• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/ali.gulhan.58
  • https://www.twitter.com/ali69gulhan
ali gulhan

Müslümanlar Arasında Kardeşlik

Müslümanlar Arasında Kardeşlik

 

Resûlullah (s.a.v.) ashabı arasında; Ensâr ile Muhacirleri hak ve eşitlik esasına göre, birbiriyle kardeş ilân etti. islâm kardeşliği­nin akrabalık bağından daha kuvvetli olması sebebiyle, öldükten son­ra, birbirlerine mirasçı olmak üzere; aralarında kardeşlik kurdu. Ca'fer bin Ebû Tâlib'i, Muâz bin Cebel'e; Hamza bin Abdülmuttalib'i, Zeyd bin Hârisey'ye; Ebû Bekir es-Sıddîk'ı Harise bin Züheyr'e; Ömer bin el-Hattâb'ı, Utbân bin Mâlik'e; Abdurrahman bin Avf'ı da, Sa'd bin er-Rebi'ye kardeş yaptı[11].

Resûlullah (s.a.v.) arkadaşları arasında; daha sonra da görece­ğimiz gibi, din kardeşliğini, özel bir dostluk ve kardeşlik bağı ile per­çinledi.

Bu kardeşlik birtakım maddi esaslar üzerine kurulmuştu. Bir­birlerine mirasçı olmaları hükmü, bu maddî esasların bir yönüdür. Bu kardeşlik sözleşmeleri, Bedir savaşında, akrabalık hukuku ge­linceye kadar devam etti. Çünkü Bedir savaşının ardından Cenâb-ı Hakk'ın şu, ilâhî hitabına göre, «Akrabalar birbirlerine (vâris) ol­maya daha uygundur. Çünkü Allah herşeyi hakkıyla bilendir[12]». Bu âyet-i kerime kendinden önceki hükmü ortadan kaldırdı. Böy­lece mirastaki islâm kardeşliği bağı kesilmiş oldu ve bu hususta her insan kendi nesebine ve akrabasına rücû' etti. Bu duruma göre tüm mü'minler kardeş oldu.

Buhârİ, îbn Abbas'tan şunu nakleder: «Ibn Abbas dedi ki; mu­hacirler, Medine'ye geldikleri vakit bir Muhacir bir Ensârî'ye kan akrabalığı olmaksızın Resûlullah onları birbirine kardeş yaptığı için mirasçı oluyordu. Cenâb-ı Hakk'm şu «Allah'ın sizi birbirinizden üs­tün kıldığı şeyleri hasretle arzu etmeyin. Erkeklerin de kazandık­larından nasibleri var, kadınların da kazandıklarından nasibleri var, Allah'tan onun lûtfunu isteyin, şübhesiz Allah herşeyi bilmektedir[13]» âyeti inince bu hüküm neshedildi. Böylece din kardeşliğine dayalı miras hükmü kendiliğinden ortadan kalkmış oldu. [14]

 

İbretler Ve İşaretler

 

Resûlullah (s.a.v.)'ın İslâm devletini ve îslâmi toplumu kurma /r-lunda dayandığı ikinci esas da budur. Bu esasın önemi, aşağıdaki şekillerde görülüyor.

1- Hakikaten, herhangi bir devletin kurulması ve kalkınması ancak, milli bütünlük ve millî beraberlik esasına dayanmakla müm­kün olur. Birlik ve beraberliğin; karşılıklı sevgi, kardeşlik ve yar­dımlaşma faktörünün dışında başka bırşeyle gerçekleşmesi müm­kün değildir. Aralarında hakiki kardeş ve sevgi bağı ile birbirine bağlanmamış olan herhangi bir topluluğun, bir prensip etrafında birlik oluşturmaları mümkün değildir. Bir millette veya toplulukta birlik, gerçek olarak kaim olmadığı sürece de o topluluktan bir dev­letin vücud bulması mümkün olmaz...

Yine kardeşliğin, kendisine imân etmekle ve üzerinde anlaş­makla tamamlandığı bir akideye bağlı olması gerekli olduğuna gö­re; her biri bir fikre veya biri diğerine muhalif bir akideye inanan iki şahıs arasındaki kardeşlik hayal ve vehimden ibarettir. Hele özel­likle, fikir veya akide sahibini pratik hayatta muayyen bir yola sev-keden şeylerden olursa!..

Bunun için Resûlullah (s.a.v.), kendi 'ashabının gönülleri üze­rinde birleştiği kardeşlik esasım, Allah katından getirdiği islâm aki­desi üzerinde kurdu. İnsanı Allah önünde topluca secdeye sevke-den bu akide, insanlar arasında da takva ve amel-i sâlih dışında hiç­bir derecelendirme ve fark gözetmemiştir. Çünkü değişik fikir ve inançlara sahip fertlerden oluşan topluluklarda; cömertliğin, yardımlaşmanın ve kardeşliğin baş tacı edilmesi, beklenen şeylerden değil­dir. Öyle toplumlarda insanların hepsi, kendi nefsinin, kendi kabi­lesinin ve kendi benliğinin esiri olur.

2- Şübhesiz ki bir cemaat, dağınık ve birbiriyle alâkası olma­yan insanların oluşturduğu topluluktan yalnızca birşeyle ayrılır. O da, bu cemaatın fertleri arasında ve hayatın bütün bölümleriyle ku­rumlarında yardımlaşma prensibinin yürürlükte olmasıdır. Eğer bu yardımlaşma  ve  dayanışma  insanların  arasında  eşitlik  ve  adalet ölçüleri dahilinde tatbik ediliyorsa, işte bu toplum âdil ve sağlam bir cemaattır. Eğer bu topluluk, zulüm ve haksızlık esasına daya­nıyorsa, o da zalim ve haktan uzaklaşmış bir toplum demektir...

Sağlam bir toplum rızık ve geç'm yollarından faydalanmada yalnızca adalet prensibine dayalı olduğu zaman, bu adaletin selâ­metini ve hayır yönünde uygulanmasını garanti edecek ne vardır?

Şübhesiz ki bunun için aslî fıtrat ve tabiî garanti, yalnızca kar­deşlik ve karşılıklı sevgidir. Kanun ve devlet garantisi bunlardan sonra gelir.

Bir devlet otoritesi, fertler arasında adalet prensibini gerçek­leştirmeyi ne kadar isterse istesin yine de, fertler arasındaki kar­deşlik ve sevgi esasına dayanmadığı sürece, adalet prensibi ger­çekleşemez. Bilâkis bu adalet prensipleri o vakit bu toplumun fert­leri arasında yayılan kin ve düşmanlıkların kaynağı olmaktan öte­ye gitmez. Halbuki kin ve düşmanlıkların genel karakteri, içlerin­de zulüm ve isyan tohumlarını en katı bir şekilde taşımalarıdır.

Bundan dolayı, Resûlullah (s.a.v.), Ensâr ve Muhacirler ara­sında kurduğu kardeşliğin hakikatından, dünyada tatbikatına bir daha rastlanmayan içtimai adalet prensipleri için bir esas ortaya çıkardı. Bu adalet prensipleri, daha sonra da, bağlayıcı şer'î ka­nunlar ve hükümler şeklinde gelişiverdi. Fakat onların tümü, yal­nızca bu ilk zeminde kuruldu ve müesseseleşti. Bilelim ki, bu ilk ze­minde kurulan İslâm kardeşliğidir. Kendi çerçevesi içinde, İslâm akidesi gerçeği üzerine kurulan bu büyük kardeşlik hareketi olma­saydı; elbette ki bu prensiplerin (içtimai adalet) felâm toplumunun en kuvvetli bağı içinde yaptırıcı ve pratik herhangi bir etkisi ola­mazdı.

3- Kardeşlik şiarının beraberinde bulunan tefsiri mânâ:

Resûlullah (s.a.v.)'in ashabı arasında kurduğu kardeşlik pren­sibi, onların dillerinde dolaşan sadece bir parola, bir sembol değil­dir. Ama o, uygulanan bir gerçektir ki, hem hayat vâkıasıyla, hem de Enaâr ile Muhacirin arasında bulunan tüm alâkalarla birleşiyor.

Bunun için Hz. Peygamber (s.a.v.) bu kardeşliği birbiriyle din kardeşi olan sahabe arasında yaygınlaşan gerçek bir sorumluluk haline getirdi. Bu sorumluluk, kendi aralarında onları en hayırlı yöne sevkediyordu. Resûlullah (s.a.v.)'in birbirine kardeş yaptığı, Sa'd bin Rebi ile Abdurrahman bin Avf arasında geçen şu olay, bu konuda bize delil olarak yeter: Sa'd bin Rebî, Abdurrahman bin Avf a kendi evinde, malında ve ehlinde eşit bir şekilde ortak yaptı­ğını ona açıklamıştı. Fakat Abdurrahman bin Avf ona teşekkür edip, ondan kendisini, ticaretle uğraşmak için Medine çarşısına gö­türmesini istemişti. Sa'd bin Rebî, Ensâr içinde, Muhacir kardeşine ortaklık teklif eden tek kişi sanılmasın. Bilâkis kendi aralarında yardımlaşmada ve birbiriyle ilgilenmede, Sahabenin durumu bu idi. Özellikle hicretten ve Resûlullah'ın onlar arasında kurduğu kardeş­likten sonra...

Yine böylece, Allahü Teâlâ, akrabalık hukuku kurulmadan mi­ras hukukunu bu kardeşliğe bağladı. Bu hükmü koymadaki hikmet, müslümanların zihninde, hissedilir bir halde; hakiki olarak İslâm kardeşliğinin tecelli etmesiydi. Müslümanlar arasındaki kardeşlik ve karşılıklı sevginin, yalın söz ve sembolden ibaret olmadığını; onun, içtimai adalet sisteminin en önemli ilkelerinden olan-, gözle görülür içtimai neticeleri bulunan bir düstur olduğunu vurgula­maktı...

Bu kardeşlik esasına dayalı miras hükmünün daha sonra kal-dırılmasındaki hikmeti, şöyle açıklayabiliriz: Zaten, sonunda asıl şeklini alan miras hukuku, mirasçılar arasındaki İslâm kardeşliği­ne dayanmaktadır. Zira; ayrı dinden olanlar arasında, miras hük­mü cereyan etmez. Ancak, hicretin ilk yılları Ensâr ve Muhacir­lerden herbirini; yardımlaşma ve birbirine destek olmak bakımın­dan özel bir sorumlulukla karşı karşıya getirdi. Bunun da sebebi, Muhacirlerin mallarını ve evlerini Mekke'de bırakıp ailelerinden ay­rılarak, Medine'de kardeşleri Ensârın yanlarına misafir olarak gel­meleriydi. Resûlullah (s.a.v.)'in Ensârla Muhacirler arasında kur­duğu kardeşlik müessesesi, bu sorumluluğu yerine getirmek için bir garanti olmuştu. Bu kardeşliğin, yalnız akrabalık kardeşliğinden daha etkili ve daha güçlü olması, bu sorumluluğun gereğiydi!..

Muhacirlerin durumu Medine'de düzelince ve islâm da orada iyiden iyiye kök salınca, îsîâm ruhu da Medine'deki yeni toplum için tek başına tabiî bir milliyet bağı olunca; Ensâr ile Muhacir­lerin aralarım düzenleyen sistemin kalıbının (onların Medine'de aynı seviyeye gelmelerinden sonra) sökülmesi uygun olmuştu. Çün-Kü bu duruma göre, artık bugünden sonra genel islâm kardeşliğinin ve bu kardeşlik üzerine kurulan çeşitli sorumlulukların gölge­sinde; bu nizamın yönünü kaybetmesinden ve bozulmasından kor­kulmazdı. Müslümanlar arasındaki kan akrabalığının; İslâm kardeş­liği ve akrabalığı üzerine fazladan bir etkisi olamıyacağından ötü­rü, bu fk t örün avdet etmesinde sakıncası olamazdı...

Sonra Resûlullah (s.a.v.)'ın, Ensâr ile Muhacirler arasında ger­çekleştirdiği bu kardeşlik müessesesinden daha önce, yine onun ta­rafından Mekke'de Muhacirler arasında gerçekleştirilen diğer bir kardeşlik olayı vardı. îbn Abdülberr şöyle diyor: «Müslümanlar ara­sında, birbiriyle kardeş olma olayı, iki kerre olmuştu. Biri Özel ola­rak Muhacirler arasında olmuştu ki bu Mekke'de idi. Diğeri ise En­sâr ile Muhacirler arasında olmuştu[15]».

Bu da bizi te'kid ediyor ki, kardeşliğin esası ve asıl sebebi sa­dece îslâm bağıdır. Ancak o bağ, hicretten sonra, hicretin getirdi­ği şartlar sebebiyle ve Ensâr ile Muhacirler bir yurtta toplandıkları için yenilenmeye ve pekiştirilmeye ihtiyaç duydu. O da gerçekte, inanç birliği ve îslâm toplayıcılığı esasına dayanan kardeşliğin dı­şında başka bir şey değildir. Ancak o, pratik yoldan bir uygulamay­la te'kid edilmiştir... [16]



1778 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın