyle yaptılar. Ma'bed bin Ma'bed el-Huzaî, - henüz o gün Huzaa müşriklerinden biri idi - yanlarından geçti. Sonra onlardan uzaklaşıp aşarak müşriklerin yanına geldi. Müşrikler Uhud'da kazandıkları başarının gururu, sevinci ve şamatası içinde idiler. Müslümanların işini bitirmek için tekrar Medine'ye dönmeyi müzakere ediyorlardı. Saf-van bin Ümeyye ise onları bundan vazgeçirmeye uğraşıyordu. Ebû Süfyan, Ma'bed'I görünce: «Ey Ma'bed! Geriden, geldiğin yerden ne haber var?» diye sordu. O da: «Yazık size! Muhammed ile ashabı, şimdiye kadar bir benzeri daha görülmemiş sayıda asker toplayıp peşinize çıktılar. Size olan kızgınlıklarından dolayı ateş püskürü-yorlar! Onlarda size karşı bir benzeri daha görülmemiş bir kızgınlık var!» dedi. Yüce Allah da bu sözlerle müşriklerin kalblerine büyük b'.r korku düşürdü. Onlar da hemen Mekke'nin yolunu tutarak, sür'atle kaçtılar. Resûlullah (s.a.v.), Hamrau'l-Esed'de pazartesi, salı ve çarşamba günlerini geçirip sonra Medine'ye döndü[37]. İbretler Ve Öğütler
Uhud savaşı her asırdaki müslümanlar için önemli dersleri ih tiva ediyor. Uhud savaşının, açıkladığımız şekil üzere vuku bulmasının hikmeti şudur: Orada müslümanlara, düşmanla yaptıkları savaşlarında, zafere nasıl ulaşılacağını, hezjmet ve dağılma tehlikelerinden nasıl korunulacağını öğreten pratik dersler veriliyor. Şimdi biz, bu büyük derslerin üzerinde durup sırayla düşünelim: 1- Yine burada Resûlullâh'ın kendisi için edindiği bir prensip ortaya çıkıyor. O da müşavere ve araştırmayı gerektiren her işte, ashâbıyla müşavereye başvurmasıdır. Fakat biz burada, Bedir Savaşı öncesinde vuku bulan müşaverede göremediğimiz ayrı bir özellik üzerinde duracağız. Hz. Peygamber (s.a.v.), Ashabın, görüşlerinden vazgeçip, pişman olmalarına ve uygun gördüğü takdirde Medine'de kalmasını rica etmelerine rağmen; savaş hazırlığını bitirip, zırhını giydikten sonra, düşmanı karşılamak için Medine dışına çıkmadan geri dönme fikrine katılmadığını gördük. Halbuki Resûlullah (s.a.v.) müşavere ânında Medine'de kalma fikrine meylediyordu ve öyle görünüyordu. Bundaki açık hikmet, belki de; savaş için gerekli hazırlığı yaptıktan ve Resûlullah silâhını alıp zırhını giymiş bir vaziyette, ashabının ve kavminin içinde göründükten sonra, artık iş; yeniden münakaşa etmenin, istişare ölçülerini aştığını gösteriyordu. Özellikle de, müşavereyle birlikte, o kadar büyük bir sebat isteyen savaş kararlarında, yine savaş için gerekli hazırlığı yaparak onların yanına çıktıktan sonra Resûlullah'ın, Medine dışına çıkmayı' ertelemesinden, bir irade zaafı ve bocalama anlamı çıkacaktı. Bu ise çok kere anlamsız korku ve endişeden kaynaklanıyor. Bunun i.in, Hz. Peygamber (s.a.v.) kavminin şamatasına ve kendi aralarındaki ithamlara aldırmaksızın kesin tutumunu belirten bir ifade ile onların sözüne: «Bir peygambere zırhını giydikten sonra düşmanlarıyla savaşmadan onu çıkarıp yerine koyması yaraşmaz[38] diye cevab verdi... 2- Bu savaşta münafıkların hali iyice açığa çıkmıştı. Bu da tabiîdir. Hani bu savaş, birçok gaye ve hikmetleri ihtiva etmektedir. En önemlilerinden biri de mü'minleri, aralarına katılmış bulunan münafıklardan arındırmaktır. Bunun arkasında da müslüman-lar için büyült faydalar vardır. Nitekim sonunda durum onların yararına tecelli etmişti. Abdullah bin Ubey bin Selûl'ün, Medine'den çıktıktan sonra üç-yüz kişilik taraftarıyla birlikte, Resûlullah ve ashabından nasıl ayrılıp gittiğini görmüştük. Kendi itirafına göre bunun zahirdeki sebebi; Resûlullah (s.a.v.)'in, yalnızca toy delikanlıların görüşünü alıp, kendi gibi yaşlılardan, düşünce ve kanaat sahibi kişilerin görüşünü almayışıdır. Ancak için hakikatında kendisinin, mü'minlerin yanında savaşmayı istememesi var. Çünkü o kendisini, tehlikeli ve meçhul işlere atmayı arzu etmiyor... Münafıkların en bariz özelliklerinden biri de işte bu: İslâm'ın helâl kıldığı ganimetleri almayı ama, bu uğurdaki zarar ve yorgunluklardan uzak durmayı isterler!... Onların islâm'dan beklediği yalnızca iki şeyden birisidir: Bekledikleri ganimeti almak, çekindikleri zorluk ve meşakkattan kaçmak. 3- Hz. Peygamber (s.a.v.), bu savaşta müslümanların sayısının azlığına rağmen, gayr-i müsümlerden yardım istemeye razı olmadı. İbn Sa'd'ın Tabakat'ındaki rivayetine göre, Resûlullah (s.a. v.) şöyle buyurmuştur: «Ehl-i şirkten birine karşı, diğer ehl-i şirkten yardım istemeyiz[39]». Müslim de şu hadîsi rivayet etmiştir: Resûlnilullah ts.a.v.) Bedir günü, kendisiyle birlikte savaşmak için arkasından gelen bir adama: «Sen Allah'a inanıyor musun?» diye sordu. O da: «Hayır», deyince, Resûlullah (s.a.v.) : «Öyle ise hemen geri dön. Ben ebediyyen bir müşrikten yardım istemem» buyurdu. Ulemadan büyük bir çoğunluk, buna binâen, savaşta kâfirlerden yardım istemenin caiz olmadığı görüşünü benimsemişlerdir. Bu hususta Imâm-ı Şafii, bir ayırım yaparak şöyle demiştir: «Devlet başkanı, kâfirin müslümanlar hakkında iyi niyetli ve emanet sahibi olduğuna kanaat getirirse ve o andaki ihtiyaç kâfirden yardım istemeyi de gerekli kılıyorsa, yardım istenebilir. Aksi halde olmaz'». Bu görüşün bütün deliller ve kaidelerle ittifak halinde olduğu muhtemeldir. Zira Hz. Peygamber'in Huneyn günü, Safvan bin Ümey-ye'nin yardımını kabul ettiği rivayet edilmiştir. Bu duruma göre, bu mes'ele, siyaset-i şer'iyye diye isimlendirilen şeyler çerçevesine girmektedir. Resûlullah'ın Bedir ve Uhud'da yaptığıyla Huneyn'de yaptığının arasındaki farkı, inşâallah münasip yerinde açıklayacağız. 4- Üzerinde düşünmeye değer hususlardan biri de Semûre bin Cündeb ile Râfi bin Hâdic'in durumlarıdır. Halbuki her ikisi de henüz onbeş yaşlarım aşmamış çocuklardı. Savaşa katılmak için, kendilerine izin vermesi için nasıl da gelip Resûlullah'a yalvarıyorlar. Hangi savaşa? Ölümün kol gezdiği savaşa. Taraflar arasında muvazenenin bulunmadığı bir savaşa. Müslümanların sayıları yediyü-zü ğeçmiyorken kâfirlerin üç bin kişiyi aşan bir güce sahip olduğu savaşa... Hakikaten, İslâm'a fikri saldırıda bulunanların bazısı bu gibi olaylar üzerinde dururken-, Arapların ardı arkası kesilmeyen harb-lerin gölgesinde yaşayan bir millet, yâni savaş ortamında gelişmiş, varlığını sürdürmüş millet olduklarını sanmış; bunun için de o savaşlara, onlara göre korkudan uzak ve bütünüyle benimsenen bir durum olarak bakmışlardır. Bu son derece garib bir görüştür. Şübhe yok ki bu tahlili yapan kişiler; bu sözleri söylerken, hayret verici bir ısrar içinde-, Abdullah bin Ubey bin Selûl ve arkadaşlarından üçyüz kişinin, sırf rahatları ve savaşın doğuracağı tehlikelerden uzak kalmak niyeti, yâni korkudan ötürü geri döndüklerini görmezlikten geliyorlar!.. Ve yine bu tahlilin sahipleri: yaz sıcağının ortasında Medine'nin gölgesini, meyvalarını ve sularını tatmak isteyen, «bu sıcakta savaşa çıkmayınız!» diyerek, Resûlullah'ın savaşa çıkma çağrısından yüz çeviren bu münafıkların savaştan kaçışlarını da görmezler. Müşriklerin sayılan kabarık, müslümanla-rın sayıları az ve kalblerine de korku düşmüş olduğu halde, Bedir savaşında müşriklerin yenilgilerini de görmemezlikten gelirler... Halbuki müşrikler de savaşların gölgesinde doğmuş, o çilelerle bes-lenmş ve onların zorluklarını küçümsemiş olması gereken aynı Arap soyundan idiler. Apaçık bir olayın vereceği hükmü kabulîenmcyip kaçırmak, insaflı bir kişi için oldukça zordur. Şöyle ki: Bu gibi çocukların, ölümün üzerine doğru koşmalarındaki sır, yalnızca kalbe kök salmış, üzerine de şiddetli bir peygamber sevgisi yerleşmiş yüce bir iman duygusudur. Bu iman ve bu sevgi' nerede bulunursa; böyle yiğitlik ve ölümün üzerine yürüme, orada kendini gösterir. Nerede, kalb-deki muhabbet azalır, iman da zayıflarsa; hemen orada atılganlık tembelliğe ve çekingenliğe, ölümün üzerine doğru yürüme de, korku ve ürkekliğe dönüşür... 5- Resûlullah'ın, ashabının saflarını düzene korken, onlara savaş vaziyeti aldırırken, müslümanların arkalarına gerekli muhafızları yerleştirirken ve okçulara savaş meydanındaki arkadaşlarının durumunu nasıl görürlerse görsünler; kendisinden bir emir almadıkça kesinlikle yerlerini terketmemelerini emrederkenki halini düşünerek diyoruz ki; bâris bir hakikat ortaya çıkar ve arkasından da diğer birçok önemli olaylar aydınlığa kavuşur! O bariz hakikat, onun savaş ânında gösterdiği askeri meha-retidir. Resûlullah (s.a.v.) savaş plânlarını ve taktiğini tensipte, kurmaylıkta önde gelmektedir. Şübhesiz ki Allahü Teâlâ onu bu sahada nâdir bir dehâ ile mücehhez kılmıştır Fakat biz diyoruz ki, bu dehâ ve meharet, ancak onun semavî risâlet ve nübüvvetinin arkasından gelir. Resûlullah'ın savaş tekniğinde ve diğer hususlarda mahir ve dâhi olmasını gerekli kılan şey, Nübüvvet ve Risâlet merkezidir. Nitekim aynı merkez onun her türlü zelle ve sapmadan uzak ve masum olmasını gerekli kılmıştı. Biz bu hususu bu kitabın birinci bölümünde açıkladık. Artık tekrarına gerek yoktur. Resûlullah (s.a.v.)'in özel olarak okçular için, genel olarak da ashabı için yaptığı şu güzel tavsiyelerin arasından çıkacak bir ibret de, okçuların bir kısmının Resûlullah'm direktiflerinden çıkmaları sonucu tahakkuk eden sonuçta görülür. Sanki Resûlullah (s. a.v.), daha sonra meydana gelecek olan bu olayın perde arkasını, Nübüvvet feraseti veya Allah'tan gelen bir vahiyle görmüştü de, birtakım tavsiye ve emirlerle onu izhâr ediyordu. Sanki Hz. Peygamber, ashâbıyla birlikte nefişlerindeki düşmana, nefislerinin arzularına veya nefislerinde bulunan ganimet ve mal isteğine karşı canlı bir manevra veriyordu. Neticesi ne olursa olsun, bu manevra büyük bir fayda ifade ediyor. Bazan menfî bir netice müsbet neticeden daha fazla yarar sağlıyor... 6- Hakkını vermek üzere, Resûlullah'm elinden kılıcı alan Ebû Dücâne, saflar arasında çalımlı çalımlı dolaşıyordu. Resûlullah (s.a.v.) onun bu halini ayıplayıp yasaklamadı. Ancak şöyle buyurdu: *Bu öyle,bir yürüyüştür ki, Allah bu gibi yerlerin dışında ondan hoşlanmaz», fiu hadis-i şerif, basit hallerde haram kılman kibirli davranışların, savaş halinde haramlığmın ortadan kalktığına delâlet ediyor. Bir müslümanın yeryüzünde kibirlenerek, çalım atarak yürümesi, yasaklanan davranışlardandır. Fakat bu davranış savaş alanında haram değil, güzel bir iştir. Evleri veya kapları ve bardak bibi şeyleri, altm ya da gümüşle süslemek gibi haram kılınan kibirli davranışlardandır. Ancak savaş âletlerini ve silâhları gümüşle süslemek yasak değildir. Buradaki kibirli davranış, ancak hakikatta düşmanlara karşı İslâm'ın şerefiyle övünmektir. Zaten bu, müslümanlarca önemini yitirmemesi gereken nefisle savaşın mânâsını ifade eder. 7- İyi düşününce müslümanlarla düşmanları arasında devam eden bu savaşın iki devrede sürdüğünü görürüz. Birinci Devre: Bu bölümde müslümanlar yerlerine ve komutanlarından aldıkları emirlere sahip çıktılar. O halde bunun semeresi ne olmuştur? Olan şu: Müslümanlar zafere doğru ilerlerken müşriklerin saflarında hezimet belirdi. Üçbin kişinin kalbini korku sarınca, hemen yerlerini terkedip, arkalarına dönüp kaçmaya başladılar. Şu âyet-i kerime işte bunu açıklar: «An d olsun ki Allah size verdiği sözde durdu. O'nun izniyle kâfirleri kmp biçiyordunuz,..[40]». İkinci Devre: Bu devrede de müslümanlar, yakaladıkları düşmanların işini bitirmek, bırakılan eşyaları ve malları ganimet olarak almak için müşriklerin arkasından koşmaya başladılar, işte o zaman okçular üstlendikleri dağın tepesinden; arkadaşlarının, kaçmaya yeltenen düşmanlarına, kılıç çalmak yerine silâhlarını bırakıp mal ve ganimet peşine düştüklerini gördüler. Bu sefer okçuların bir kısmı ganimet almak için savaş alanındaki arkadaşlarına katılmak istediler... Bu İstek onları şöyle düşündürdü: Demek ki, Resûlullah'tan aldıklan emirler sona ermiş. Bu anlayışla da, onlar yerlerini terketmek için Resûlullah'tan izin gelmesini bekleme ihtiyacım duymadan, tepeden inmeye karar verdiler. Bu onların bir içtihadıydı. Başlarındaki komutan Abdullah bin Cübeyr ile birkaç arkadaşı onların bu içtihadına karşı çıktı. Fakat bu içtihadın sahipleri inip ganimet almak için arkadaşlarına katılmaya gittiler. Peki, bunun neticesi ne oldu? Müşriklerin kalblerlni saran bu korku, yeni bir atılıma dönüştü. Kaçmak üzere olan Halid bin Velid de; birdenbire hile ve tuzak yolları açılınca, düşünerek etrafına baktı. Daha önce tahkim edilmiş olan tepeyi muhafızlardan ve nöbetçilerden boşalmış buldu. Kafasında aniden askeri bir fikir şimşek gibi parladı. Yanındaki müşrik askerlerle birlikte dağın arkasını dolaşır dolaşmaz, aşağıya in-meyip tepede kalanları hemen şehid ettiler. Müslümanları arkalarından ok atarak bozguna uğrattılar!.. Gördüğünüz gibi, bu sefer de korku müslümanların gönlünü kuşatmaya başladı. Şu âyet-i kerîme de savaşın bu bölümüne işaret etmektedir: «Andolsun ki Allah size arzuladığınız zaferi gösterdikten sonra gevşeyip, bu hususta çekiştiniz ve isyan ettiniz. Sizden kimi dünyayı, kimi âhireti istiyordu. Derken denemek için Allah sizi geri çevirip bozguna uğrattı. Andolsun ki Allah sizi bağışladı. Allah'ın inananlara ni'meti boldur[41]». Bakınız, bu hatânın vebali ne kadar büyük, neticesi de ne kadar genel oldu: islâm ordusunda az sayıdaki kişilerin hatâsı, hepsinin başına ne kötü bir akıbet getirdi. Hattâ o vebalin neticesinden, Resûlullah (s.a.v.) bile kurtulamadı... Kâinatta Allah'ın kanunu budur. Bu ordunun içinde Resûlullah'ın bulunması bile, o kanunun işlemesine engel olamadı. Halbuki Resûlullah (s.a.v.) yaratıklar içinde, Allah'ın en çok sevdiği varlıktır. Bu okçuların hatâları ile bugün hususi ve umumi hayatımızın çeşitli yönlerinde etkili, müslümanların muhtelif hatâları arasındaki ilgiyi düşününüz. Bir de Allah'ın müslü-manlara olan sonsuz lütfunu düşününüz ki Allah, iyiliği emretmek, kötülükten vazgeçirmek ödevini edâ etmedikleri, tek fikirde birleş-medikleri, elleriyle kazandıkları cezayı hakettikleri halde, müslü-manları cezalandırmıyor. Bu hususu düşündüğümüz takdirde, bazılarının : «Bu gün Müslüman milletlerin diğer emperyalist devletler karşısında mağlûb bir şekilde yaşamalarının hikmeti nedir? Halbuki bunlar Müslüman, öbürleri kâfir ya!..» sorusuna karşılık verilerek cevabı anlaşılmış olur. 8- Bu savaşta, Resûlullah'ın birçok eziyetlere uğradığını, başının yaralandığını, kesici dişinin kırıldığını, kanın yüzünde iz yaparak aşağıya doğru aktığını ve birçok meşakkatlere düştüğünü görmüştük. Bunların her biri, müslümanların, komutanlarının emirlerinin dışına çıkmalarından dolayı meydana gelen hatânın sonuçlarından birer parçadır. Fakat Müslüman ordunun saflarında Re-sûlullah'ın öldürüldüğü haberinin yayılmasındaki hikmet nedir? Cevab: Müslümanların Resûlullah'a ve onun kendi aralarında bulunmasına olan düşkünlükleri, kendileri için bir kuvvet kaynağıydı. Öyle ki onlar, Resûlullah'ın ayrılığını bile tasavvur edemiyor-lardı ve ondan sonra kendileri için bağlanacak bir kudreti akıllarından bile geç irem iyorlardı. Böyle olunca da Resûlullah'ın vefat işi, onlar için akla gelmeyen birşeydi. Sanki onlar, akıllarından bu-'nun hesabını siliyorlardı. Şübhesiz ki onlar, Resûlullah'ın gerçek ölüm haberi ile, bu uykularından uyanmış olsalardı, elbette ki bu haber onların yüreklerini hoplatır, inanç dünyalarını sarsıntıya uğratır ve birçoklarının gönlünde onun yüceliğini yıkardı. Bu savaştaki büyük askeri dersler arasında bir de bu yalan haberin yayılması, müslümanların inanç ve iradesini deneme olması bakımından insanı dehşete düşüren bir hikmet ifade eder. Çünkü bu müslümanların tâ baştan beri nefislerini alıştırmaları gereken bir konuda denenmesidir. Yâni Resûlullah aralarından çekilince, tabanları üzerine geri dönmemelerinin gerektiği ilkesidir bu. Bu gerçeğe alışıp ulaşsınlar böylece... Müslümanların çoğunun, Resûlullah'ın öldüğü şeklindeki haberi duyunca gösterdikleri yılgınlık ve şaşkınlığı açıklamak için de şu âyet-i kerime nazil olmuştu: «Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce daha nice peygamberler gelip geçmişti. Şimdi o, eceliyle ölür veya öldürülür-se, siz ökçelerinizin üzerine gerisin geri mi döneceksiniz? Kim böyle ökçeleri üzerinde arkaya dönerse, elbette Allah'a hiçbir şeyle zarar vermiş olamaz. Allah şükredenleri mükâfatİandıracaktır[42] Resûlullah, fiili olarak Refik-i A'lâ'ya kavuştuğu gün bu dersin müsbet neticesi ortaya çıkmıştı. Şu Uhud şayiası hakkında inen Kuran âyeti ile birlikte, müslümanları uyandırmış ve onların dikkatini asıl hakikata çekmişti. Müslümanlar bu şuura ererek, üzüntülü kalbleriyle, Resûlullah'ı ebedî yolculuğa uğurladılar. Sonra, kendilerine bırakılan emânete döndüler: O emânet, Allah uğrunda cihad ve İslâm'a da'vettir. Müslümanlar inançlarında daha güçlü, Allah'a olan tevekküllerinde ve akidelerinde daha sağlam bir bağlılıkla cihad ve da'vet emânetini yerine getirdiler. 9- Ölümün, Resûlullah'ın ashabı üzerine üşüştüğünü düşünelim. Bu durumda onlar Resûlullah'ın etrafına kümelenmiş müşriklerin oklarına ve darbelerine karşılık kendi vücutlarıyla onu koruyorlar. Ok yağmurunun altında birinin ardından diğerine iş düşüyor. Halbuki onlar bu durumda büyük bir neş'e içinde ve Resûlullah'ın hayatını korumaya çok istekli bir halde idiler. Bunun dışında hiçbir şeye aldırmıyorlar... Bu hayret verici fedakârlığın kaynağı nedir? Şübhesiz ki onun kaynağı, önce Allah'a ve Resûlü'ne iman, ikinci olarak da Resûlullah sevgisidir. Bunların her ikisi birlikte, bu eşsiz ve hayret verici fedakârlığın sebebidir. Müslüman ikisine birlikte muhtaçtır. Bir müslümanın kalbi, Allah ve Peygamber sevgisi ile dolmadıkça, inanılması gerekene iman ettiğini iddia etmesi yeterli değildir. Bunun için Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: «Hiçbiriniz, ben kendisine, babasından, evlâdından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça, hakkıyla iman etmiş olmaz[43]-. Bu demektir ki, Allahti Teâlâ insanda aklı ve kalbi yaratmıştır ki, birincisiyle düşünsün ve inanılması gereken hususlara iman etsin. İkincisini de Allah'ın sevmesini emrettiklerini sevmekte, buğ-zedilmesini emrettiklerine buğzetmekte kullansın. Kalb, Allah, peygamber ve sâlih kullan sevmekle meşgul olmazsa, mutlaka şehvet, heva, heves ve haramların sevgisi ile dolacaktır Kalb, şehvet, heva ve heves ile dolup taştığı takdirde de; itikadın tek başına sahibini bu tür fedakârlıklara sevketmesi çok uzaktır. Bu hakikat ahlâk ve terbiye âlimlerinin kabul ettiği asıl gerçeklerdendir. Aklın reddedemiyeceği tecrübeler bunu göstermektedir. Bu konuda Jan Jack Rousseau'nun «Emil» adındaki kitabında söylediklerine bakalım: Faziletleri yalnızca aklın üzerine kurma isteği hakkında çok söz söylendi ve tekrar edildi. Onun için de (yâni akıl için) sağlam bir esas gerekmektedir. Bu hangi esas olacak? Söyledikleri gibi fazilet nizamın tâ kendisidir. Nizama inanmak, benim hususi mutluluğumu kuşatmaya yetecek mi? Bu savunulan esas, kelimelerle oynamaktan başka birşey değildir. Bu duruma göre fazilet, çeşitli şekillerle nizam sevgisinin tâ kendisidir[44]». Bu gerçekten dolayı Amerika Birleşik Devletleri Hükümeti 1933 yılında toplantı salonlarında ve kulüplerde içkiyi, içkinin alını-satı-mınm yasaklandığını ilân etti ise de, faydasını kabul edip inandığı bu şeyi gerçekleştirmeye gücü yetmedi. Çünkü kısa bir müddet geçmemişti ki, kanun yapıcıları izlerinin üzerine geri döndüler. Yasaklama üzüntüsünden dolayı sendeleyerek vazgeçtiler. Koydukları kanunu yürürlükten kaldırınca, yeniden kadehlerini bir yudumda boşaltmaya başladılar. Halbuki Resûlullah'ın ashabı (belki onJar bugünkü Amerikalılara nisbetle, fayda ve zararları bilme, medeniyet ve kültür yönünden daha zayıf yetişmişlerdi) yalnızca Allah'ın kendilerine içkiden vazgeçmeleri hususundaki emrini duymakla yetinmişlerdi. Onlar hemen kadehlerini kırıp, şarap fıçılarını etrafa döktüler ve sesleri «Vazgeçtik yâ Rabbi, vazgeçtik» diye yükseldi. Bu iki olay, iki şekil arasındaki fark şudur: Onların kalbine iman iyice yerleşmiştir. Böyle olunca da kalbin arzusu Allah'ın emrine ve hükümlerine tâbi olmuştur. Bu sevgidir. Resûlullah'ın ashabının kalbine kök salmış olan bu arzu, onlara, göğüslerini Resûlullah'a siper ettiriyor. Ve onun hayatını koruma uğrunda ölümle kucak kucağa getiriyor onları. Uhud savaşında bu muhabbetin eseri olarak ortaya çıkan nice eşsiz sahneler vardır. Çünkü bu, muhabbet sahibinin kalbini iyice kaplamıştır artık... İbn Hişâm şunu nakleder: Uhud günü Resûlullah (s.a.v.) ashabına-. «Sa'd bin Rebi'nin ne yaptığını-, onun canlılar arasında mı, yoksa ölüler arasında mı bulunduğunu görüp, bana kim haber getirir?» diye sordu. Ensâr'dan bir zât: «Yâ Resûlâllah! Ben Sa'd'm ne yaptığını görüp, sana bir haber getireyim» dedi. Ensâri sağa sola bakındı. Bir de ne görsün, Sa'd yaralı olarak, ölüler arasında henüz ruhunu teslim etmemiş... Ensâri ona: «Resûlullah senin sağlar arasında mı, yoksa ölüler arasında mı bulunduğunu görüp kendisine haber götürmemi bana emretti» .dedi. Bunun üzerine Sa'd: «Ben artık ölüler arasındayım! Resûlullah'a selâmımı ilet ve de ki: Sa'd bin Rebi': Senin için-, ümmetlerini doğru yola kılavuzlayan peygamberlerin alacakları mükâfatların en hayırlısı ile Allah seni bizden dolayı mükâfatlandırsın» diyor. Kavmine de selâmımı ilet ve de ki: «Sa'd bin Rebi', vallahi gözleriniz kımıldarken Peygamber Aleyhisselâm'ı düşmanlardan korumazsınız da, ona bir musibet erişirse; sizin için Allah katında ileri sürülebilecek hiçbir mazeret yoktur» diyor. Ensârî: «Ben onun yanından henüz ayrılmamıştım ki o ruhunu teslim etti» dedi. tddia ediyorum ki; şu asrımızda müslümanları, şehvetlerinden ve enâniyetlerinden birazcık uzaklaştıracak olan bu gibi muhabbet onların gönüllerini doldurduğu ve ruhlarını kapladığı gün, onlar yeniden başka bir halk olurlar. Ve ölümün pençesinden kurtulmaya yönelebilirler. Önlerinde ne kadar yokuş ve engel olursa olsun, düşmanlarını bozguna uğratabilirler!.. «Bu muhabbetin yolu nedir?» diye sorulduğu zaman bilmeli ki, onun yolu zikri çoğaltmak, Resûlullah'a salâvatları arttırmak, Allah'ın sana olan ni'metleri ve bereketi hususunda düşünmek ve tefekküre dalmak, bir de Resûlullah'ın siyretini, ahlâkını ve yaşayışını öğrenip, benimsemektir. Ama bunların hepsi; huzur ve huşu içinde, ibâdetleri dosdoğru yaptıktan ve her saniye kendini Allah'a ve ibâdete adadıktan sonradır. 10- Buhari'nin rivayetinde, Hz. Peygamber'in, şehidlerin üzerine namaz kılmadığı halde, kanlarıyla gömülmesini emrettiği ve iki kişiyi bir kabre koyduğunu görmüştük. Ulema bundan, cîhad hengâmesinde şehid düşen kişinin yıkanmayacağı, üzerine namaz kılınmayacağı, bilâkis kanıyla gömüleceği hükmünü çıkarmışlardır, tmam Şafiî (r.a.) bu hususta şöyle der: «Resûlullah'ın Uhud şehidleri üzerine namaz kılmadığı mütevatir yollardan birçok hadîste geçmiştir. Ama Resûlullah'ın, onlardan onar kişilik gruplar halinde, üzerlerine namaz kıldığı ve her defasında Hz. Hamza'nm da içinde bulunduğu, sonunda onun üzerine yetmiş kere namaz kılmış olduğu ifadesiyle rivayet edilen hadîs zayıftır ve hatâdır[45]». Nitekim ulema, yine bunu zaruret ânında birden fazla kişilerin bir kabre konmasının caiz olduğu, zaruret yoksa caiz olmadığı yönünde delil kabul etmişlerdir. 11- Resûlullah'ın, ashâbıyla birlikte Medine'ye döner dönmez tekrar düşmanı takib etmek için Medine'den çıkmaya kalkışmasını düşündüğümüz vakit, Uhud savaşının tam bir açıklıkla bize vereceği ders ortaya çıkar. Savaşın müsbet ve menfî neticeleri bizim için aydınlanmış olur. Ve yine zaferin ancak sabırla, mükemmel gayeyi hedef edinmekle elde edileceği gerçeği de şübheye imkân kılmayacak ekilde açığa çıkar: Resûlullah Cs.a.v.), daha -dün savaşta kendisiyle birlikte bulunanlara; yara aldıkları, acılar ve yaralarla bitkin hale geldikleri, sonra henüz evlerinde dinlenmemiş, kendi haline ve vücuduna ba-kamamış oldukları halde; toplanıp düşmanı takib etmeden onların dağılmasına izin vermeyecekti. Onlar bu vaziyette iken hemen Re-sûlullah'ın ardına düşüp, henüz kafalarında zafer sarhoşluğunun ateşi yanan müşrikleri takibe çıktılar. Tabiî ki bu sefer aralarında ganimet veya dünyevî bir maksad taşıyan kişiler bulunmam aktaydi... Ancak onlar Allah yolunda şehid olma veya zaıerie kavuşma arzusunu taşıyorlardı. Ve onlar bunun yanında, kanadan ve acı veren yaralarını düşünmüyorlardı bile... Bunun neticesi ne oldu? Ne başarı sarhoşluğu, ne de galibiyet zevki hasımların! ezmek için müşriklerin kalblerini bütünleştirdi, ne de müslümatılörı, yaralarının izdırabı, kahramanlıktan ve zafer arzusundan vazgeçmeye iletebildi.... Bu nasıl oldu? Bu, müslümanlara ders ve ibret olacak mucize ve hârika ile gerçekleşti. Yâni; müşriklerin kalbine aniden bir korku düştü. Uzaktan müslümanları görmüş olan dostlarından birinin onlara haber verdiği gibi; müşrikler, Hz. Muhammed'in arkadaşlarının, bu defa ölümü göze alarak gelmiş olduklarını tasavvur ettiler. Bu korku ve tasavvur üzerine, Medine'ye doğru yönlerini çevirmiş iken izlerinin üzerine geri döndüler ve artık sağa sola bakmaksızın seri bir şekilde Mekke'ye doğru gittiler. Müslümanlardan dolayı müşriklerin kalbine bu garip korku nasıl düşmüştü? Halbuki birkaç saat önce müslümanlar silâhlarım ellerinden bırakmışlardı ve onların şevketi kırılmıştı. Bu durumu, savaştan dolayı müslümanlara güzel bir ders veren ilâhî iradeye havale etmek gerekir. Bu ders, hem müsbet, hem de menfi yönü, her ikisini birden, bir anda biraraya getirdi. Cenâb-ı Hakk'ın şu kavli, Uhud dersini tamamlayan o son an hakkında indi: «Yara aldıktan sonra yine Allah ve Resûlü'nün da'-vetine uyanlar, iyilik yapıp takva ile davrananlar için büyük mükâfat vardır. Bir kısım insanlar mü'minlere, düşmanlarınız size karşı toplandılar, aman sakının dediklerinde, bu onların imanlarım bir kat daha arttırmıştı. Allah en iyi vekildir ve bize y.eter, dediler. Bunun üzerine kendilerine hiçbir fenalık dokunmadan Allah'ın ni'-met ve keremiyle geri döndüler. O'nun rızâsına uymuş oldular. Allah büyüktür, kerem sahibidir[46]». |
1646 kez okundu |
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |