Resülullah'ın Hayatında Îslam Da'vetinin MerhaleleriResülullah'ın Hayatında Îslam Da'vetinin Merhaleleri
İslâm da'veti, Resûlullah'ın hayatında, bi'setinden vefatına kadar dört devre geçirdi. 1. Devre: Gizlice da'vet. Üç yıl devam etti, 2. Devre: Savaş olmadan yalnızca dil ile açıktan yapılan da'vet. Bu da hicrete kadar devam etti. 3. Devre: Haddi aşanlarla ve kötülüğe başvuranlarla savaşmakla birlikte, açıktan da'vet... Bu dönem de, Hudeybiye anlaşmasına kadar sürdü. 4. Devre: Allah'a da'vet yolunda engel olarak çıkan veya müşriklerden, inkarcılardan ve puta tapanlardan - da'vet ettikten ve da'veti bildirdikten sonra - îslâm'a girmekten kaçınan herkesle savaşarak, açıktan yapılan da'vet... Bu dönem, İslâm'daki cihad hükmünün ve islâm Şeriatının, üzerinde karar kıldığı ve son şeklini aldığı dönemdir. [1]
a-Gizlice Da'vet
Resûlullah (s.a.v.), Allah'ın emrini yerine getirmeye koyulurken, önce insanları, tek olan Allah'a kulluk etmeye ve putlardan vazgeçmeye çağırmaya başlamıştı. Ama O, bunlara, şirk ve puta tapma konusunda mutaassıp (körü körüne bağlı) olan Kureyş'in üzerinde ani bir etki yapmasından endişelenerek gizlice da'vet ediyordu. Bunun için Hz. Peygamber da'veti, Kureyş'in umumi toplantılarında açığa vurmuyordu ve kendisine akrabalık veya eskiden tanıdık-lık bağıyla bağlı olanların dışında kimseyi da'vet etmemişti. İslâm dinine giren ilk kişiler arasında şunlar bulunuyordu-. Hü-veylid kızı Hadice (r.a.), Ali bin Ebi Tâlib, Resûlullah'm âzadlısı ve oğulluğu Zeyd bin Harise, Ebû Bekr bin Ebî Kuhâfe, Osman bin Affan, Zübeyr bin el-Avvam, Abdurra'hman bin Avf, Sa'd bin Ebl Vakkas ve diğerleri... (Allah hepsinden razı olsun). Bu zevat da tabiî,, Hz. Peygamber'le gizlice buluşuyorlardı. Onlardan biri, herhangi bir ibâdeti öğrenmek için ta'lim yapmak istese, Kureyş'in bakışlarından gizlenerek Mekke'nin civarındaki vadilere giderdi. İslâm'a girenlerin sayısı otuzun üstüne çıkınca, - kadın ve erkek buna dahil- Allah Resulü, ta'lim ve irşad ihtiyaçlarını gidermek, onlarla buluşmak için İbnu'l-Erkam'ın evini karargâh olarak seçti. Bu dönemde da'vetten elde edilen sonuç; yaklaşık olarak, İslâm'a giren kadın ve erkeklerden kırk kişi olmuştu. Bunların çoğu fakirlerden, azadlı kölelerden ve Kureyş arasında hiçbir mevkisi olmayan kişilerdendi[2].
İbretler Ve Öğütler
1- Resûlullah (s.a.v.)'ın da'vetinin başlangıcındaki gizliliğin yorumu: Şübhesiz ki, Resûlullah (s.a.vj'm, bu ilk yıllarda İslâm'a da'veti gizli tutması, kendi canından korkusu sebebiyle değildir. O, İslâm'a da'vetle görevlendirildiği ve Cenâb-ı Hakk'ın: «Ey örtülere bürünen Peygamber! Kalk, inzar et...» âyeti indği vakit, kendisinin insanlara Allah'ın elçisi olduğunu öğrenmişti. Bunun için O, kendisini bu da'vetle görevlendiren ve peygamber olarak seçen Allah'ın onu insanlardan korumaya ve himaye etmeye kadir olduğunu kesinlikle biliyordu. Şayet Allah, ilk günden itibaren O'na insanların arasında da'veti alenî olarak açıklamasını emretseydi, elbette O, bu konuda kendisine öleceği yer gösterilmiş olsa bile, yine bundan bir dakika geri durmazdı. Fakat Allah (c.c.) ilk devrede O'na da'veti gizli olarak sürdürmesini, ancak çok güvendiği ve kendisine inanacağını yakinen bildiği kimselere açmasını ilham etmişti. Bu da, da-.ha sonraki, da'vetçilere, zahirî sebeb ve tedbirlere başvurmanın meşru olduğuna dair ta'lim ve irşaddı. Da'vetin gaye ve hedeflerine varabilmesi için başvurulması gereken akl-ı selim ve doğru düşüncenin telkin ettiği vasıtaları da gösterdi. Buna rağmen, bütün bu sebeb ve vasıtaların Allah'a tevekkül ve itimada baskın çıkmaması, yine insanın bu sebeblere tutunmasına rağmen onun öz fikir, tasavvur ve hareketlerini kenetleyen bir anlayışa sahip olmaması da gerekir. Bu tür bir anlayışın Allah'a imanın kökünü kazıyacağı da bir gerçektir. Ayrıca İslâm da'vetinin karakterine de ters düşer... Buradan da anlaşılıyor ki, Resûlullah'ın bu dönemde da'vette takib ettiği metod, Allah'tan aldığını tebliğ eden bir nebi sıfatıyla olmaktan ziyade, bir lider olarak, siyaset-i şer'iye kabilinden bir tutumdu. Buna binâen, her asırdaki İslâm da'vetçilerinin; içinde yaşadıkları asrın durumuna ve şartlarına göre1 davetin keyfiye tindeki elastikiyeti, yâni sertlik veya yumuşaklığı, açıklık veya gizliliği kullan-, maları caiz olur. Bu elastikiyete, İslâm şeriatı, Resûlullah'ın siyre-tindeki gerçeğe dayanarak, birtakım şekiller veya zikri geçen dört merhale dahilinde birtakım sınırlar çizmiştir. Bunların tümünde, İslâm da'vetinin selâmeti ve müslümanların maslahatı gözönünde bulundurulmaktadır. Bunun için İslâm Hukukçuları; müslümanların savaş kararı aldıkları zaman; sayıca az, malzeme bakımından zayıf oldukları takdirde, düşmanlarını mağlûp edemeden öldürülecekleri kanaat; galip geleceği cihetle, hemen burada canı koruma maslahatının öne geçmesinin gerekli olduğu fikri üzerinde ittifak etmişlerdir. Çünkü mukabil maslahat -ki, o da dini korumaktır- zandan ibaretfr veya durum en azından menfidir... Izz bin Abdüsselâm bu tür bir savaşa girmenin haramlılığım açıklayarak şöyle der: «Düşmanı yenmek mümkün olmayınca yenilmek mukadderdir. Çünkü bu hususta direnmek can kaybına y^l açar. Bu da düşmanı güldürür, müslümam yıldırır. Buradaki direnme fesada yol açar. Fesadın devamında da maslahat yoktur[3]». Ben derim ki, burada canı koruma maslahatının öne geçmesi, yalnızca zahir yönündendir. işin hakikat ve uzak hedef yönüne gelince, vakıa o dinin maslahatıdır. Yâni dini koruma maslahatıdır. Çünkü dini maslahat - bu gibi hallerde - müslümanların, açılacak yeni fırsatlarda mücahedeyi sürdürüp üstün gelmeleri için, canlarının sağ bırakılması gereklidir. Aksi takdirde, müslümanların helak olmaları, bizzat dinin kendine zarar vermek ve düşmanların önlerindeki kapalı yolları açmak, hücum etmeleri için onlara imkân tanımak demek olur... Özet olarak; savaş veya açıktan da'vet, bizzat da'vetin kendisine zarar verecek nitelikte olursa; da'veti gizlemek veya sulh yapmak vâcib olur. Da'veti açıktan yapma imkânı varsa ve bu da faydalı ise; da'veti gizlemek câ-z olmaz. Savunma ve savaş gücü yeterli olduğu zaman zalimlerle ve fırsatçılarla anlaşma yapmak caiz değildir. Müslümanların, cihad hazırlıkları yeterli olduğu takdirde, kâfirlerle cihadı bırakıp evlerinde oturmaları da caiz değildir. 2- İslâm'a giren ilk kişiler ve onların diğerlerinden Önce İslâm'a koşmalarındaki hikmet: Siyret kitabları, ilk dönemde İslâm'a giren insanların büyük çoğunluğunun kölelerden, düşkünlerden ve yoksullardan meydana gelmiş karışık bir topluluk olduğunu bize naklediyorlar. Bundaki hikmet nedir? İslâm devletinin bu gibi insanların desteği üzerine kurulmuş olmasındaki sn- nedir? Bunun cevabı şudur: Bu durum, Enbiyâ'nın da've tinin ilk dönemdeki tabiî meyveleridir. Nuh'un kavmini düşünmelidir: Onlar Nuh'un etrafında bulunan mü'minleri nasıl insanların en düşükleri ve ahmakları olarak nitelendiriyorlardı. Kur'an onların bu sözlerini şöyle naklediyor: «...Biz seni ancak bizim gibi bir insan görüyoruz ve sana bağlı olanları, ilk bakışta, en düşkünlerimiz olarak görüyoruz...[4]». Fir'avun'a ve avanesine de bakmalı: Onlar da Mû-sâ'ya uyanları, nasıl zeliller ve ezilmişler olarak görüyorlardı? Hattâ Cenab-ı Allah, Fir'avun'u ve avanesini helak ettikten sonra, onlardan şöyle bahseder: «...Fir'avun'un işkencesi altında ezilen o kavmi, arzın bereketlerle donattığımız doğularına ve batılarına mirasçı kıldık[5]». Allahü Teâlâ'nın Hz. Salih (a.s.)'i peygamber olarak gönderdiği Semûd kavmine de bakmalı. Semûd kavminin çok kibirli liderleri ondan nasıl yüz çevirdiler? Halbuki ezilmiş insanlar Hz. Salih'e iman ettiler. Yüce Allah yine bu konuda: «Salih'in kavminden imana gelmeyip, kibirle nenler, içlerinden iman eden ezilmişler için alay yollu, şöyle dediler: -Siz Salih'in hakikaten, Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu biliyor musunuz? Onlar da: «Biz, doğrucu Ununla gönderilen herşeye iman edenleriz» dediler. O kibirlenerek iman etmeyenler: -Doğrusu biz, o sizin inandığınız şeyi inkâr eden kâfirleriz- dediler[6]. İşte bundaki sır budur. Gerçekten Allah'ın bütün Enbiyâ ve Re-sûl'lerle gönderdiği bu dinin hakikati, yalnızca, insanları diğer zalim insanların sultasından kurtarıp, Allah'ın hâkimiyet ve saltanatına sokmaktan ibarettir. O öyle bir hakikattir ki, tanrılık iddiasında bulunanların Tanrılığını, despotların hâkimiyetini, liderlik sevdasına düşenlerin ezici kuvvetlerini kökünden kazır. Yine bu hakikat, ezilmişlerin, zillete uğramışların ve her türlü hak ve hukuktan mahrum bırakılmışların durumunu düzeltmekle uygunluk arzeder. Allah için yapılan tslânı da'vetirün karşısına dikilme, yâni kibirlenme ve inad, bu tanrılık iddiasında bulunanlardan ve despotlardan gelmektedir. Allah'ın emirlerine boyun eğme ve o emirleri yerine getirme ise, bu ezilmiş insanların yapacağı işlerdir. Bak! Bu hakikat bütün çıplaklığıyla, Kadisiye savaşında Fars (tran) ordusunun komutanı Rüstem ile, Sa'd bin Ebî Vakkas (r.a.)'ın ordusunda basit bir asker olan Rıb'İ bin Âmir arasında geçen şu konuşmada kendisini göstermektedir. îran Komutanı Rüstem, Rıb'î bin Âmir'e şöyle der: - «Sizi bizimle savaşmaya ve ülkemize saldırmaya zorlayan şey nedir?» Bu soruya karşılık oda: - «Biz, arzu edenleri kullara kulluk etmekten çıkarıp, tek olan Allah'a kulluk etmeye yöneltmek için geldik» diye cevab verdi. Sonra, Rüstem'in sağında ve solunda eğilmiş insanların saflarına baktı ve hayretle : - Sizin hakkınızda bize birçok düşünce ve fikirler ulaşmıştı. Fakat ben sizden daha akılsız bir kavim görmüyorum. Biz müslü-manlar topluluğu, birbirimizi köle edinmeyiz. Zannetmiştim ki siz de bizim gibi birbirinize yardımcı oluyorsunuz. Halbuki bana gösterdiğiniz en iyi işiniz; bir kısmınızın öbürlerinin tanrıları olduğudur!..» dedi. Bunun üzerine ezilen zavallılar birbirlerine dönüp, «Vallahi bu Arap doğru söyledi» diye fısıldaştılar. Ama Komutanlar ve diğer yetkililer, Rıb'i'nin bu sözünde, e nân iye ti erine dokunup onu yakan yıldırıma benzeyen birşeyler buldular ve birbirine şöyle dediler: «Bu Arap öyle bir söz ortaya attı ki, artık kölelerimiz ona doğru yönelirler.[7] Bu söz, şu anlama gelmez: Herkesten önce İslâm'a koşan ezilmiş kişiler, İslâm'a, imandan ötürü girmediler. Aksine onlar ezenlerin ve ululuk taslayanların işkencelerinden kurtulmak için girdiler. Şöyle ki, tek olan Allah'a inanmak ve Hz. Muhammed (s.a.v.)'in getirdiklerini tasdik etmek, Kureyş'in ileri gelenleriyle, ezilmişler arasında müşterek bir ölçü olmuştu. Onlardan Hz. Muhammed (s.a.v.)'in Rabbinden getirdiği haberlerin doğruluğunu bilmeyen hiçbir kimse yoktu. Ancak Kureyş'in içindeki liderleri ve kendilerini büyük görenlerin liderlikleri, onları Resûlullah'a uymaktan ve ona boyun eğmekten alıkoymuştu. Bunun en tipik örneği; Resûlullah'ın amcası «Ebû Talibedir. Ama yoksullar ve ezilenler böyle değildi. Onların Hz. Peygamber'e boyun eğmelerine, imanlarıyla onun da'vetlne icabet etmelerine engel olacak herhangi birşey yoktu. Onlardan her-birinin Allah'ı en üstün kabul ettiği, Allah'ın hâkimiyetinin dışında bir hâkimiyete veya O'nun gücünün dışında bir güce aldırış etmediği, yalnızca Allah'ın ulühlyyetine iman ettiği anda, duyduğunu ve hissettiğini buna ekleyebiliriz. Allah'a imanın meyvesi olan bu şuur, aynı zamanda sahibine güç veriyor, sahibine saadet ve sevinç veriyor... Bu asırda, bir kısım îslâm düşmanlarının Hz. Muhammed (s.a. v.) 'in yerine getirdiği islâm da'vetinin, ancak Arap toplumunun ilhamından ibaret olduğunu ve o zamanki Arap fikir hareketinin şekillenmesinden başka birşey olmadığını iddia ettikleri vakit, onların ortaya attıkları iftiranın büyüklüğünü de buradan anlıyoruz: Eğer bu iş onların dediği gibi olsaydı; bu- da'vetin hasılatı, başlangıcından üç yıl sonra, erkek ve kadın olmak üzere kırk kişi olmazdı. Üstelik bu müslümanların tümü, yoksullardan, ezilmişlerden, köle ve âzadhlardan oluşmaktaydı. Onların başında Suheyb-i Rûmi, Bilâl-i Habeşi gibi yabancı milletten olan insanlar gelmekteydi. Üstelik, ileriki bahislerde, Hz. Peygamber'! kendi memleketinden hicrete zorlayan, etrafında bulunan insanları şuraya buraya dağılmaya ve göçmen olarak Habeşistan'a kadar gitmeye mecbur eden, bizzat bu Arap toplumunun olduğunu göreceksiniz. Bu durum ise, müsteşriklerin, Arapların düşünce ve temayüllerinin şekillenmesinden ibaret olduğunu iddia ettikleri îslâm davetine karşı, yine aynı Arapların gösterdiği bir hoşnutsuzluk olduğuna göre müsteşrikin yalanı ortada }salu.[8]
b- Da'veti Açığa Vurma
îbn Hişâm naklediyor: İnsanlar, kadınlardan ve erkeklerden oluşan gruplar halinde İslâm'a girmeye başladılar. Hattâ, Mekke'de İslâm'ın anılması yaygınlaştı ve herkes tarafından konuşulur oldu. Bunun üzerine Yüce Allah, kendi elçisine, hak olarak gelen şeyleri açıklamasını, kendi emrini halka duyurmasını ve kendisine inanmaya da'vet etmesini emretti. Allah Resûlü'nün işini gizli tutması ile. Yüce Allah'ın ona dinini açığa vurmayı emretmesi arasındaki zaman, Bi'set'ten itibaren üç yıldan ibarettir. Sonra Allahü Teâlâ, Resulüne: «Şimdi sen, sana buyurulam açıkça ortaya koy, puta tapanlara aldırış etme» buyurdu[9]. Ve yine Yüce Allah: «Önce en yakın soydaşlarını uyar, sana tâbi olan mü'minlere (tevazu) kanadını İndir[10]» ve: «De ki, ben apaçık bir uyarıcıyım.[11]'» buyurdu. Bunun üzerine, Allah Resulü, Rabbinin emrini yerine getirmeye başladı. Yüce Allah'ın: «Şimdi sen, artık sana emredileni açıkça ortaya koy, puta tapanlara aldırış etme» âyetine uyarak, Safa tepesine çıkıp: «Ey Fihr oğulları! Ey Adiyy oğulları!» diye seslendi. Nihayet hepsi toplandı. Dışarı çıkmayan kişiler de: «O da ne?» diye, bakması için adam gönderdiler. Hz. Peygamber ts.a.v.) onlara: «Ben size şu vadiden veya dağın eteğinden atlılar çıkacağını ve size saldıracaklarını haber versem beni tasdik eder miydiniz?» dedi. Onlar da: «Evet, şimdiye kadar senin yalan söylediğini görmedik» dediler. Bu sefer Peygamberimiz: «Ben size önümüzdeki şiddetli azabı haber veriyorum...» dedi. Bunun üzerine Ebû Leheb: «Yazıklar olsun sana! Her gün hüsrana uğrayasın. Bunun için mi bizi topladın?» diyerek Hz. Peygamber'e hakaret etti. Bunun için de Cenâb-ı Hak «Tebbet» sûresini indirdi.[12] Yine Resûlullah (s.a.v.î, Yüce Allah'ın «-Önce en yakın soydaşlarını korkut!» emrine uyarak, etrafındaki yakınlarım, akrabalarını ve oymağını toplayıp onlara şöyle dedi: - Ey Kâb bin Luey Oğulları! Kendinizi Cehennem ateşinden kurtarınız! - Ey Mürre bin Kâ'b Oğulları! Kendinizi Cehennem ateşinden kurtarınız! - Ey Abdü'ş-Şems Oğulları! Kendinizi Cehennem ateşinden kurtarınız! - Ey Abd-i Menâf Oğulları! Kendinizi Cehennem ateşinden kurtarınız! - Ey Abdülmuttalib Oğulları! Kendinizi Cehennem ateşinden kurtarınız! - Ey Fâtıma![13] Nefsini Cehennem ateşinden kurtar! Çünkü ben sizin için Allah tarafından verilmiş bir nüfuza mâlik değilim. Ancak sizinle aramda bir hısımlık bağı vardır ki onu da terk etmem...[14]» Kureyş'in Resûlullah'ı bırakıp gitmeleri, babalarından miras olarak aldıkları dini ve onların yaşama tarzlarını bırakmayacaklarını, ileri sürerek onun çağrısını kabul etmemeleri; Hz. Peygamber'-in da'vetini açıklaması karşısında Kureyş tarafından gösterilen bir reaksiyon olmuştu. Allah Resulü o vakit onlara akıl ve fikirlerini, babalarının gidişatını taklid etme ve onlara uyma köleliğinden kurtarmalarının zaruretini, akıl ve mantıklarını kullanmalarını önemle belirtmişti. Yine onlara, tapmaya devam edegeldikleri putlarının kendilerine ne bir fayda, ne de bir zarar vere m iveceklerini açıkladı. Kureyş'in baba ve dedelerinden miras olarak devraldıkları puta tapı-cıhk hususunda yalnızca taklid saikiyîe onları izlemelerinin, kendileri için bir özür sayıl amıyacağım izah etti. Nitekim AUahü Te-âlâ onların hakkında: «Onlar, Allah'ın indirdiğine ve o peygambere geliniz, denildiği zaman, «Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter,» dediler. Ya ataları birşey blmeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler?[15]» diye buyurmuştur. Resûlullah (s.a.v.) onların putlarına kusur bulup akıllarını ahmaklıkla suçladığı, babalarının ve dedelerinin âdetleri olan puta tapmalarından dolayı onların özürlerini kabul etmediği ve babalarını da akılsızlıkla suçladığı zaman; Kureyşliler işi büyüttüler ve onunla savaşa kalkıştılar. Allah'ın îslâm nimeti ile koruduğu kişiler hariç, bütün Kureyşliler Hz. Peygamber'in aleyhinde ve ona düşmanlıkta birleştiler. Ebû Tâlib ise bunların dışında kalmıştı. Ebû Tâlib, Peygamberimizi korudu ve ona acıdı, devamlı ona arka çıktı. [16]
İbretler Ve Öğütler
Resûlullah (s.a.v.)'m siyretinin bu bölümünde üç tane önemli işaret bulunmaktadır ki, biz onları aşağıda özetliyoruz: Birincisi: Resûlullah Cs.a.v.) İslâm da'vetini Kureyş'e ve bütün Araplara açıkladığı zaman, onları şimdiye kadar hiç beklemedikleri veya alışmadıkları bir durumla karşı karşıya getirdi. Okuyucu, bunu Ebû Leheb'in protestosunda ve müşriklerin ileri gelenlerinin, Re-sûlullah'a karşı çıkmak ve düşmanlık etmek üzere yaptıkları ittifakta açık bir şekilde görüyor. Kureyş'in bu tavrı, İslâm dininin ahkâm ve prensiplerini milliyetçiliğin bir meyvesi olarak tasvir etmeye kalkışanları, bir de Hz. Muhammed'in çağırdığı da'veti ile Arapların ideallerini ve arzularım temsil ettiğini savunan kişileri kesin bir şekilde reddediyor. Bir araştırmacı, Peygamberimizin siyretine vâkıf olunca; bu gülünç iddiayı münakaşa etmek veya reddetmek için, kendisini yormasına gerek kalmaz. Bu iddiayı, halkın arasında gündeme getiren kişiler, onun tutarsızlığını ve yanlış olduğunu önce kendileri biliyorlar. Fakat bu gülünç iddia, her halükârda İslâm dinini ve onun hâkimiyetini fikir ve prensiplerinden uzaklaştırmak için onların nazarında gerekli bir iddiadır. Bu iddianın gündeme gelmesi mümkün olsa bile, onun doğru olması o kadar önemli değildir. Fakat asıl önemli olan ve onlara faydalı olan, maksadlarımn bunu iddia etme ve gündeme getirmeyi gerekli kılmasıdır. Belki de okuyucu, bu konunun bir yönünü, beşinci mukaddimede geniş bir şekilde zikrettiğimizi unutmamıştır... İkincisi: Allahü Tealâ'mn, Resulüne: «...Emrolunduğun şeyi açıkla...» âyetiyle, genel bir emirle yetinerek, özellikle akrabalarını ve soydaşlarını korkutmasını emretmemesi mümkündü. Çünkü soydaşlarının ve akrabasının bütün fertleri, huzurlarında da'veti ve cehennem azabını açıklayacağı tüm kişilerin içine giriyordu. O halde, soydaşlarını korkutma emrinin hususiyetindeki hikmet nedir? Bu sorunun en güzel cevabı şudur: Bu tür bir emirde umumî olarak bir müslümanı, hususi olarak da da'vet sahiplerini,,, yâni İslam idealistlerini ilgilendiren sorumluluğun derecelerine işaret vardır. Sorumlulukta en aşağı derece, kişinin kendinden sorumlu olma-. sidir. Bu derecenin hakkını vermek için, uzunca bir dönem olan vahyin başlangıç dönemi geçti. Yâni, Hz. Muhammed kendisinin peygamber olduğuna kanaat getirinceye kadar ve yine kendisine inen şeylerin sadece Allah'ın vahyi olduğuna inanıncaya kadar bu dönem devam etti. Bu duruma göre Peygamberimiz önce kendisine iman ediyor ve ileride alacağı ahkâm ve prensipleri kabul etmesi için kendisini hazırlıyor. İkinci dereceye gelince, o da, müslümanın kendi ailesinden ve bakmakla mükellef olduğu yakın akrabasından dolayı sorumluluğudur. Yüce Allah, bu mes'uliyetin hakkını vermeye dikkat çekerek; umumi ve açıktan tebliği emrettikten sonra, aileyi ve yakın' akrabaları cehennem azabıyla korkutma ve onlara islâm'ı tebliğ etme zaruretini özel olarak belirtti. Sorumluluğun bu derecesinde, akraba ve aile sahibi her müslüman, sorumluluk yükünü taşıma zaruretinde müşterektir. Bir müslümanın, akrabalarını ve ailesini İslâm'a da'veti ile peygamberin kavmini da'vet etmesi arasında hiçbir fark yoktur. Ancak peygamber kavmini, Allah tarafından indirilmiş yepyeni bir şeriata çağırır. Bir müslüman ise, kendilerine gönderilen peygamberin da'veti ile çağırır, peygamberin diliyle konuşur ve onun adına tebliğ eder. Bir Nebinin veya Resulün kendine vahyolunanları kavmine tebliğ etmekten vazgeçip, onların arasında oturması caiz olmadığı gibi, aynı şekilde aile reisinin kendi aile ve efradına tebliği bırakıp da oturması caiz olmaz. Aksine aile reisinin onları buna uymaya ve sıkı sıkıya tutunmaya teşvik etmesi vâcib olur. Sorumluluğun üçüncü derecesine gelince, o da, âlim kişinin oymağından veya kendi memleketinden, hâkimiyet sahibi yöneticinin devletinden ve milletinden sorumlu olmasıdır. Bunların her ikisi de yâni yönetici ve âlim bu konuda peygamberin yerini tutarlar. Çünkü her ikisi de, Hz. Resûlullah'ın «Alimler, Nebilerin mirasçılarıdır» diye buyurmasına ve hakim ile imâmın «halife» olarak isimlendi-rilmesine göre, Peygamberin şer'i mirasçılarıdır. Yâni imâm ve hakim Resûlullah'ın halifesidtr[17]. İslâm toplumunda, şeriatı iyi anlama ve kavrama, imâm ve hakimin başta gelen ödevlerinden olduğuna göre; Resûlullah'a yüklenilmiş mes'uliyetin karakteri :1e hakimlerle, başkanlara ve ulemaya yüklenilen mes'uliyet arasında kapsam ve genellik bakımından herhangi bir fark yoktur. Yukarıda da söylediğimiz gibi. Peygamber kendisine vahyedilen yeni bir şeriatı tebliğ eder. Ama berikiler ise; tebliğlerinde ve yaptıklarında Peygamberi izlerler, onun hidâ-yetiyle doğru yolu gösterirler, Peygamberin sünnetine ve siyretine sarılırlar. Bu duruma göre Hz. Peygamber (s.a.v.î'in mükellef bir müslü-man olması hasebiyle kendi nefsinin sorumluluğunu, aile reisi ve yakın akraba sahibi olması vasfıyla, kendi ailesinin sorumluluğunu; sonra Allah tarafından gönderilmiş bir Resul ve Nebi olması sebebiyle tüm insanların sorumluluğunu taşıyordu. Her mükellef, birincisinde, her aile sahibi ikincisinde, âlimler ve hakimler de üçüncüsünde, Peygamber (s.a.v.) ile bu sorumluluğu paylaşırlar. Üçüncüsü: Resûlullah (s.a.v.) kavmini, babalarından ve dede-rinden miras kalan an'anelere, iyilik ya da kötülüklerini düşünmeden körükörüne bağlanmalarından dolayı onları yermişti. Yine onlara kendilerini hiçbir fikir ve mantık esasına dayanmayan âdet ve an'ane yobazlığından, akıl ve fikirlerini, körükörüne bağlanma esaretinden kurtarmaları için çağrıda bulunmuştu. Bu çağrısında da, îslâm dininin - akaid ve hükümlerinin - yalnızca akıl ve mantık esası üzerinde kurulmuş olduğuna, bu dine sımsıkı sarılmadaki maksadın da sadece, kulların dünya ve âhiret maslahatlarına uygun olduğundan ötürü yapıldığına işaret vardır. Bunun için, Allah'a imanın ve O'na tâbi olan diğer itikadı şeylerin sıhhatinin şartlarından en önemlisi, herhangi bir örf ve âdetin en basit bir etkisi olmadan, kesin bilgi ve hür düşünce esası üzerine kurulmuş olmasıdır. Hattâ «Cevheretü't-Tevhid» sahibi, meşhur bir beytinde: «Her kim, tevhidde, kurtulmadı taklidden, Onun da imanı kurtulmaz tereddütten» demektedir. Buradan da anlaşılıyor ki, İslâm dini sapık âdet ve an'anelere ve onların esaretine girmeye karşı savaş açmak için gelmiştir. Çünkü o, tüm ahkâm ve prensiplerinde, müslümanlara akıl ve mantık esası üzerine seslenmiştir[18]. Halbuki âdet ve an'aneler, yalnızca başkalarına uyma ve onlara bağlanma sebebine dayanmaktadır. Yâni onlarda hür düşüncenin ve inceleme unsurunun hiçbir etkisi bulunmamaktadır. Çünkü «Tekâlid : An'aneler» kelimesi Arap dilinde ve sosyolojide şöyle tanımlanmaktadır: «Atalardan çocuklarına miras kalan âdetler topluluğu veya bir bölgede ya da bir toplumda yaşayan insanların birbiriyle münâsebetleri sonucunda birbirine geçen âdetler ve gelenekler. Ancak bunun taklid olmasının âmili hayatın ve var oluşun sebebi olarak bu âdetleri devam ettiren bir Uder fikrin, bir taassub kayd ü şartı vardır.» insanların kendi toplumlarındaki yaşama tarzını, sevinçlerinde-ki eğlence biçimini, üzüntü ve hüzünlerindeki yas tutma şekillerini, temas ve te'sir yoluyla kendiliğinden alınmış veya eski âdetlerin etkisiyle yerleşmiş bulunan davranışları alışkanlık haline getirmelerine sosyolojide ve dil ıstılahında «Tekâlid, an'ane» adı verilmektedir. Bu husus, okuyucu için açıkça ortaya konunca, artık îslâm dininin «Tekâlid» diye isimlendirilen şeylerden - bunlar ister inançla ilgili olsun, isterse çeşitli ahkâm ve nizam içinde olsun eşittir -hiçbirini bünyesinde taşımasının mümkün olmadığını daha iyi kavramış olacaktır. Çünkü akide, akıl ve mantık esasına dayanmaktadır; ahkâm ise dünyevî ve uhrevi maslahatlar esasına dayanmaktadır ki; o maslahatların bazı akıllar bir kısım hikmet ve sebeblerini anlamakta âciz kalsalar bile, yine de şahsı düşünce ve inceleme ile anlaşılabilirler. Bu açıkça ortaya çıkınca, artık, İslâm'daki çeşitli ibâdetlerle, ahkâm-ı şer'iyyeye ve ahlâkî prensipler için; «tslâmi âdet ve an'aneler» tabirini kullanan kişilerin içine düştükleri hatanın büyüklüğü iyice anlaşılmış olur. Çünkü, bu haksızca isimlendirme ve öylece etrafa yayma, zihinlere şunu ilham eder: İslâm ahlâk ve davranışlarının kıymeti, içinde beşer saadetinin sırrının gizlendiği ilâhî bir prensip olması sebebiyle değil de, îslâm ahlâk ve nizamı ile alâkalı herşeyin yalnızca atalardan ve dedelerden miras olarak kalan eski âdetler olması sebebiyledir. Şübhesiz ki bu hatalı ilhamın kesin sonucu şu olur: Herşeyin değişip, ilerleyip, yenilendiği bir asırda bu eski mirası alıp topluma yükleyeceksiniz ve tabiî olarak da kimse ayak uyduramayacaktır!.. Hakikat şudur ki. îslâmi hükümlere bu damgayı vurmak affedilecek cinsten bir hata değildir. Ancak o, bâtıl damgalarla İslâm'a karşı ilân edilen harp zincirinin bir halkasıdır. «Îslâmi an'aneler tabirini yaymaktaki asıl maksad' îslâmi nizam ve hükümlerin, getirilip üzerine «an'aneler» etiketini asmaktır. Nihayet bunun üzerinden bir zaman geçip, insanların zihninde, «an'aneler»in anlamıyla, Islâmî düzen ve ahkâm arasında bir bağıntı kurulunca; halk da bu îslâmi düzenin, gerçekte, akla ve bilgiye uyan bir temel üzerine kurulmuş prensip ve ilkeler olduğunu unutunca; İslâm düşmanlarının, girebilecekleri noktadan İslâm'a saldırmaları kolaylaşmış olacaktır. Zira müslümanlar gözlerini açıp, uyanınca; evlenme ve boşan-. ma, kadının örtünmesi ve korunması gibi İslâmî hüküm ve prensiplerin, genel ahlâk kurallarının üzerine «an'aneler» örtüsünün geçirildiğini göreceklerdir. Artık bundan sonra, hele özellikle düşünce ve görüş hürriyetinin yüceltildiği şu asırda, an'aneleri terketme-ye; onların esaretinden çıkmaca ve bağlarını koparmaya çağıracak kişileri bulmaları çok tabiîdir... Fakat hakikat şu ki, İslâm'da an'aneler yoktur. Gerçekten İslâm öyle bir dindir ki, daha önce de gördüğümüz gibi, Resûlullah (s.a.v.)'ın yürüttüğü da'vetin daha ilk adımlarında aklı, an'anelerin pençesinden kurtarmak için geldiğini ortaya koymuştur. İslâm'ın getirdiği düzen ve ahkâmın hepsi yalnızca birtakım prensiplerden ibarettir. Prensip ise; akıl ve düşünce esasına dayanan kuraldır. Ve muayyen bir maksada varmayı hedef edinmektedir. Beşerî prensipler, çoğu kere koyucularının fikirlerindeki ayrılıktan dolayı isabet kaydedemediği halde; îslâm prensipleri asla hata yapmazlar. Çünkü İslâm'ın prensiplerini koyan aynı zamanda o kulların da, fikirlerin de yaratıcısıdır. Yalnızca bu konuda bile, bu prensipleri kabullenmek ve onların doğruluğu ile üstünlüğünü kesin olarak bilmek için yeterli akli delil vardır. An'anelere gelince, onlar insanda bulunan taklid ve başkalarına benzeme sebebiyle halkın kendiliğinden içine girdiği moda gibi akımlardır. Prensipler yâni kanunlar ise zamanın değişmesine karşılık korunması gereken bir çizgidir. Aksi olmaz. «An'aneler» ise toplumun fikir tarlasının ortasında kendiliğinden biten asalaklar topluluğudur. Onlar öyle zararlı otlardır ki, doğru düşünme yolu onlardan mutlaka temizlenmeli ve koparılmalıdır... [19]
|
1657 kez okundu |
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |