İşkenceİşkence
Kureyş, Resûlullah (s.a.v.)'a ve ashabına karşı düşmanlığını iyice artırmıştı. Allah Resulü de onların işkencelerinden her türlüsü ile karşı karşıya gelmişti. Onlardan birini, Abdullah bin Anır bin el-Âs şöyle naklediyor: «Nebi Sallâllahü Aleyhi ve Sellem, Kabe'nin Hıcr[20] denilen ye^ rinde namaz kılarken Ukbe bin Ebî Muayt çıkageldi. Ukbe, Resû-lullah'ın elbisesini toplayıp, mübarek boynuna dolayarak, hırsla onu boğmaya çalıştı. Bu sırada Hz. Ebûbekr (r.a.) de gelip yetişti. Hattâ Ukbe'nin omuzundan tutup öteye fırlattı ve «Rabbim Allah'tır, diyor diye faziletli bir adamı öldürecek misiniz?[21] dedi. Abdullah bin Ömer (r.a.)'in rivayet ettiği hadîs de, bu işkence örneklerinden biridir. Abdullah bin Ömer şöyle anlatıyor: «Bir defasında Resûlullah (s.a.v.) secdede iken, etrafında Ku-reyş'ten bazı kimseler vardı. O sıralarda, Ukbe bin Ebi Muayt, elinde yeni boğazlanmış bir devenin işkembesi ve döl yatağı ile geldi. Elindekini Resûlullah'ın sırtına attı. Artık Resûlullah başını secdeden kaldıramadı. Bunun üzerine hemen Fâtıma (r.a.) gelip yetişti. Babasının üzerindeki pislikleri alıp, bu işi yapanın üstüne attı[22]». Resûlullah (s.a.v.) her ne zaman, Kureyş müşriklerinin aralarından yürüyüp geçse veya sokaklarda onlarla karşılaşsa, ya da yanlarına uğrasa, hakaretin, alayın kaş-göz hareketinin her çeşidini ona yöneltiyorlardı. Bir kısım müşrikler. Peygamberimiz Mekke sokaklarından geçerken, yerden toprak alıp başına saçmak için karar aldılar. Başı toz toprak içinde Peygamberimiz evine döndü. Kızlarından biri ayağa kalkıp, hem ağlıyor, hem de başındaki toprakları temizliyordu. Allah Resulü de kızma: «Ağlama kızım, şübhesiz Allah onların bana yaptıklarına engel olacaktır'[23]» buyuruyordu. Peygamberimizin ashabından (Allah hepsinden razı olsun) bazıları işkencenin her türlüsünü tadıyorlardı. Hattâ onlardan işkence altında can verenler ve gözlerini kaybedenler bile vardı. Bunların hiçbiri, onları Allah'ın dininden vazgeçiremedi. Onların uğradıkları azab ve işkencelerden örnekler vermeye kalksak konu çok uzar. Fakat burada Buhârî'nin Habbab bin el-Eret'ten rivayet ettiği hadîsi naklediyoruz. Habbab şöyle anlatıyor: «Peygamber Efendimiz, Kabe'nin gölgesinde kaftanım yastık yaparak, ona yaslanıp dinleniyorken yanına geldim. Müşriklerden şiddetli'bir işkence görmüştük. Ben: «Yâ Resûlâllah, çektiğimiz şu işkencelerden dolayı bizim için Allah'a dua etmiyecek misin?» dedim. Bunun üzerine Peygamberimiz hemen doğrulup, oturdu. Benz! kızarmıştı. Şöyle buyurdu: «Sizden önceki ümmetler arasında öyle kimseler vardı ki, demir tarakla bütün derileri ve etleri kemiklerinden ayrılırdı da bu işkence yine onu dininden döndüremezdi. Allah elbette bu işi (İslâmiyet'i) tamamlayacak ve üstün kılacaktır. Hattâ hayvanına binip San'a'dan ta Hadra-Mevt'e kadar tek başına giden bir kimse Allah hariç hiç kimseden korkmayacak...»[24]
İbretler Ve Öğütler
Düşünen bir kişi, Resûlullah'ın ve ashabının, müşriklerden gördüğü, çeşitli işkence ve cefalara bakınca, aklına gelen ilk şey, kendi kendine şu soruları sormak olacaktır: Resûlullah ve ashabı, Hak üzerinde oldukları halde, karşılaştıkları bu azab ve işkence de nedir? Onlar Allah'ın ordusu olduğu halde, aralarında Resûlullah bulunduğu halde ve onlar Allah'ın dinine çağrıda bulunurlarken ve onun yolunda savaşırlarken-, nJçin Yüce Allah onları bu işkenceden korumadı? Bu soruların cevabı şudur: Dünyada insanın en başta gelen vasfı mükellef oluşudur. Yâni insan, Allah tarafından içinde külfet ve meşakkat bulunan şeyleri taşımakla görevlendirilmiştir. İslâm'a da'vet işi ve Allah'ın adını yükseltmek için yapılan cihad, teklifle ilgili şeylerin en önemlilerindendir. Teklif ise, Allah'a karşı kulluk ödevlerinin en önemlisidir. Çünkü teklif yoksa, Allah'a karşı kulluğun bir anlamı olmaz. İnsanın Allah'a karşı kulluğu, Yüce Allah' ulûhiyyetinin gereğidir. Eğer Allah'a karşı kulluğumuzu idrâk edememiş isek, o zaruretlere inanmanın bir anlamı kalmaz. Bu duruma göre hakikaten, ubûdiyyet yâni kulluk, teklifi (ödev-lendirme, teklif ise sıkıntılara katlanmayı ve nefs mücahedesini gerektirir. Bunun için, şu dünyada, kulların ödevi iki işi gerçekleştirmek olmuştur. Birincisi: İslâm'a sımsıkı bağlanmak ve gerçek îslâm toplumunu kurmak. İkincisi: Bu uğurda meşakkatli yollara girmek, her türlü tehlikeyi göze almak, bunu gerçekleştirmek için malı ve cam feda etmek. Yâni, Allah bizi bir gayeye inanmakla mükellef kıldı. Problem, her ne kadar güçlüklere ve zorluklara varırsa varsın, Yüce Allah, bizi bu gayeye varan uzun ve meşakkatli yola girmekle mükellef kıldı. Allah isteseydi, îslâmi toplumu kurma yolunu kolaylaştırır ve dümdüz yapardı. Ama, o zaman, bu yolda yürümek, yolcunun, kulluk görevlerinden hiçbir şeye defti olmazdı. Müslümamn, Allah'a iman ettiğini açıkladığı gün, mahnı ve canını O'na sattığına, arzu ve isteklerinin, Resûlullah'ın getirdiği prensiplere uyacağına da delâlet etmezdi. Elbette o vakit, bu yolda, mü'min ile münafık, doğru ile yabancı birleşebilirdi. Biri, diğerinden farkedilmezdi. O halde, Allah yoluna çağıranlar ve îslâm toplumunu kurma yolunda mücahede edenlerin karşılaştıkları şeyler; tarihin başlangıcından beri, kâinatta ilâhi bir kanundur. Şu üç hikmet onları gerekli kılar. Birinci Hikmet: însandan hiç ayrılmayan Allah'a karşı kulluk sıfatı. Cenâb-ı Hak: «Ben insanları ve cinleri yalnızca bana kulluk etsinler diye yarattım» buyururken, bunu açıklamıştır. İkinci Hikmet: Kulluk vasfından kaynaklanan teklif sıfatı. Akıllı olarak rüşt çağma ulaşan hiçbir kadın veya erkek yoktur ki; Allah tarafından, kendi nefsinde îslâm şeriatını, yaşadığı toplumda da îslâm nizamını gerçekleştirmek için mükellef kılınmış olmasın. Yâni, teklifin mânâsı tahakkuk edinceye kadar, bu uğurda birçok eza ve cefaya katlanmak gerekir. Üçüncü Hikmet: Sadıkların doğruluğunu, yalancıların yalanını ortaya çıkarmak. Eğer insanlar, Allah sevgisini ve îslâm dâvasını sadece dillen ile ifade etmeye başlasa, o zaman yalancı ile doğru sözlü eşit olurdu. Fakat imtihan ve musibetlerle denenme, ikisi birden, doğru sözlüyü yalancıdan ayıran yegâne ölçüdür. Yüce Allah Kur'ân-ı Hakîm'inde şöyle buyurmuştur: «Elif-Lâm-Mîm. İnsanlar imtihandan geçirilmeden sadece, «iman ettik» demeleriyle bırakılı-vereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, biz onlardan öncekilerini de imtihandan ge cirmi sizdir. Elbette Allah doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.[25]Yine Yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor: «Yoksa Allah içinizden, cihad edenleri ve sabredenleri belirtmeden, Cennet'e gireceğinizi mi sanıyordunuz?[26]». Allah'ın kulları hakkındaki kanunu bu olduğuna göre, peygamberleri ve sâlih kulları hakkında bile Allah'ın kanununun değişmediğini göreceksin. Bunun için Allah Resulü ve ondan önceki tüm Resuller ve Nebiler eziyet gördü. Bundan dolayı Resûlullah'ın ashabı işkenceye mâruz kaldı. Hattâ onlardan işkence altında ölenler, gözlerini kaybedip kör olanlar vardı. Halbuki onların fazlı yüce, Allah katındaki değerleri yüksek idi. Okuyucu, bir müslümanın, İslâm toplumunu kurma yolunda karşılaştığı işkencenin karakterini anladığı zaman; bir kısım insanların zannettikleri gibi; hakikatta o işkencenin, bir ceza veya sâliki yolundan alıkoyan ya da mücahidi gayesine varmaktan engelleyen birşey olmadığını anlamış olacaktır. Bilâkis o, Allahü Teâlâ'nm kendisine, doğruca varmayı emrettiği gaye ile müslüman arasında çizdiği tabii yola girmiştir. Yâni müslümanlar, Allah'ın kendilerini ulaşmakla mükellef kıldığı gayeye doğru giden yollarında, gördükleri işkence kadar ve aralarından verdikleri şehit miktarınca O'na yaklaşıyorlar demektir!.. Bunun için bir müslümana, meşakkat veya zorlukla karşı karşıya geldiği zaman, umutsuzluğa kapılması yakışmaz. Bilâkis bu durum, tslâm dininin karakteriyle uyum sağlamış bir durumdur. Müslümanlar, ne zaman Allah'ın emrini gerçekleştirmeye çalışarak, zarar ve musibetlere daha fazla tahammül ettiklerine kanaat getirirlerse, zafer müjdesini beklemeleri gerekir... Okuyucum, düşün! Gerçekten bunun delilini açık bir şekilde Cenâb-ı Hakk'ın şu âyetinde bulacaksın: «Sizden önce gelenlerin durumu, sizin başınıza gelmeden, Cennet'e gireceğinizi mi zannettiniz? Peygamber ve onunla beraber mü'minler: Allah'ın yardımı ne zaman? diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı, iyi bilin ki, Allah'ın yardımı şübhesiz yakındır[27]». îslâm aksiyonunun karakterini anlamamış, eza ve cefadan gördükleri şeyleri zaferlerden uzaklaştıklarına delil ve işaret sanmış olan bu kişilere cevab, Yüce Allah tarafından: «İyi bilin ki Allah'ın yardımı şübhesiz yakındır» şeklinde olmuştur. Okuyucu bunun delilini açık bir şekilde yukarıda rivayet ettiğimiz Habbab bin el-Eret kıssasında bulur. Hani o, bütün vücudu işkence ile dağlanmış olduğu halde, Resûlullah'ın huzuruna gelip, halini ona arzetmişti. Ve müslümanlara zaferin gelmesi için ondan dua talep etmişti. Bunun üzerine, Resûlullah'ın ona cevabı da bu mânada olmuştu. Bir müslüman, bu işkence ve eziyetleri hayretle karşılıyorsa ve Allah yolunda bunları görmeyi garipsiyorsam bilsin ki, Allah'a inanan kulların hepsi hakkındaki kanun budur. İnanan kulların çoğu, dini uğrunda demir taraklarla tepeden tırnağa taranarak etleri kemiklerinden ayırdedilirdi, yine de bu durum, onları Allah'ın dininden vazgeçiremezdi. Eğer okuyucu, işkence ve eziyette zaferden umut kesme ve ümitsizliğe kapılma işaretleri gördüyse, bilsin ki, kendisi vehme kapılmıştır. Çünkü doğrusu, bu yolda yürürken ve zafere yaklaşırken acı çekmek ve işkence görmek en tabii bir durumdur. Peygamberimiz (s.a.v.), Yüce Allah'ın bu dini zafere ulaştıracağını, hattâ San'a'-dan, Hadra-Mevt'e kadar yürüyerek giden bir adamın, Allah'tan başka hiçbir şeyden korkuya kapılmayacağını - bir rivayetteki fazlalığa göre -koyunları hususunda kurdun saldırısından bile korkmayacağım, haber vermiştir. Bu mânânın aynısı, Resûlullah'ın ashabına Rum ve İran ülkelerinin kendi ellerine geçeceğini müjdelemesinde saklıdır. Bununla beraber, bu ülkelerin fethedilmes iancak, Resûlullah'ın vefatından kısa bir zaman sonra vuku bulmuştur. Halbuki tarih, o ülkelerin, Peygamberimizin arkadaşlarından birinin komutasında fethedildiğini kaydetmesine karşılık; bu ülkelerin, Resûluîlah'ın sağlığında ve onun komutasında fethedilmesi, onun Allah katındaki üstünlüğünün ve sevgilisi olmanın bir gereği idi. Zaferin, yukarıda açıkladığımız kanunla ilgisi olmasaydı, elbette bu husus, Allah'ın, Peygamberimize karşı beslediği sevginin gereğine yakın olurdu. Müslümanlar, Irak ve Suriye'deki zaferlerinin bedelini, Resûlullah'ın sağlığında, henüz Ödememişlerdi. Halbuki zaferden önce, onun bedelinin tümünü ödemek gerekir. Eğer Peygamberimiz onların arasında olsaydı, yine ödemek gerekirdi. Fetihlerin, Resûlul-lah'm adıyla ilgili olması ve Allah'ın Resûlü'ne karşı büyük bir sevgi beslemesinden ötürü, onun komutasıyla gerçekleşmesi, mes'ele değildir. Fakat, asıl mes'ele; Allah'a ve Resûlü'ne biat eden müslü-manların, bu biatlannda sadakat gösterdiklerini isbat etmeleri mes'e-lesidir. Bir de: «Allah şübhesiz, kendi yolunda savaşıp, öldüren ve öldürülen mü'minlerin canlarını ve mallarını, cennet karşılığında, satın almıştır[28]» âyeti altında, kabul ve rızâ gösterdikleri gün, Allah'a verdikleri sözde sadık kalmaları mes'elesidir. [29]
Uzlaşma Politikası
îbn Hişâm'ın îbn îshâk'tan rivayetinde şöyle denilmektedir: Bir gün, Utbe bin Rebia -kavmi arasında düşünce ve basiret sahibi bir liderdi - Kureyş'in bir toplantısında: «Ey Kureyş topluluğu! Kalkıp, Muhammed'in yanına gitsem, onunla bir konuşsam ve ona birtakım işler teklif etsem olmaz mı? Olur ki bazılarım kabul eder de, istediklerim ona veririz. O da bizimle uğraşmaktan vazgeçer» dedi. Onlar da: «Çok iyi olur, ey Velid'in babası! Hemen kalk, git, O'nunla bir konuş» dediler. Bunun üzerine Utbe gidip, Allah Resûlü'nün yanına oturdu. Söze şöyle başladı: «Ey kardeşimin oğlu! Sen de biliyorsun ki, Kureyş içinde soyca-sopca, şeref ve itibarca bizden üstünsün! Fakat sen kavminin başına da büyük bir iş, bir gaile getirdin. Bununla onların topluluklarını dağıttın. Akıllarını akılsızlık saydın... Beni dinle! Sana birşeyler teklif edeceğim! Bak, bunlardan bazısını kabul etmek işine gelir...» dedi. Resûlullah (s.a.v.) da ona: «Haydi, söyle ey Velid'in babası, seni dinliyorum» buyurdu. Utbe de: «—Ey kardeşimin oğlu! Senin şu getirdiğin ve üzerinde direnip durduğun işle, eğer mal ve servet sağlamak istiyorsan; sana bizimkilerden daha çok malın oluncaya kadar mallarımızdan mal toplayıp verelim. Eğer bununla, aramızda, daha büyük şan ve şeref kazanmak istiyorsan, seni kendimize büyük ve ulu tanıyalım. Senden başkası ile bütün ilgimizi keselim. Eğer bununla hükümdar olmak istiyorsan, seni kendimize hükümdar yapalım. Şayet, bu sana gelen, görüp de üzerinden atmaya güç yetireme-diğin bir evham, cinlerden perilerden gelme bir hastalık ve büyü ise, doktor getirelim tedavi ettirelim. Seni ondan kurtarmcaya kadar mallarımızı bu yolda saçarcasına harcayalım» dedi. Utbe sözlerini bitirdikten sonra, Peygamberimiz (s.a.v.î ona: «Ey Velid'in babası, söyleyeceklerini söyleyip, bitirdin mi?» diye sordu. Utbe de «evet» deyince, Hz. Peygamber (s.a.v.): «Şimdi sen de beni dinle,» dedi ve Fussilet sûresinin başından okumaya başladı : •Hâ-Mîm! Bu kitab, bilen ve anlayan bir kavm için, âyetleri ayrı ayrı açıklanmış, gereğince hareket edenleri, Cennetle müjdeleyici, etmeyenleri, uğrayacakları azabla korkutucu, Arapça bir Kur'-an olmak üzere, Rahman ve Rahim olan Allah tarafından indirilmiştir. Öyle iken onların çoğu, bundan yüz çevirmiştir. Artık onlar dinlemezler. Onlar: «Bizi da'vet edip durduğun şeye karşı kalb-lerimiz kapalıdır, kulaklarımızda bir ağırlık, bizimle senin aranda da bir engel vardır. Sen istediğini yap, biz de yapacağız» dediler. Onlara de ki: «Ben de sizin gibi bir insanım. Yalnız bana vahy olunuyor ki, «Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır. Artık O'na yönelin, O'n-dan bağışlanma dileyin. O'na eş, ortak koşanların vay başlarına geleceklere...[30]». Resûlullah böylece okumaya devam ederken, Utbe de dikkatlice dinliyordu. Resûlullah aynı sûrenin: «Onlar yine bir olan Allah'a iman etmekten yüz çevirir, putlara tapmakta direnirlerse, onlara de ki: «Âd ve Semûd kavimlerinin köklerini kazıyan saika (yıldırım) ya benzer bir azab ile sizin de kökünüzün kazınabileceğim hatırlatırım» (Fussilet: 13) âyetini okuyunca-, Utbe, Peygamberimizin ağzını tuttu, Âd ve Semud kavmini yakalayan azabın nerdeyse kendisini de hemen oracıkta yakalayıvereceğini sandı. Peygamberimizin okumaktan vazgeçmesi için akrabalık adına yemin verdirdi. Sonra Utbe, arkadaşlarının yanma dönüp, aralarında oturduğu zaman, arkadaşları: «Ey Velid'in babası, arkanda neler bıraktın?» Neler görüp geçirdin?» dediler. Utbe: «Arkamdaki mi? Öyle bir söz dinledim ki, vallahi ben onun bir benzerini daha hiç dinlemiş değilim. Yemin ederim ki, o ne şiirdir, ne sihirdir, ne de kehânettir. Ey Kureyş topluluğu! Beni dinlerseniz, siz bu adamı dâvası ile baş-başa bırakın, siz aradan çıkın. Ondan ayrılın. Vallahi benim ondan dinlediğim söz büyük bir haberdir. Siz, onu dışınızda kalan arap kabilelerine bırakacak, araya girmeyecek olursanız, iyi edersiniz. Onlar ona kâfi gelirler, engel olurlar. Eğer o, araplara galebe çalarsa, onun hâkimiyeti sizin hâkimiyetiniz, onun şerefi sizin şerefiniz demektir...» dedi. Arkadaşları, Utbe'ye: «Ey Velid'in babası, vallahi o, diliyle seni de büyülemiş!» dediler. Utbe de: «Bu benim, onun hakkındaki kanaatim. Siz kendi görüşünüze göre dilediğinizi yaparsınız» dedi. Taberi, îbn Kes'r ve başkaları şunu rivayet ettiler: Aralarında Velid bin el-Mugire, Âs bin Vâil olmak üzere müşriklerden bir grup, Resûlullah'm yanına gelip ona en zenginleri olacak kadar mal vermeyi, kızlarının en güzeli ile evlendirmeyi, bunlara karşılık onun, putlarına dil uzatmaktan ve âdetlerini akılsızlıkla suçlamaktan vazgeçmesini teklif ettiler. Resûlullah getirdiği hak nizama da'vetten vazgeçmeyince; bu sefer müşrikler: «Bir gün sen bizim putlarımıza taparsın, bir gön de biz senin ilâhına taparız» dediler. Resûlullah (s.a.v.) bunu da kabul etmedi. Bunu açıklar mahiyette, Kâfirûn sûresi nazil oldu: «De ki, ey kâfirler! Tapmam o taptıklarınıza. Siz de tapanlardan değilsiniz benim mabuduma. Hem ben tapıcı değilim sizin taptıklarınıza. Hem de siz tapıcılardan değilsiniz benim mabuduma. Sizin dininiz size, benim dinim bana...» Sonra Kureyş'in ileri gelenleri gelip, Utbe bin Rebia'nın başlattığı teşebbüsü yeniden başlatarak, toplu halde Resûlullah'm yanına gittiler. Peygamberimize başkanlık ve mal teklif ettiler. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) onlara: «Sizin söylediğiniz şeylerin hiçbirisi bende yoktur. Ben size, mallarınızı istemek, içinizde şöhret kazanmak ve başınıza lider olmak için gelmedim. Ama Allah beni size peygamber olarak gönderdi. Bana bir de Kitab indirdi. Allah bana iyiliklerinizden dolayı sizi Cennetle müjdeleyici, kötülüklerinizden dolayı da Cehennem azabı ile korkutucu olmamı emretti. Ben de Rabbimin bana vahyettiklerini size tebliğ ettim, size öğüt verdim. Size getirip tebliğ ettiğim şeyleri alıp kabul ederseniz, o size dünyada ve âhirettes nasip ve azığınız olur. Onu kabul etmeyip bana geri çevirirseniz, Allah aramızda hükmünü verinceye kadar bana sabretmek ve katlanmak düşer» dedi. Peygamberimizin bu sözleri üzerine onlar: «Sen yaptığımız tekliflerden hiçbirini kabul etrneyeceksen, bari şu dileğimizi yerine getir. Sen herkesten iyi biliyorsun k'., burası yâni Mekke vadisi dar, suyu kıt, geçimi zor bir memlekettir. Seni bize Peygamber olarak gönderen Rabbına yalvar, bize sıkıntı veren şu dağları kaldırsın da şehrimizi ova yapsın, orada bizim için Şam ve Irak'ta olduğu gibi ırmaklar akıtsın, geçmiş baba ve atalarımızdan bazı kimseleri de bizim için diriltsin. Diriltecek olanlardan bilhassa Kusay bin Kilâb'ı diriltsin ki o doğru sözlü, ulu bir kişidir. Senin söylediklerini onlara biz soralım bakalım o gerçek mi, yoksa boş, akılsız birşey midir? Yine Rabbin senin için bağlar, bahçeler, köşkler, altından ve gümüşten hazineler yaratsın. Seni bunlarla zengin yapsın da artık paraya pula ihtiyacın kalmasın, senin bizler gibi çarşı pazarda geçim peşinde koştuğunu görmeyelim. Eğer istediğimiz şeyleri yaparsan, seni tasdik ederiz. Bununla Allah katındaki mevkiini, dediğin gibi onun seni bir peygamber olarak gönderdiğini öğrenmiş oluruz» dediler. Resûl-i Ekrem Efendimiz onlara cevaben: «Ben böyle şeyleri ne yaparım, ne de Rabbimden isterim» dedi. Onlar yine bu uzun çekişme ve konuşmadan sonra, ona: «Senin hakkında bize iyice kanaat geldi ki, bunlar sana Yemâme'de kendisine Rahman denilen adanı öğretiyor. Vallahi biz Rahmân'a hiçbir zaman inanmayız. Yâ Mu-hammed-, biz sana neticenin iyi olmayacağını hatırlattık. Vallahi ya sen, ya biz yok olup gidinceye kadar senin yakanı bırakmayacağız» dediler. Sonra kalkıp oradan ayrıldılar. [31]
İbretler Ve Öğütler
Resûlullah (s.a.v.î'ın hayatından, yukarıda sunduğumuz sahnede üç tane işaret vardır. Onlardan her biri büyük bir önemi haizdir. Birinci İşaret: O işaret, Resûlullah'ın yürüttüğü da'vetin içyü-zündeki inceliği ayırmada bize açıklık getiriyor. Yeni bir ideoloji sahipleriyle, devrim ve ıslahat çığırtkanlarının; âdet olarak içlerinde gizledikleri gaye ve maksadlarıyla, peygamber dâvasının birbirinden ayrılmasını, karıştırılmam asını sağlıyor. Acaba Hz. Peygamber (s.a.v.) da'vetinin arkasında, hükümdarlığa ulaşma arzusunu mu gizliyordu? Yoksa, o zenginlik veya liderlik için güçlü bir mevkiye ulaşma arzusunu mu gizliyordu? Yahut da kendisine isabet eden bir hastalık sebebiyle gözüne görünen hayallerden mi kurtulamıyordu? Bu ihtimallerin hepsi, İslâm düşmanlarının ve tslâm'a fikrî savaş açanların ifrata vardırdıkları birtakım tahminlerdir. Fakat, Alemlerin Rabbi'nin kendi elçisi için hazırladığı yüce hayatın sırlarına bakınız!... Aziz ve Celîl olan Allah, Resûlü'nün hayatını, her türlü ihtimalin kökünü kazıyan, her şübheye giden yolu tıkayan; islâm'a fikrî savaş ilân eden kişileri, savaşlarında, saplandıkları yolda onlara şaşkına çeviren sahne ve tablolarla doldurdu. Kureyş müşriklerinin, Resûlullah'ın dâvasının karakterini, risâ-letiyle bağdaşmayacak hedefleri ve onun bu tekliflerden hiçbirine tenezzül etmeyeceğini çok iyi bildikleri halde; bu ihtimallerin hepsini kafalarında tasavvur etmeleri ve Resûlullah ile uzlaşma politikasına girmeleri, Allahü Teâlâ'nm açık hikmetlerinden biridir. Ve esasen ilâhî hikmet böyle olmasını murad etti ki; tarih sonrada'n gelecek olan îslâm düşmanlarının yalanlarını açıklasın. Vom Vloten ve Won Kromer gibi batılılar uzun uzun düşündüler... tslâm'a saldıracak ve şübhe sokacak bir yol bulamadılar. Ancak gözlerini hakikata kapatıp, şu iddiada bulundular: «Hz. Mu-hammed'in daVetindeki itici faktörler yalnızca başkanlık ve liderlik arzusuydu...» Onlar böyle bir iddia ile kafalarım sert kayalara vururlarsa, onları çok uzak mesafelere fırlatır tabiî... Yüce Allah bu müsteşriklerde önce bu düşünce ve arzuları teşvik etmek için Utbe bin Rebia ve benzerlerini bu işte kullandı. Onların hepsini Hz. Muhammed'in önüne serdi ki, yakın ve kolayca onlara nasip olsun ve hepsini Kureyş'e göstersin. Halbuki Kureyş alçaldı ve ona boyun eğdi. Kaldırdığı silâhı ve peygamberlerle ashabına uyguladığı işkence vasıtalarını elinden bıraktı. Mademki Hz. Peygamber da'vetinin ve risâletinin arkasındaki arzu ganimet idi, niçin kendisine verilen bu ganimete yönelnıedi ve Kureyş'in ileri gelenlerine yumuşak bile davranmadı? Hiç, başkanlık ve hükümdarlık isteyen bir insan, kendisine uzun bir görüşme, rica ve tehdit karışımı bir müzakere sonunda, istediği herşeyi vermeyi taahhüd edenlere karşı, şu cevabla sözü keser atar mı?: «Ben size, mallarınızı istemek, aranızda şöhret kazanmak ve başınıza lider olmak için gelmedim. Fakat Allah, beni, size peygamber olarak gönderdi. Bana bir de kitab indirdi. İyiliklerinizden dolayı cennetle müjdeleyici, kötülüklerinizden dolayı da azabla korkutucu olmamı bana emretti. Benim size getirip tebliğ ettiğim şeyleri alır, kabul ederseniz o, dünyada ve âhirette nasib ve azığınız olur. Onu kabul etmeyip bana iade ederseniz, Yüce Allah aramızda hükmünü verinceye kadar bana sabretmek ve katlanmak düşer.» Sonra, Resûlullah'm günlük yaşantısı bu sözlerine uymaktaydı. O, gizlice, kendi gayret ve çalışmasıyla başkanlığa ve hükümdarlığa varmak için onları sırf diliyle reddetmedi. Bilâkis Peygamberimiz, yemesinde ve içmesinde her türlü lüks ve israftan uzaktı. Yaşayışın-daki durumu, fakir ve yoksulların durumundan üstün değildi. Bu-hâri'nin rivayet ettiği bir hadiste, Hz. Âişe Validemiz şöyle dedi: «Re-sûlullah ts.a.v.) vefat ettiğinde mutfaktaki rafımda karnı aç bir adamın karnını doyuracak kadar bir miktar arpa vardı. Ben ondan yedikçe artıyordu.» Yine Buhâri'nin rivayet ettiği bir hadiste, Enes (r.a. şöyle diyor: «Resûlullah (s.a.v.) vefat edinceye kadar ne hı-van üzerinde birşey yedi, ne de hâlis buğday ekmeğinden yapılmış yufka ekmek yedi...[32]». Resûlullah (s.a.v.), giyim ve kuşamında da, ev eşyasında da çok sâde idi. Üzerinde yattığı hasır, yanında iz bırakıyordu. Onun asla yumuşak birşey üzerinde yattığı bilinmiyor. Hattâ bir gün, aralarında Hz. Âişe de bulunduğu halde. Peygamberimizin hanımla- rı, geçim sıkıntısından şikâyet etti. Ondan günlük ihtiyaçlarının, giyim kuşamlarının ve süs eşyalarının arttırılmasını istediler. Hattâ Sahâbe-i Kiramın hanımlarından, kendi akranları olan hanımların hiçbirisinden, şan ve şeref bakımından daha aşağı olmadıklarını bildirmek için Resûlullah'ın yanma geldiler. Peygamberimiz (s.a.v.) kızarak başını önüne eğdi ve hiçbir cevab vermedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk'ın şu âyetleri indi: «Ey Peygamber! Hanımlarına şöyle de: Eğer dünya hayatını ve onun ihtişamını istiyorsanız, haydi geliniz; sizi donatayım ve güzellikle bırakıp salıvereyim. Yok eğer Allah'ı, peygamberini ve âhiret yurdunu istiyorsanız; haberiniz olsun ki Allah içinizden güzel hareket edenler için pek büyük bir mükâfat hazırlamıştır[33]». Resûlullah bu iki âyeti de onlara okudu. Sonra onlan, ya içinde bulundukları hale göre kendisiyle birlikte yaşamayı kabul etmek,-ya da mal ve ziynet bolluğu ile nafakalarının artmasını da ısrar etmekle başbaşa bıraktı. Fakat bu son durumu tercih ettikleri takdirde, onlan bırakıp, güzellikle salıverecekti. Ama onlar üzerinde bulundukları hale razı olarak Resûlullah ile birlikte yaşamayı tercih ettiler[34]. Bütün bunlardan sonra, artık akıl -ama hangi akılla- Hz. Pey-gamber'in nübüvvetinin doğruluğu hususunda, nasıl şübheye düşebilir? Aklın veya düşüncenin, Resûlullah'm, peygamberlikle zenginlik arzusuna veya liderlik sevdasına tutulacağını zannetmesi nasıl doğru olabilir? Yukarıda zikrettiğimiz bu sahneden elde edilen birinci işaret işte budur... İkinci İşaret: Bu ikinci işarette bize, Resûlullah'ın tutunduğu yol ve takındığı tavırda bulunan hikmeti açıklıyor. Keyfiyeti ve türü ne olursa olsun, da'vet sonrasında lüzumlu gördüğün her siyaseti ortaya koymak hikmet olur mu? Ve senin hedefin olan gerçek bunların ötesinde olduğuna göre, her gördüğün yol ve sebebe sarılma yetkisini sana şeriat koyucusu verdi mi? Hayır... Gerçekten îslâm şeriatı gayelere yönelmeyi emrettiği gibi, sebeb ve yollara başvurmayı da emretmiştir. O halde Allah'ın gayeye ulaşmak için vesile kıldığı belirli yolun dışında; Allah'ın emrettiği gayeye varmak için herhangi bir yola girmen, senin hakkın değildir. Siyâset-i Şer'iyye ve hikmet'in itibarî birçok anlamları vardır. Fakat meşru kılınan sebeb ve vasıtaların hududu dahilinde olması gerekir, o kadar... Az önce naklettiğimiz şeyler buna delildir. Resûlullah'm, Ku-reyş'in ileri gelenlerinden gelen başkanlık veya hükümdarlık teklifini kabul ederek, liderliği ve başkanlığı nefsinde toplayıp, ileride İslâm da'vetine âlet etmesi mümkün görülecek, siyaset ve hikmet babında düşünülebilecek şeylerdir. Özellikle, sultan ve hükümdarın kişiler üzerinde kuvvetli bir otoritesi vardır. İdeoloji ve ekol sahiplerinin, halk kitlelerine kendi ideolojilerim ve ekollerini kabul ettirebilmek için, kendi otoritelerini kullanma bakımından yönetimi ele geç.'rme fırsatını kolladıkları bir gerçektir. Fakat Resûlullah (s.a.v.) böyle bir siyasete girmeye ve bunu dâvası için bir araç olarak kullanmaya asla razı olmadı. Çünkü, bu bizzat da'vetin prensiplerine aykırı düşer. Böyle bir tutumun, siyaset ve hikmet türlerinden telâkkisi caiz olsaydı; elbette doğruluğu apaçık olanla, yalanını gizleyen bir yalancı arasındaki fark ortadan kalkardı. Dâvalarında sadık olanlar, ismi hikmet ve siyaset olan geniş bir yol üzerinde gözbağcılar-la ve deccallarla yüz yüze kalırlardı. Şübhesiz ki, bu dinin felsefesi, her türlü gaye ve vasıtayı kullanmada doğruluk ve şeref kaideleri üzerinde kurulmuştur. Nitekim gayeyi ancak, doğruluk, şeref ve kelime-i Hak kıymetlendirir. Aynı şekilde vasıtayı da ancak kelime-i Hak, şeref ve doğruluk prensiplerinin ta'yin ve tesbit etmesi gerekir... Bundan dolayıdır ki İslâm devletinin sahipleri; birçok hâl ve durumlarda, fedakârlık ve cihada mecbur kalırlar. Çünkü tuttukları yol, sağa sola fazla yalpalanmaya izin vermez. Da'vette «Hikmet» prensibini, sadece da'vetçinin işini kolaylaştırmak veya meşakkat ve felâketlerden sakındırmak için meşru kılındığını sanmak yanlıştır. Bilâkis da'vette hikmet (siyaset) in meş-rûiyetindeki sır, sadece insanların akıl ve fikirlerine en uygun gelen yolları denemekten ibarettir. Bunun anlamı şudur: Durumlar çeşitli olunca ve da'vet yolunun önüne karşı çıkma ve yoldan alıkoyma gibi engeller dikilince; işte o zaman hikmet, sadece savaş için araç gereç hazırlamak, malı ve canı feda etmekten ibaret olur. Gerçekten hikmet, ancak birşeyi yerli yerine koymak demektir. Hikmet ile hilecilik ve dürüstlük arasındaki fark işte budur. Bir defasında Allah Resulü, bazı Kureyş ulularının îslâm dinini öğrenmeye geldiklerini görmüş de pek sevinmişti. Gayet memnundu, tüm olarak onlara yönelmişti. Onlarla konuşuyor, îslâm ha-kikatlanndan tefsir edilmesini istedikleri şeyleri onlara açıklıyordu. Hattâ onun bu memnuniyeti ve onların, doğru yolu seçmelerine dair aşırı arzusu onu, gözleri âmâ olan Sahâbî Abdullah bin Ümmü Mektûm'dan yüz çevirmeye sevketmişti. Resûlullah, Kureyş-lilerle konuştuğu sırada, Abdullah bin Ümmü Mektûm çıkagelmiş, dinlemek için yanlarında durmuştu. Bu son gelen âmâ sahâbî, Resû-lullah'a soru sormaya başlamıştı. Resûlullah da fırsatı kaçırmamaya gayret ediyordu. Bunun için Abdullah bin Ümmü Mektûm'a karşı başka bir zamanda cevab vereceğini söyledi. Bunun üzerine Yüce Allah, Resûlü'nü «Abese» sûresinde: «Yanma kör bir kimse geldi diye yüzünü asıp çevirdi» buyurarak azarladı. Ve her ne kadar Peygamber'in maksadı meşru ve güzel idiyse de, Allah onun bu içtihadım doğru bulmadı. Bunun sebebi şu idi: Bu tutum, bir müslümanın gönlünü kırmayı veya ondan yüz çevirme belirtisini, müşriklerin kalbini kazanmak için bir müslûmana iltifat etmemeyi ifade ediyordu. Bu ise meşru ve makbul olmayan bir tutumdu. Özet olarak diyebiliriz ki; bir müslümanın, İslâm'ın ahkâm ve prensiplerinden herhangi birini değiştirmeye veya da'vet ve öğüt vermede hikmete uyma adı altında, Şeriatın hudutlarını çiğnemeye ya da onu hafife almaya hakkı yoktur. Çünkü hikmete; ancak Şeriatın hudutları, prensipleri ve ahlâki kaideleri dahilinde sınırlandırılmış ve kayıtlandırılmış olduğu zaman hikmet olarak itibar olunur. Üçüncü İşaret: Bu işareti biz, Kureyş'in, Resûlullah'a uysun diye, şart koştuğu şu istekler karşısındaki durumundan çıkarıyoruz. O öyle bir durum idi ki; Yüce Allah o hususta kendi elçisini desteklemişti. Bütün müslümanların zikretfği şu âyet-i kerimeler onun hakkında indi: «Onlar şöyle dediler, bize yerden kaynaklar fişkırt-madıkca sana inanmayacağız. Veya hurmalıkların, bağların olup aralarından ırmaklar akıtmalısın. Yahut da iddia ettiğin gibi göğü tepemize parça parça düşürmeli, ya da Allah'ın ve melekleri karşımıza getirmelisin. Veya altın bir evin olmalı, yahut göğe yükselmelisin, ama oradan okuyacağımız bir kitab indirmezsen yine o yükselmene inanmayacağız[35]». Yüce Allah'ın müşriklerin bu isteklerini yerine getirnıeyişindeki sebeb bazılarının zannettiği gibi: «Hz. Peygamber'e Kur'an mucizesinden başka mucizeler verilmedi, bunun için de Allah anların bu isteklerini yerine getirmedi» şeklinde değildir. Asıl sebeb şudur ki; Allah - Azze ve Celle - ism-i ezelisi ile müşriklerin küfürlerin-den, inatçılıklarından ve Hz. Peygamber ile istihza etmekte ileri gitmelerinden dolayı, bunları istediklerini b'Iiyordu. Nitekim bu teklif ettikleri isteklerin türünde ve isteme üslûplarında çok açıktır. Allah onların iyi niyetlerini, isteklerindeki samimiyeti ve Resûlullah'ın doğruluğuna olan güvenlerini pekiştirmek için geldiklerini bilseydi; elbette onların bu isteklerini gerçekleştirirdi. Fakat bu konuda, Ku-reyş'in durumu, Yüce Allah'ın başka bir âyette niteliğini belirttiği hale uygun düşmektedir. O âyet şöyledir: «Onlara gökten bir kapı açsak da, oradan çıkmaya koyulsalar, yine, (Gözlerimiz döndü, biz herhalde büyülendik) derler[36]». Okuyucu bu konuyu öğrendiği takdirde, Yüce Allah'ın elçisine, ileride açıklayacağımız çeşitli mucizeleri lütfetmesi ile bu konu arasında bir çelişkinin olmadığını daha iyi anlamış olacaktır. [37] |
1459 kez okundu |
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |