Resûlullahın Kendini Kabilelere Takdim Etmesi Ve Ensar'ın Müslüman Olmaya BaşlamasıResûlullahın Kendini Kabilelere Takdim Etmesi Ve Ensar'ın Müslüman Olmaya Başlaması
Resûlullah (s.a.v.) bu dönemde, her yıl Kabe'yi ziyarete gelen kabilelere, hac mevsimi süresince, kendisini arz ediyor, onlara Kur'-an okuyor ve onları Allah'ın birliğine çağırıyordu. Ama hiçbir kimse ona cevab vermiyordu, lbn Sa'd, Tabakat'ında diyor ki: Nebi Sallallahü Aleyhi ve Sellem, her yıl hac mevsimi gelince, konak yerlerindeki hacıların ardından Ukaz, Mecenne ve Zülmecaz panayırlarına gidiyor, onlara Rabbinin emirlerini tebliğ edinceye kadar kendisini'korumalarını istiyor. Buna karşılık da kendilerine Cennet verileceğini va'dediyordu. Yine de kendisine yardım edecek bir kimseyi bulamıyordu. Hz. Peygamber onlara; «Ey insanlar! La ilahe illallah, deyiniz ki kurtuluşa eresiniz. Onun sayesinde Arapların başına hükümdar olasınız, Arap olmayanlar da size boyun eğe... Eğer siz iman ederseniz Cennetin sahipleri olursunuz» diyordu. Ebû Leheb de, Peygamberimizin arkasından gidiyor, o sözlerini bitirince hemen: «Sakın ha, ona boyun eğmeyin, onun sözlerine kulak asmayın. Çünkü o, yalancıdır, sâbii (yıldıza tapan) bir kişidir» diyor. Onlar da en çirkin sözlerle Resûlullah'ı reddediyorlar ve ona hakaret ediyorlardı[74]. tbn İshâk, Zührİ'den şunu naklediyor: Resûlullah (s.a.v.), Ukaz panayırında Âmir bin Sa'saa oğulları oymağına geldi. Onları Allah'a çağırdı. Kendisini korumalarını teklif etti. Onların arasında Beyhara bin Firas adında bir adam, «Vallahi, eğer ben Kureyş kabilesine mensub olsam, bu genci tutar elde eder ve bütün Araplara hakim olabilirim» dedi. Peygamberimize de dönüp: «Eğer biz, senin üzerinde bulunduğun işde, sana tabi ve yardımcı olur da, Allah seni muhaliflerine hâkim kılacak olursa, senden sonra bu hâkimiyet bize kalır, bizim olur mu?» diye sordu. Peygamberimiz de ona cevaben: «-Emir ve irade Allah'ındır. O hakimiyeti dilediğine ihsan eder» buyurdu. Bunun üzerine Beyhara: «Biz senin için bütün Arapların oklarına, düşmanlıklarına göğüs gerip, hedef olalım, Allah seni başarıya eriştirince de bu içe bizden başkaları konsun, senin işinin bize gereği yok- diyerek yüz çevirdi[75]. Resûlullah'ın bi'setin onbirinci yılında her yıl olduğu gibi yine kabilelere kendisini korumalarım teklif etmişti. Resûlullah (s.a.v.) Akabe (Mina ile Mekke arasında bir yer, Akabe taşlan orda atılır) de İken, Allah'ın kendilerine hayır m ur ad ettiği Hazrec kabilesinden küçük bir kafileye rastladı. Onlara: - Siz kimlersiniz? diye sordu. Onlar da: - Hazrec kabilesinden bir kafileyiz, dediler. Peygamberimiz: - «Yahudilerin komşuları ve müttefikleri misiniz?» diye sordu. Onlar da: - Evet, dediler. Peygamberimiz onlara: - «Sizinle konuşmak üzere biraz oturmaz mısınız?» diye rica etti. Onlar da: -Olur» dediler ve Peygamberimizle birlikte oturdular. Peygamberimiz onları, Allah'ın birliğine iman etmeye da'vet etti. Onlara İslâm'ı sundu ve bir miktar Kur'an okudu. Hazrecliler Yahudilerle birlikte aym şehirde yaşadıklarından dolayı gönülleri İslâm'ı kabul etmeye hazırdı. Yahudilerin kitab ve ilim sahibi oldukları bilinmekteydi. Yahudilerle onlar arasında ne zaman bir "anlaşmazlık veya savaş çıksa, Yahudiler onlara: «Şimdi bir peygamber gönderilmek üzeredir. Vakit iyice yaklaştı. Biz ona tabi olacağız, İrem ve Ad kavmi gibi sizin de kökünüzü kazıyacağız» diyerek tehdit ediyorlardı. Resûlullah (s.a.v.) bu birkaç kişiyle konuşunca ve onları İslâm'a da'vet edince birbirlerine bakarak şöyle dediler:. «Dikkat edin! Vallahi bu, Yahudilerin size, geleceğini haber verdiği ve onunla sizi tehdit ettikleri peygamber olsa gerek. Sakın Yahudiler ona inanmak ve tâbi olmakta sizi geçmesinler! Bunun üzerine hemen Peygamberimizin da'vetini kabul ve İslâm dininden kendilerine anlatılmış olan şeyleri tasdik ettiler. Peygamberimize hitaben: «Biz kavmimizi hem kendi aralarında, hem de yabancı bir topluluğa karşı düşmanlık ve kötülük üzerine bırakıp geldik. Belki Allah, onları da senin sayende biraraya toplar. Biz hemen dönüp onları da senin buyruğuna da'vet edecek, bu dinden kabul ettiğimiz şeyleri onlara da anlatacağız. Eğer Allah onları bu din üzerinde toplar, birleştirirse; senden daha aziz ve şerefli bir kimse olmaz» dediler. Sonra gelecek hac mevsiminde tekrar buluşmayı va'dederek izin alıp gittiler[76].
10- Birinci Akabe Bey’atı
îslâm dini bu yıl içerisinde Medine'ye yayıldı. Ertesi yü gelince, Peygamberimiz hac mevsiminde, Ensâr'dan on iki kişiyi karşıladı. Akabe'de buluştular. Bu birinci Akabe idi. Onlar Resûlullah'a kadınların bey'atı tarzında bey'at ettiler. Bir diğer deyişle, R«sülul-lah onlara cihad ve harb etmek üzere bir teklifte bulunmamıştı. (Kadınların bey'atı, Mekke Fethi'nin ikinci günü, erkeklerin bey'atı bittikten sonra olmuştu!..) Birinci Akabe bey'atında bulunanlar arasında, Es'ad bin Zürâre, Râfi bin Mâlik, Ubâde bin Sâmit ve Ebû'l-Heysem bin et-Tayyihan gibi kişiler vardı. Ubâde bin Sâmit, bu bey'at etme olayını şöyle anlatıyor: Biz on iki kişi idik. Resûlullah bize şöyle buyurdu: «Geliniz, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayın; hırsızlık etmemek, zina yapmamak, çocuklarınızı öldürmemek, yalan dolanla hiçbir kimseye iftira atmamak, hayırlı bir İşte bana muhalefet etmemek üzere bana bey'at edin! Sizden, verdiği sözde duranın ecir ve mükâfatını Allah üzerine almıştır. Kim insanlık haliyle bunlardan birini işler de, ondan dolayı dünyada cezaya çarptırılırsa, bu ona keffâret olur. Kim de bunlardan, yine insanlık haliyle birini işler de, işlediği o suçu Allah gizler açığa vurmazsa, onun işi de Allah'a kalır. Allah dilerse onu bağışlar, dilerse azaba uğratır.» Ubâde bin Sabit: «Biz bu şekilde Resûlullah'a bey'at ettik» demiştir[77]. ' Medineliler memleketlerine dönmek isteyince, Resûlullah (s.a.v.) onlarla birlikte Mus'ab bin Umeyr'i gönderdi. Ve ona, Medinelile-re Kur'an okumasını, İslâm'ı öğretmesini, itikad .ve ibâdetler hususunda onlara geniş bilgi vermesini emretti. Bundan dolayı ona, Medine'nin Kur'an öğreticisi adı verildi. Bunlardan dolayı Yüce Allah insanı iki görevle mükellef kildi: a - îslâm şeriatını ve toplumunu İkâme etmek. b-Bu uğurda, sağa sola sapmadan, dikenli ve çileli yolda yürümek. Şimdi biz, Resûlullah (s.a.v.)'in da'vetinin onbirinci yılının başında gözükmeye başlayan bu meyvalar ve bu meyvaların oluş keyfiyeti ile, onların hususiyeti üzerinde düşünelim: 1- Bu beklenilen meyvalar, Resûlullah'm kendi kavminden uzak olarak, Kureyş'in dışından geldi. Halbuki Resûlullah Kureyş'le birlikte yaşıyor ve onlarla temas kuruyordu. Niçin böyle oldu? Biz bu kitabın baş taraflarında demiştik ki; Allah'ın, akıllara durgunluk veren hikmeti, İslâm da'vetinin kaynağı ve karakteri hususunda düşünen bir kişiye, öyle bir yön çizmiş ki, o yolla ilerlerken asla şübheye düşmez ve kolayca inanır. Onunla diğer ideolojiler ve dâvalar arasında herhangi bir benzerlik bulamaz: Bunun için, Resûlullah okuma - yazması oîmayan bir ümmi idi. Yine bunun için, o herhangi bir medeniyetle ilişki kurmamış ve herhangi bir medeniyete veya belirli bir kültürü tanımamış ümmilerden oluşan bir milletin içinden peygamber olarak seçilmişti. Bundan dolayı Yüce Allah onu, üstün ahlâkın temizlik ve dürüstlüğün sembolü olarak yaratmıştı. Bunun için, tlâhi kader, Resûlullah'm ilk yardımcılarının, kendi çevre ve toplumunun dışında olmasını gerekli gördü. Ta ki, herhangi biri, onun davetine, kendi toplum şartlarının ve kavminin arzularının nüfuz ettiği bir milliyetçilik dâvası gözüyle bakmasın. Hakikatta, düşünen bir kişi için, görülebilen mucizelerin en açıklarından biri de şudur: İslâm'a dil uzatacak herhangi bir adam için açık bir kapı bulunmasın diye, tlâhi bir el, Da'vet-i Nebeviyye'nin hayatım her taraftan kuşatıvermiş. Bizzat yabancı araştırmacılardan birinin söyledikleri de bu tarzdadır. «İslâm Aleminin Bugünü» adlı kitabta, Dient'in şu sözü nakledilmektedir: «Hz. Muhammed (s.a.v.)'in hayatını katıksız bir Avrupalı üslûpla tenkid etmeye uğraşan şu müsteşrikler, mü&lümanlarm tümünün, kendi peygamberlerinin siyreti üzerinde ittifak etmiş oldukları hususları yıksınlar diye uzun incelemeler yaparak ve kendi içinde dönen bu davalarıyla çeyrek asır geçirdiler. Bu uzun, detaylı ve derin incelemelerden sonra onların Siyret-i Nebeviyye'nin meşhur rivayetlerini ve yerleşmiş görüşleri yıkmaya güçlerinin yetmesi gerekirdi. Acaba onların lehine, bunlardan hiçbir şey değişti mi? Bu soruya cevab Şu olacaktır: Onlar yeni en küçük birşeyin isbatını bile başaramadılar. Bilâkis biz bu Fransız, İngiliz, Alman, Belçikalı ve Hollandalı müsteşriklerin ileri sürdükleri yeni görüşler üzerinde dikkatimizi derinleştirdiğimiz vakit; karışıklıktan başka birşey görremiyoruz. Okuyucu onlardan birinin yalanladığı görüşü bir başkasının doğruladığını görecektir[78]». 2- Medinelilerin, islâm'ı nasıl kabul etmeye başladıkları hususunda, sıraladığımız durumları düşününce de Yüce Allah'ın İslâm da'vetinin kabul görmesi için Medine hayatım ve çevresini hazırladığı; ayrıca, Medine halkının gönlünde bu dini kabul etmek için bir şuur oluşturduğu görülür. O halde, bu şuur hazırlığının kaynakları nedir? Medine-i Münevvere'nin halkı, müşrik olan Araplardan yerlilerle, Arap Yanmadası'nm çeşitli yönlerinden buraya göç etmiş Yahudilerden oluşmuş, karışık bir toplum idi. Müşrik Araplar, iki büyük kabileye ayrılıyorlardı. Biri Evs, diğeri Hazrec kabilesi idi. Yahudiler de üç büyük kabile idiler: Beni Kurayza, Beni Nadir, Beni Kay mika. Yahudiler, âdetleri olduğu gibi, Evs ve Hazrec kabileleri arasına kin tohumlan ekinceye kadar uzun süre entrikalar çevirdiler. Bunun üzerine Araplar, kendi aralarında, insanı değirmen gibi Övü-ten sürekli savaşlarda birbirlerini yemeye başladılar. Muhammed bin Abdulvehhab, «Muhtasar-u Siyreti'r-Resûl» adlı kitabında, onlar arasında savaşın yirmi yıl devam ettiğini söylüyor[79]. Bu uzun süren düşmanlık badiresi içinde; Evs ve Hazrec kabilelerinden herbiri Yahudi kabilelerinden biriyle antlaşma yapmışlardı. Evs kabilesi Beni Kurayza ile, Hazrec kabilesi ise Beni Nadir ve Beni Kaynuka ile yeminleşmişti. Aralarındaki savaşların sonuncusu, Buas savaşı olmuştu. Bu savaş hicretten birkaç yıl önce olmuştu. O korkunç bir gündü. O gün reislerinin çoğu ölmüştü. Bu sırada, Yahudilerle Araplar arasında ne zaman bir anlaşmazlık çıksa, Yahudiler Arapları; bir peygamberin peygamberlik vaktinin yaklaştığını, kendilerinin onun bağlılarından olacaklarını ve o peygamberle birlikte Ad ve İrem kavimleri gibi onları Öldüreceklerini söyleyerek tehdit ederlerdi. Bu şartlar, Medine halkını bu y«»ni dine yönelmeye şevketti. Onları bu dine kuvvetli ümitlerle bağladı. Belki Arapların safları o dinin üstünlüğü ile birleşti. Eski güçlerini kazandılar, dağınıklıkları düzeldi. Aralarındaki anlaşmazlık sebebleri yok olup gitti. İlâhi hikmet Medine'nin, dünyanın her tarafına yayılan İslâm selinin çıkış yeri olmasını gerekli gördüğü için; İbn KayyınVın Zadü'1-Mead adlı kitabında dediği gibi; Allah'ın Resulüne yaptığı İyiliklerden biri de Medine'ye hicretin hazırlaması olmuştu. 3- Daha önce de dediğimiz gibi, Medine halkının, ileri gelenlerinden bir toplumun İslâm'ı kabul etmeleri, Birinci Akabe Blatı'n-da gerçekleşmişti. Onların müslümaniıklarının şekli nasıldır? Islamın onlara yüklediği sorumlulukların sınırı nedir? Onların müslümaniıklarının yalnızca şehadet kelimesini söylemekten ibaret olmadığını görmüştük. Bilâkis onların müslümanlık-lari; şehadet kelimesini dil ile söyleyip, kalb ile tasdik ettikten sonra da, Hesûlullah'a verdikleri ahde bağlılık şeklinde olmuştu. Resûlul-lah onlardan, İslâm'ın genel prensiplerine, ahlâkına ve nizamına tutunma yolunda; gidişatlarım İslâm boyası ile boyamalarını, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamalarını, hırsızlık yapmamalarını, zina etmemelerini, çocuklarım öldürmemeleri, birbirlerine Adice iftiralarda bulunmamalarım, Resûlullah'ın kendilerine emrettiği herhangi bir iyi işde ona muhalefet etmemelerini vaad olarak almıştı. [80]
İbretler Ve Öğütler
Resûlullah'ın, bi'setinden beri geçen yıllar süresince karşılaştığı olayların karakter indeki değişimin, nasıl başladığına, dikkat edelim: Sabrın sonucu devşirilmeye. cehd ve gayret meyvesini vermeye başladı. Da'vet filizi kuvvetlenip ürün versin diye gövdeleri üzerine dikilmeye başladı. Fakat biz müjde ve sonuçlardan bahsetmeden Önce. bir kere daha Hz. Peygamber'in bu eşsiz sabrının karakterini araştırmaya döneceğiz. Resûlullah'ın, kendisine her türlü musibet Ve çileyi tattırmak için elinden geleni geri bırakmayan'kavmi Kureyş'i, islâm'a da'vet etmekte hiçbir kusur etmediğini gördük. Bilâkis, o hac mevsimi münâsebetiyle, Mekke dışından çeşitli yön ve yörelerden gelen Arap kabilelerinin arasına giriyor, bir rehber gibi, kendisini onlara tanıtıyor, onları Allah ile alışverişe ve Tevhid hazinesine da'vet ediyor, böylece onların arasında gidip geliyordu. Ama yine de kendisine olumlu cevab veren hiçbir kimseyi göremiyordu. İmam Ahmed ve Sünen sahipleri ile Hakim, Resûlullah (s.a.v.)'ın hac mevsiminde halka takdim edip, şöyle buyurduğunu rivayet ediyorlar! «Beni kavmine götürecek ve onlarla tanıştıracak bir kişi yok mu? ÇCinkü Kureyş, Rabbinln kelâmını tebliğ etmeme engel oluyor[81]». Bi'setin onbirinci yılı... Resûlullah (anam ve babam ona feda olsun) sükûn ve rahatlık olmayan bir hayatla karşı karşıya, Kureyş her dakika, onu öldürme fırsatını kolluyor; başından aşağı her çeşit işkence ve belâyı dökmekle meşgul. Ama bütün bunlar onun kararlığından hiçbir şeyi eksiltmiyor, güç ve kuvvetinden hiçbir şeyi azaltmıyor. Bi'setaı onbirinci yılı... Resûlullah (s.a.v.) ise; kavminin, komşularının, etrafım saran kabilelerin ve bütün toplulukların arasında (yurdunda); gariplut, zulmet ve korkunç tehlikelerle karşı karşıya... Fakat bütün bunlardan dolayı ümitsizliğe kapılmıyor, metanetini yitirmiyor. Bunların hiçbiri, onun Rabbiyle olan dostluğuna hiçbir yan etkide bulunmuyor. Bi'setin onbirinci yılı... Sabırla cihad Allah yolunda birleşir. Bu bir mahsul, dünyanın doğusuna ve batısına yayılacak olan büyük ve coşkun, İslam selinin doğmasına bir yoldur. O İslâm selinin önünde Bizans'ın kuvveti dize gelir, onun karşısında İran'ın azameti yere kapanır. Onun gücünden dolayı, medeniyetlerin ve nizamların tıim, değerleri erir, gider... Cihadın, sabrın ve sıkıntılara girmenin bir bedeli, bir karşılığı vardır. Onlar olmadan, islâm toplumunun temellerini kurmak Allah'a göre çok kolay olur. Fakat Allah'ın kendi kulları hakkındaki kanunu budur. Allah, kullarının kendi güç ve kuvveti karşısında kendisine, isler istemez boyun eğmelerini dilediği gibi, yine kullarının kendisine ibâdet etmelerini, ihtiyari olarak da olsa emretmektedir. Allah'a kulluk etmek, gayret sarfetmeden gerçekleşmez. $ehid olma isteği veya Allah yolunda işkenceye uğramadan mü'min münafıktan ayrılmaz. İnsanın hiçbir gayret sarfetmeden ganimetlere konması adalet prensibine ters düşer. Bunlar, Resûlullah'ın kurmakla görevlendiği İslâm toplumunu, belirleyici işaretlerinin başında gelir. Halka şehadet kelimesini telkin edip, sonra fesad çıkarmalarına, isyan etmelerine ve doğru yoldan uzaklaşmalarına göz yumarken; onların şehadet kelimesini sadece dilleriyle tekrar etmelerine itibar etmek iş değildir. Doğrusu bir insan, şehadet kelimesini tasdik edip, helâli helâl ve haramı da haram olarak kabul edip, Allah'ın emrettiği farzları tasdik ettiği zaman, müslüman ismini alması doğru olur. Fakat bu şunun için doğru olur: Allah'ın birliğini, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğini tasdik etmek yalnızca bir anahtardır. İslâm toplumunu kurmak, onun düzen ve prensiplerini gerçekleştirmek için bir vesiledir. Bütün işlerde hâkimiyeti Allah'a bırakmak gerekir. Allah'ın birliğine, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğine iman, nerede bulunursa, Allah'ın hâkimiyetine imanı, onun şeriat ve prensiplerine uyma zaruretini ortaya koyar. Yapma kanun ve düzenlerin etkilediği bir kısım insanlar, mın çok az bir kısmını benimseyip, diğerlerini atmayı istemelerinden dolayı takındıkları tavır tuhafın tuhafıdır kit onlar şu kâinatın yaratıcısı ve sahibiyle âdeta sulh ve uzlaşmaya benzer bir tutum içine giriyorlar... Kendilerine göre uzlaşma yolu, toplum hayatıyla ilgili konuları, İslâm'la kendi aralarında paylaşmaktır. Buna göre, toplumsal kurumlardan camilerle diğer ibâdet hususları, İslâm'a ait olacak. Bu sahada İslâm insanlara İstediği şekilde hükmedecek. Toplumun düzeni, kanunları ve ahlâki' davranışları kendilerine Ait olacak. Böylece onlar istedikleri g;bi birtakım değişiklikler ve düzenlemeler yapabilecekler... Eğer kendilerine peygamberler gönderilip de onların peygamberliklerini yalanlayan azgınlar ve tanrılıklarım ilân eden kişiler, peygamberlerin İslâm'a davetleri karşısında çözüm yolunu anlamış olsalardı; yani kendi hâkimiyetlerinden vazgeçmekle mükellef olmadıkları, kanun ve nizamlarından herhangi bir şeyi terketmedikleri halde do müslüman olabilecekleri söylenmiş olsa, İslâm'a girmekten ve ona itaatlerini. açıklamaktan kaçınmazlardı. Ve bütün bu haklarına karşılık, bir cümleyi devamlı söylemekte veya bazı âyinleri yapmakta, pek de cimri davranmazlardı. Fakat onlar biliyorlardı ki bu din, önce onlara nizam ve hükümlere uyma ödevini yükleyecek, kanun yapma ve hüküm koymanın yalnızca Allah'a âit olduğunu kabul ettirecek, işte bunun için onlar, Allah ve Resulü ile anlaşmazlığa düştüler ve müslumanlıklarım açıklamak onlara güç geldi. Bu hakikati açıklamak ve İslâm'ı yalnızca bir kısım ibâdetler ve kelimelerden ibaretmiş gibi anlamaktan sakındırmak için Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: -Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilen kitablara iman ettik diye boş iddiada bulunanlara bakmaz mısm! O azgın şeytan önünde muhakeme olmak istiyorlar. Halbuki onu (şeytanı) tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan ise, onları dönüşsüz bir sapıklığa düşürmek ister[82]». Şu kadar var ki, bu bey'atın esasları arasında cihadla alâkalı bir maddeye rastlamıyoruz. Bunun sebebi şudur: Henüz cihad ve savaş o vakit farz kılınmamışta. Bunun için Resûlullah'ın, bu onikl kişi ile yaptığı bey'at cihada işaret etmekten uzaktı. Siyret ravileri-nin, bu bey'at kadınların bey'atı şeklinde olmuştur demelerinin manası budur. 4- ResûluUah'ın, Allah'ın dinine da'vet görevi ile görevlendirilmiş olduğunda şübhe yoktur. Çünkü o, Allah'ın bütün insanlara gönderdiği bir elçidir. Allah'ın çağrısını tebliğ etmek onun için mutlaka gereklidir. Fakat İslâm'a giren bu insanların ödevleri nelerdi? Bu da'vet yükü ile alâkaları ne idi? Bu sorulara en güzel cevabı, Resûlullah'ın Mus'ab zin Umeyr'i, Medine halkını İslâm'a da'vet etmek, onlara Kur'an okumayı, namaz kılmayı ve Kur'an hükümlerini öğretmek için bu oniki kişi ile birlikte Medine'ye göndermesinde buluyoruz. Mus'ab bin Umeyr, Resülullah (s.a.v.)'ın emrini yerine getirmekle mutlu olarak Mekke'den ayrıldı. O Medine halkını İslâm'a çağırmaya, onlara Kur'an okumaya ve onlara Allah'ın hükümlerini tebliğ etmeye başladı. Bir defasında elinde mızrak onu öldürmek isteyen bir adam onun yanına gelmişti. O bu adama yalnız Allah'ın kitabından, İslâm'ın bazı hükümlerini bildiren Kur'an'dan bir kısım okudu ve sonunda adam mızrağını bırakıp onun meclisine oturdu. Muvahhid bir müslüman olarak Kuran ve İslâm ahkâmını öğrenmeye başladı. Böylece Medine döneminde müslümanlık öyle bir yayıldı ki, her yerde konuşulan sadece İslâm idi. Peki bu Mus'ab bin Umeyr kimdir? Bu zât Mekke'nin en zenginlerinden birinin çocuğuydu. Akranları içinde en şık giyineni idi. İslâm'a girince bütün bu imkânlarını bir yana itti. Ve Resûlullah'ın ardında İslâm da'vetine hizmete koyuldu. Bu uğurda her türlü azabı tatmaya ve her güçlüğe göğüs germeye devam etti. Tâ Uhud'da şehid oluncaya kadar... Uhud savaşında şehid düştüğü zaman vücuduna kefen olarak sarılacak bir elbisesi bile yoktu. Başını örtüyorlar ayakları açılıyor, ayaklarını örtüyorlar başı açık kalıyordu. Durumu Resûlullah'a haber verdiklerinde, gençliğinde refah içinde yaşayan bu gence ağladı ve şöyle buyurdu: -Elbisesini vücudunun üst kısmına koyunuz. Ayak tarafını tzhir[83] ile örtünüz[84]». îslâmi da'vette yalnızca nebilerin ve resullerin veya halifelerinin kendilerinden sonra gelen vârisleri olan âlimlerin üzerinde durmak pek önemli değildir. Çünkü İslâm da'veti, bizzat İslâm gerçeğinin ayrılmaz bir parçasıdır. Hiçbir zaman müslüman, durumu veya işi ve ihtisası ne olursa olsun, da'vet görevini yerine getirmede kendisini sorumsuz sayamaz. Çünkü İslâm da'vetinin hakikati «iyiliği emretmek, kötülükten vazgeçirmek» ten ibarettir. Bu da, Is-lâmdaki cihadın tüm mânâsının toplamıdır. Herkes biliyor ki, cîhad her müslümanın sürekli uyması gereken farzlardan biridir. Buradan da anlaşılıyor ki, İslâm toplumunda müslümanlardan belirli bir gruba «din adamları» unvanını vermenin ne yeri, ne de anlamı vardır. İslâm dinine giren her kişi, mevkisi ve ihtisas alanı ne olursa olsun, bu din uğrunda cihad etmek üzere, Allah'a ve Resulüne bey'at etmiştir. İster erkek olsun, isterse kadın, isterse âlim olsun, isterse câhil; gerektiği vakit cihad bunların üzerine farz olur. Zaten m üsl umanların hepsi bu dinin adamlarıdır. Al la nü Teâlâ onlardan Cennet karşılığında mallarını ve canlarını satın almıştır. Onların Allah'ın dinini uygulama, şeriatına yardım etme yolunda mallarım ve canlarını seferber etmeleri gerekir. Bilinen bir gerçektir ki, bu cihad ve da'vet mes'elesi ayrı, şeriatın kesin naslan ışığı altında müslumanlara, hayatta karşılaşacakları müşkülleri, ulemanın ictihad yoluyla halletmesi ayrı şov... Bu ihtisas ve yol göstermedir. Bir sınıf ve imtiyaz doğurmaz. [85]
11- İkinci Akabe Bey'atı
Mus'ab bin Umeyr ertesi yılın hac mevsiminde (Bi'setİn onüçün-cü yılında) Medineli müslümanlardan büyük bir toplulukla birlikte Mekke'ye gelmişti. Medineli müşrikler, hacıların arasında gizlenerek Mekke'ye doğru yola çıkmışlardı. Muhammed bin İshâk. Kâab bin Mâlik'ten şöyle rivayet ediyor: Biz, Teşrik günlerinin ortasında Akabe'de Resûulllah'la buluşmak üzere sözleşmiştik. Hac görevlerimiz bitip, Resûlullah ile buluşmayı kararlaştırdığımız gece gelince, bu gece kavmimizle birllkte kafilemizin yanında yatmıştık. Gecenin üçte biri geçince» biz gizr İlce birer ikişer kişilik grublar halinde konak yerimizden ayrılıp Re-sûlullah ile sözleştiğimiz yere geldik. Akabe yakınındaki vadide toplandık. Toplam yetmişüç kişi idik. Beraberimizde iki tane do kadın vardı: Kâab'ın kızı Nüscybe ile Amr bin Adiyy'in kızı Esma idi. Kâab bin Mâlik sözüne devamla: Biz vadide toplanmış Resûlullah'ı beklerken, O, amcası Abbas bin Abdülmuttalib ile birlikte çıkageldi. Bizim topluluk söze başladı ve şöyle dediler: «Bizden, Rabbin için ve kendin için islediğin şeyi al...» Resû» lullah da onlarla konuştu ve sonra Kur'an okudu. Onları Allah'a çağırdı ve İslâm'a teşvik etti. Sonra: -Bana her yönden yardım edeceğinize, yanınıza vardığımda kendinizi, kadınlarınızı ve çocuklarınızı esirgeyip korudunuğuz şeylerden beni de esirgeyip koruyacağınıza kesin söz istiyorum sizden...» diye buyurdu. Bunun üzerine hemen Berâ bin Ma'rur, Resûl-i Ekrem'in elini tutup: «Evet yâ Resûlâllah! Seni hak dinle gönderen Allah'a hamdol-sun ki, kendimizi ve kadınlarımızı koruyup esirgediğimiz şeylerden seni de korur, esirgeriz! Biz hemen bey'at ediyoruz! Biz, vallahi, savaş ve silâh erleriyiz. Buna atadan, dededen mirasçı olduk» dedi. Berâ bin Ma'rur konuşurken, Ebû Heysem bin Teyylhan söze karışarak: «Ey Allah'ın elçisi! Bizimle o adamlar (yahudiler) arasında sözleşme var. Biz bu hareketimizle onu kesip atmış oluruz. Biz bunu yaparsak, Allah seni muzaffer kıldıktan sonra bizi bırakıp tekrar kavmine, Mekke'ye dönersen bizim halimiz nice olur?» dedi. .Bu sözler üzerine Peygamberimiz gülümsedi ve: «Benim kanım, sizin karunızdır. oiz benim kanımı isterseniz, ben de sizin kanınızı İsterim! Siz kanınızı akıtırsanız, ben de kanımı akıtırım! Ben sizdenim, siz de bendensiniz! Siz kiminle savaşırsanız, ben de onunla savaşırım. Siz kiminle barış yaparsanız ben de onunla barışırım* buyurdu. Resûlullah (s.a.v.) onlara: «İçinizde bana on iki kişi gösteriniz ki, her biri kavimlerini temsil etsinler- buyurmuştu, Onlar da Haz-rec kabilesinden dokuz kişi, Evs kabilesinden de üç kişi olmak üzere aralarından on iki temsilci çıkardılar. Onların seçimi tamamlanınca, peygamberimiz temsilcilere; -Havarilerin İsa bin Meryem'e karşı kavimlerinden dolayı kefil oldukları gibi siz de kavminizin kefilsiniz. Ben de kavmimin -Müslüman olanların kefiliyim» bu Resûlullah'ın elinin üstüne elini ilk koyan kişi Berâ bin Maf-rur oldu. Ondan sonra bütün topluluk bey'at etti. Kâab bin Mâlik sözüne şöyle devam eder: Biz bey'at edince, Resuluİlah fs.a.v.) şöyle buyurdu: «Hemen konak yerlerinize dönün.» Abbas bin Ubâde bin Nevİel de Resûlüllah'a: «Seni hak dinle gönderen Allah'a yemin ederim ki, istediğin takdirde, yarın sabah Mina'da bulunan halkın üzerine kılıçlarımızla saldırıp, onları kılıçtan geçiririz» dedi. Peygamberimiz: «Bize, henüz bu şekilde hareket etmemiz emrolunmadı. Fakat siz yerlerinize dönünüz» diye buyurdu. Biz yatacak yerlerimize döndük. Sabaha kadar uyuduk. Sabah olunca, Kureyş ulularından bazıları geldi ve: «Ey Hazrec topluluğu! Bize ulaşan habere göre; siz adamımıza gelmiş, kendisini aramızdan çıkarıp götürmek, bizimle savaşmak üzere aranızda sözleşmişsiniz. Vallahi Arap kabileleri arasında, sizinle savaşa girmekten duyduğumuz nefret kadar nefret duyacağımız bir kabile yoktun!» dediler. Ayrıca hiçbir şeyden haberi olmayan müşrik hemşehrilerimize gittiler. Onlar da Allah'a yemin ederek; «Böyle birşey olmadı. Biz böyle birşey bilmiyoruz» dediler. Kureyş'in ileri gelenleri de onların gerçekten birşey bilmediklerine kanaat getirdiler. Olayın tanığı olan Kâab bin Mâlik diyor ki, «Biz bu olup bitenlere hiç ses çıkarmıyor, sadece birbirimizin yüzüne bakıyorduk.» Halk hac işini bitirip Mina'dan ayrılmıştı. Mekkeli müşrikler, Akabe bey'atı olayını araştırmaktan geri durmadılar. Neticede işin gerçekten olduğunu tesbit ettiler. Bizim arkamızdan adamlar çıkararak Ezahir[86] mevkiinde Sa'd bin Ubâde ile Münzir bin Amr'a yetiştiler. İkisi de kabile temsilcisi idi. Münzir'e güç getiremediklerinden o kaçıp kurtuldu. Fakat Sadi tutup yakaladılar. Ellerini devesinin kolanı ile boynuna bağladılar. Sonra onu döverek ve alnındaki saçlanndan tutup sürükleyerek Mekke'ye kadar götürdüler.» Olayı Sad şöyle anlatıyor: «Vallahi, ben onların ellerindeydim. Beni sürüklüyorlardı. Birdenbire onların arasından bjr adam bana doğru geldi. Bana: «Vah, vah! Yazık oluyor sana! Seninle Kureyg'ten herhangi bir adam arar-sında dostluk veya bir sözleşme yok mu?» dedi. Ben de: «Evet, var! Vallahi ben vaktiyle Cübeyr bin Mut'imi de, Haris bin Ümeyye'yi de memleketimizde ticaret yaparken haksızlık edenlere karşı korumuştum» dedim. O da: «Yazık oluyor sana! Bu iki adamı adlarıyla yüksek sesle çağır» dedi. Ben de dediği gibi yaptım. Bunun üzerine Mut'im bin Adiyye ile Haris bin Ümeyye gelip beni onların elinden kurtardılar.» tbn Hişâm anlatıyor: Yüce Allah, Resûlullah için savaşa izin verdiği vakit, Birinci Akabe bey'atının şartlarının dışında, harb ile ilgili birtakım şartlar koşuldu. Birinci Akabe bey'atı kadınlar bey'atı şeklinde olmuştu. Bunun sebebi de, Allah o zaman, henüz Resûlü'ne savaşma izni vermemişti. Yüce Allah, Resûlü'ne savaş izni verince ve İkinci Akabe bey'atında siyah ve kırmızı savaş (Araplarla ve Arap olmayanlarla yapılan savaş kasdediliyor) üzere, onlardan biat etmelerini isteyince, kendini ve Rabbinin dinini korumalarım şart koşarak onlardan söz aldı. Sözlerinde durmak kaydıyla onlara Cennet verileceğini haber verdi. Ubâde bin Sâmit: «Biz Resul ullah'a neş'eli ve neş'esiz zamanlarımızda, darlıkta da, genişlikte de; emirlerine boyun eğip, itaat edeceğimize; kendi işinde münakaşa etmeyeceğimize, hiçbir kınayıcı-nın kınamasından korkmayacağımıza, ne olursak olalım, Allah yolunda ve Allah için hakkı söyleyeceğimize, iyiliği buyurup kötülükten sakındıracağımıza kesin söz verdik» dedi. Resûlullaha, harbe izin verilmesi için, inen ilk âyet Cenab-ı Hakk'ın şu mübarek sözüdür: «Kendilerine savaş açılan mü "m inlere (kâfirlere karşı savaş İçin) izin verildi. Çünkü onlar, zulme uğradılar. Şübhe yok ki Allah, müminlere zafer vermeye kadirdir. Mü'minler o mazlumlardır ki «— Rab-bimiz Allah'tır- demelerinden başka bir sebeb olmaksızın, yurtlarından haksız yere çıkarıldılar. Eğer Allah insanların bir kısmını (müşrikleri) bir kısmı ile (mü'minlerle) defetmeseydi, içlerinde Allah'ın ismi çok anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler elbette yıkılırdı. Muhakkak ki Allah dinine yardım edene yardım edecek, zafer verecektir. Şübhe yok ki, Allah çok kuvvetlidir, herşeye galibdir[87]»
İbretler Ve Öğütler
Şu İkinci Akabe bey'atı, Birinci Akabe bey'atı ile özde birleşir. Her ikisi de; Resûlullah1 in huzurunda, İslâm'a girmeyi ilân etme, Allah'ın dinine samimiyetle bağlanma, emirlere boyun eğip, itaat etme ve peygamberin emirlerine koşma konusunda kesin söz al-' maktır. Ancak biz, Birinci Akabe bey'aü ile İkinci Akabe bey'alı arasında gözden geçirmeye ve incelemeye değer iki önemli fark görüyoruz: Birinci Fark: Medine halkından birincisinde, bey'at edenlerin sayısı sadece on kişi iken, ikincisinde, aralarında iki tane de kadın olmak üzere, sayıları yetmiş küsur kişiye varmaktadır. Bu on iki kişi, birinci yılda, evlerinde uzlete çekilip, kendi kendileriyle yetinmekle kalmayıp, bilâkis etrafında bulunan, kadın-er-kek herkese İslâm'ı yaymak, onlara Kur'an okuyup Kur'an'ın ahkâm ve nizamını açıklamak üzere Medine'ye dönmüşlerdi. Bunun için, îslâm bir yıl içinde Medine'de büyük bir hızla yayıldı. Hattâ Medine'de islâm'ın girmediği ev kalmadı. Her evin halkı, her zaman, İslâm'dan, İslâm'ın özelliklerinden ve onun hükümlerinden bahseder olmuştu. İşte her yerde ve her dönemde Müslümanın ödevi budur... İkinci Fark: Birinci bey'ata konulan maddeler, güç kullanarak yapılan cihada işaret etmekten uzaktır. Fakat ikincisinde bu, işaret yollu ifade edilmiştir. Hattâ, her yolla, Resûlullah'ı ve dâvasını sa . vunma zarureti ile cihad zarureti açıkça ifade edilmiştir. Bu farkın sebebi şuradan ileri gelmektedir. Birinci Akabe bey'-atında bulunan kişiler, ertesi yıl hac mevsiminde ve aynı yerde Re-sûlullah ile tekrar buluşmak üzere, o an Müslüman olanlardan daha büyük bir kalabalıkla dönmek ve sözleşmeleri ile bey'atlarını tekrar yenilemek için izin alıp gitmişlerdi. Madem ki, henüz savaş için izin gelmemişti ve bu bey'at eden kişiler, bir yıl sonra tekrar Resûlullah ile buluşacaklar, öyle ise savaşmak için söz vermeyi gerektiren bir durum yoktur. O halde, birinci bey'at, daha sonra kadınların yaptığı bey'atın maddelerini taşıdığına ve bu maddelerin de sınırlı tutulduğuna göre, geçici bir bey'at oluyordu. İkinci bey'ata gelince o, Resûlullah'm Medine'ye yapacağı hic-" rete temel teşkil etmiştir. Bunun için ikinci Akabe bey'atı, Medine'ye hicretten sonra meşruiyeti tamamlanacak olan prensipleri kapsamaktaydı. Bu prensiplerin başında cihad ve da'veti kuvvet kullanarak savunma- gelmekteydi. Cihad, her ne kadar Mekke'de meşruiyetine izin verilmemiş olsa bile, yine de bir hükümdür. Ama Allah Azze ve Celle, bunun yakın bir gelecekte meşru kılınacağını Re-sûlullah'a ilham etmişti. Buradadan da anlıyoruz ki, islâm'da savaşın meşru kılınışı, sahih olan görüşe göre, ancak Resûlullah'ın hicretinden sonra olmuştur, îbn Hişâm'ın siyretlndeki «Cihad, tkinci Akabe bey'atında, hicretten önce meşru kılındı» sözünden anlaşılan mânâ doğru değildir. İkinci Akabe bey'atının maddelerinde, savaşın o zaman meşru kılındığına dair bir işaret bulunmamaktadır. Çünkü Resûlullah (s. aV) Medinelilerden geleceğe dönük olarak, yâni kendisi onların yanına hicret edeceği ve onların yanında ikamet edeceği için cihad sözü almıştı. Yukarıda zikri geçen Abbas bin Ubâde'nin şu: «Seni hak dinle gönderen Allah'a andolsun ki, istediğin takdirde yarın sabah, M in a'da bulunan halkın üzerine kılıçlarımızla saldırır, kılıçtan geçiririz» sözüne karşılık Peygamberimizin: «Bize henüz bu şekilde hareket etmemiz emrolunmadı. Fakat siz, yerlerinize dönünüz» şeklindeki cevabında, buna delil bulunmaktadır. Cihad ve cihadın meşruiyeti hususunda ilk inen âyetin şu aşağıdaki âyet -olduğunda ittifak vardır: «Kendilerine savaş açılan mü'minlere (kâfirlere karşı savaş için) izin verildi. Çünkü onlar zulme uğradılar. Şübhe yok ki, Allah mü'minlere zafer vermeye kadirdir[88]». Timizi, Nesaî ve diğerleri îbn Abbas'tan şu hadîsi rivayet etmişlerdir. İbn Abbas (r.a.) şöyle dedi : «Resûlullah (s.a.v.) Mekke'den dışarı çıkarılınca, Ebû Bekir (r. a.) : «Peygamberlerini çıkardılar - Biz Allah'tan geldik, yine Allah'a dönücüleriz - ama onlar mutlaka kırılacaklardır. dedi. îbn Abbas diyor ki, Allahü Teâlâ: «Kendilerine karşı savaş açılan mü'minlere (kâfirlerle savaşmak için) izin verildi. Çünkü onlar zulme uğradılar. Şübhe yok ki, Allah mü'minlere zafer vermeye kadirdir» âyetini indirince; Hz. Ebû Bekir (r.a.î dedi ki: «İleride savaş olacağını kesinlikle anladım..[89]». Bütün bunlardan şu iki husus ortaya çıkıyor: 1- Savaş başlamadan önce, İslâm'ı tanıtmak, ona çağrıda bulunmak, delillerini ortaya koymak ve islâm'ın anlaşılmasında engel olacak problemleri çözmek en münasib olanıdır. Bu hususun, cihadın ilk merhalelerinden olduğunda şübhe yoktur. Bunun için, bu merhaleyi gerçekleştirmek, sorumluluğunda tüm müslümanlann müşterek olduğu bir farz-i kifâyedir. 2- Allah'ın kendi kullarına sığınıp saklanacakları bir kale mesabesinde olan Dârü'l-îslâm (İslâm yurdu) bulununcaya kadar, onlara savaş ödevini yüklememesi, O'nun merhametinin sonucu-suydu. îşte bundan dolayı İslâm'da ilk yurt (Dârü'l-lslâm) Medine-i Münevvere olmuştu. [90] |
1650 kez okundu |
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |