• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/ali.gulhan.58
  • https://www.twitter.com/ali69gulhan
ali gulhan

Resülullah'ın Hayatında Îslam Da'vetinin Merhaleleri

Resülullah'ın Hayatında Îslam Da'vetinin Merhaleleri

 

İslâm da'veti, Resûlullah'ın hayatında, bi'setinden vefatına ka­dar dört devre geçirdi.

1. Devre: Gizlice da'vet. Üç yıl devam etti,

2. Devre: Savaş olmadan yalnızca dil ile açıktan yapılan da'vet. Bu da hicrete kadar devam etti.

3. Devre: Haddi aşanlarla ve kötülüğe başvuranlarla savaşmak­la birlikte, açıktan da'vet... Bu dönem de, Hudeybiye anlaşmasına kadar sürdü.

4. Devre: Allah'a da'vet yolunda engel olarak çıkan veya müş­riklerden, inkarcılardan ve puta tapanlardan - da'vet ettikten ve da'­veti bildirdikten sonra - îslâm'a girmekten kaçınan herkesle savaşa­rak, açıktan yapılan da'vet... Bu dönem, İslâm'daki cihad hükmü­nün ve islâm Şeriatının, üzerinde karar kıldığı ve son şeklini aldığı dönemdir. [1]

 

a-Gizlice Da'vet

 

Resûlullah (s.a.v.), Allah'ın emrini yerine getirmeye koyulurken, önce insanları, tek olan Allah'a kulluk etmeye ve putlardan vazgeç­meye çağırmaya başlamıştı. Ama O, bunlara, şirk ve puta tapma konusunda mutaassıp (körü körüne bağlı) olan Kureyş'in üzerin­de ani bir etki yapmasından endişelenerek gizlice da'vet ediyordu. Bunun için Hz. Peygamber da'veti, Kureyş'in umumi toplantıların­da açığa vurmuyordu ve kendisine akrabalık veya eskiden tanıdık-lık bağıyla bağlı olanların dışında kimseyi da'vet etmemişti.

İslâm dinine giren ilk kişiler arasında şunlar bulunuyordu-. Hü-veylid kızı Hadice (r.a.), Ali bin Ebi Tâlib, Resûlullah'm âzadlısı ve oğulluğu Zeyd bin Harise, Ebû Bekr bin Ebî Kuhâfe, Osman bin Affan, Zübeyr bin el-Avvam, Abdurra'hman bin Avf, Sa'd bin Ebl Vakkas ve diğerleri... (Allah hepsinden razı olsun).

Bu zevat da tabiî,, Hz. Peygamber'le gizlice buluşuyorlardı. On­lardan biri, herhangi bir ibâdeti öğrenmek için ta'lim yapmak istese, Kureyş'in bakışlarından gizlenerek Mekke'nin civarındaki vadi­lere giderdi.

İslâm'a girenlerin sayısı otuzun üstüne çıkınca, - kadın ve er­kek buna dahil- Allah Resulü, ta'lim ve irşad ihtiyaçlarını gider­mek, onlarla buluşmak için İbnu'l-Erkam'ın evini karargâh olarak seçti. Bu dönemde da'vetten elde edilen sonuç; yaklaşık olarak, İs­lâm'a giren kadın ve erkeklerden kırk kişi olmuştu. Bunların çoğu fakirlerden, azadlı kölelerden ve Kureyş arasında hiçbir mevkisi ol­mayan kişilerdendi[2].

 

İbretler Ve Öğütler

 

1- Resûlullah (s.a.v.)'ın da'vetinin başlangıcındaki gizliliğin yorumu:

Şübhesiz ki, Resûlullah (s.a.vj'm, bu ilk yıllarda İslâm'a da'veti gizli tutması, kendi canından korkusu sebebiyle değildir. O, İs­lâm'a da'vetle görevlendirildiği ve Cenâb-ı Hakk'ın: «Ey örtülere bü­rünen Peygamber! Kalk, inzar et...» âyeti indği vakit, kendisinin insanlara Allah'ın elçisi olduğunu öğrenmişti. Bunun için O, kendi­sini bu da'vetle görevlendiren ve peygamber olarak seçen Allah'ın onu insanlardan korumaya ve himaye etmeye kadir olduğunu ke­sinlikle biliyordu. Şayet Allah, ilk günden itibaren O'na insanların arasında da'veti alenî olarak açıklamasını emretseydi, elbette O, bu konuda kendisine öleceği yer gösterilmiş olsa bile, yine bundan bir dakika geri durmazdı. Fakat Allah (c.c.) ilk devrede O'na da'veti gizli olarak sürdürmesini, ancak çok güvendiği ve kendisine inana­cağını yakinen bildiği kimselere açmasını ilham etmişti. Bu da, da-.ha sonraki, da'vetçilere, zahirî sebeb ve tedbirlere başvurmanın meş­ru olduğuna dair ta'lim ve irşaddı. Da'vetin gaye ve hedeflerine va­rabilmesi için başvurulması gereken akl-ı selim ve doğru düşün­cenin telkin ettiği vasıtaları da gösterdi. Buna rağmen, bütün bu sebeb ve vasıtaların Allah'a tevekkül ve itimada baskın çıkmama­sı, yine insanın bu sebeblere tutunmasına rağmen onun öz fikir, ta­savvur ve hareketlerini kenetleyen bir anlayışa sahip olmaması da gerekir. Bu tür bir anlayışın Allah'a imanın kökünü kazıyacağı da bir gerçektir. Ayrıca İslâm da'vetinin karakterine de ters düşer...

Buradan da anlaşılıyor ki, Resûlullah'ın bu dönemde da'vette takib ettiği metod, Allah'tan aldığını tebliğ eden bir nebi sıfatıyla olmaktan ziyade, bir lider olarak, siyaset-i şer'iye kabilinden bir tu­tumdu.

Buna binâen, her asırdaki İslâm da'vetçilerinin; içinde yaşadık­ları asrın durumuna ve şartlarına göre1 davetin keyfiye tindeki elas­tikiyeti, yâni sertlik veya yumuşaklığı, açıklık veya gizliliği kullan-, maları caiz olur. Bu elastikiyete, İslâm şeriatı, Resûlullah'ın siyre-tindeki gerçeğe dayanarak, birtakım şekiller veya zikri geçen dört merhale dahilinde birtakım sınırlar çizmiştir. Bunların tümünde, İslâm da'vetinin selâmeti ve müslümanların maslahatı gözönünde bulundurulmaktadır.

Bunun için İslâm Hukukçuları; müslümanların savaş kararı al­dıkları zaman; sayıca az, malzeme bakımından zayıf oldukları tak­dirde, düşmanlarını mağlûp edemeden öldürülecekleri kanaat; ga­lip geleceği cihetle, hemen burada canı koruma maslahatının öne geçmesinin gerekli olduğu fikri üzerinde ittifak etmişlerdir. Çünkü mukabil maslahat -ki, o da dini korumaktır- zandan ibaretfr veya durum en azından menfidir...

Izz bin Abdüsselâm bu tür bir savaşa girmenin haramlılığım açıklayarak şöyle der: «Düşmanı yenmek mümkün olmayınca ye­nilmek mukadderdir. Çünkü bu hususta direnmek can kaybına y^l açar. Bu da düşmanı güldürür, müslümam yıldırır. Buradaki diren­me fesada yol açar. Fesadın devamında da maslahat yoktur[3]».

Ben derim ki, burada canı koruma maslahatının öne geçmesi, yalnızca zahir yönündendir. işin hakikat ve uzak hedef yönüne ge­lince, vakıa o dinin maslahatıdır. Yâni dini koruma maslahatıdır. Çünkü dini maslahat - bu gibi hallerde - müslümanların, açılacak yeni fırsatlarda mücahedeyi sürdürüp üstün gelmeleri için, canları­nın sağ bırakılması gereklidir. Aksi takdirde, müslümanların helak olmaları, bizzat dinin kendine zarar vermek ve düşmanların önle­rindeki kapalı yolları açmak, hücum etmeleri için onlara imkân ta­nımak demek olur...

Özet olarak; savaş veya açıktan da'vet, bizzat da'vetin kendi­sine zarar verecek nitelikte olursa; da'veti gizlemek veya sulh yap­mak vâcib olur. Da'veti açıktan yapma imkânı varsa ve bu da fay­dalı ise; da'veti gizlemek câ-z olmaz. Savunma ve savaş gücü ye­terli olduğu zaman zalimlerle ve fırsatçılarla anlaşma yapmak ca­iz değildir. Müslümanların, cihad hazırlıkları yeterli olduğu takdirde, kâfirlerle cihadı bırakıp evlerinde oturmaları da caiz değildir.

2- İslâm'a giren ilk kişiler ve onların diğerlerinden Önce İs­lâm'a koşmalarındaki hikmet:

Siyret kitabları, ilk dönemde İslâm'a giren insanların büyük ço­ğunluğunun kölelerden, düşkünlerden ve yoksullardan meydana gel­miş karışık bir topluluk olduğunu bize naklediyorlar. Bundaki hik­met nedir? İslâm devletinin bu gibi insanların desteği üzerine ku­rulmuş olmasındaki sn- nedir?

Bunun cevabı şudur: Bu durum, Enbiyâ'nın da've tinin ilk dö­nemdeki tabiî meyveleridir. Nuh'un kavmini düşünmelidir: Onlar Nuh'un etrafında bulunan mü'minleri nasıl insanların en düşükleri ve ahmakları olarak nitelendiriyorlardı. Kur'an onların bu sözleri­ni şöyle naklediyor: «...Biz seni ancak bizim gibi bir insan görü­yoruz ve sana bağlı olanları, ilk bakışta, en düşkünlerimiz olarak görüyoruz...[4]». Fir'avun'a ve avanesine de bakmalı: Onlar da Mû-sâ'ya uyanları, nasıl zeliller ve ezilmişler olarak görüyorlardı? Hat­tâ Cenab-ı Allah, Fir'avun'u ve avanesini helak ettikten sonra, on­lardan şöyle bahseder: «...Fir'avun'un işkencesi altında ezilen o kavmi, arzın bereketlerle donattığımız doğularına ve batılarına mi­rasçı kıldık[5]». Allahü Teâlâ'nın Hz. Salih (a.s.)'i peygamber ola­rak gönderdiği Semûd kavmine de bakmalı. Semûd kavminin çok kibirli liderleri ondan nasıl yüz çevirdiler? Halbuki ezilmiş insanlar Hz. Salih'e iman ettiler. Yüce Allah yine bu konuda: «Salih'in kav­minden imana gelmeyip, kibirle nenler, içlerinden iman eden ezil­mişler için alay yollu, şöyle dediler: -Siz Salih'in hakikaten, Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu biliyor musunuz? Onlar da: «Biz, doğrucu Ununla gönderilen herşeye iman edenleriz» dediler. O kibirlenerek iman etmeyenler: -Doğrusu biz, o sizin inan­dığınız şeyi inkâr eden kâfirleriz- dediler[6].

İşte bundaki sır budur. Gerçekten Allah'ın bütün Enbiyâ ve Re-sûl'lerle gönderdiği bu dinin hakikati, yalnızca, insanları diğer za­lim insanların sultasından kurtarıp, Allah'ın hâkimiyet ve saltana­tına sokmaktan ibarettir. O öyle bir hakikattir ki, tanrılık iddiasın­da bulunanların Tanrılığını, despotların hâkimiyetini, liderlik sev­dasına düşenlerin ezici kuvvetlerini kökünden kazır. Yine bu ha­kikat, ezilmişlerin, zillete uğramışların ve her türlü hak ve hukuk­tan mahrum bırakılmışların durumunu  düzeltmekle  uygunluk arzeder. Allah için yapılan tslânı da'vetirün karşısına dikilme, yâni ki­birlenme ve inad, bu tanrılık iddiasında bulunanlardan ve despot­lardan gelmektedir. Allah'ın emirlerine boyun eğme ve o emirleri yerine getirme ise, bu ezilmiş insanların yapacağı işlerdir. Bak! Bu hakikat bütün çıplaklığıyla, Kadisiye savaşında Fars (tran) ordu­sunun komutanı Rüstem ile, Sa'd bin Ebî Vakkas (r.a.)'ın ordusun­da basit bir asker olan Rıb'İ bin Âmir arasında geçen şu konuşma­da kendisini göstermektedir. îran Komutanı Rüstem, Rıb'î bin Âmir'e şöyle der:

- «Sizi bizimle savaşmaya ve ülkemize saldırmaya zorlayan şey nedir?» Bu soruya karşılık oda:

- «Biz, arzu edenleri kullara kulluk etmekten çıkarıp, tek olan Allah'a kulluk etmeye yöneltmek için geldik» diye cevab verdi. Son­ra, Rüstem'in sağında ve solunda eğilmiş insanların saflarına baktı ve hayretle :

- Sizin hakkınızda bize birçok düşünce ve  fikirler ulaşmıştı. Fakat ben sizden daha akılsız bir kavim görmüyorum. Biz müslü-manlar topluluğu, birbirimizi köle edinmeyiz. Zannetmiştim ki siz de bizim gibi birbirinize yardımcı oluyorsunuz. Halbuki bana gös­terdiğiniz en iyi işiniz; bir kısmınızın öbürlerinin tanrıları olduğu­dur!..» dedi.

Bunun üzerine ezilen zavallılar birbirlerine dönüp, «Vallahi bu Arap doğru söyledi» diye fısıldaştılar. Ama Komutanlar ve diğer yetkililer, Rıb'i'nin bu sözünde, e nân iye ti erine dokunup onu yakan yıldırıma benzeyen birşeyler buldular ve birbirine şöyle dediler: «Bu Arap öyle bir söz ortaya attı ki, artık kölelerimiz ona doğru yöne­lirler.[7]

Bu söz, şu anlama gelmez: Herkesten önce İslâm'a koşan ezilmiş kişiler, İslâm'a, imandan ötürü girmediler. Aksine onlar ezenlerin ve ululuk taslayanların işkencelerinden kurtulmak için girdiler. Şöy­le ki, tek olan Allah'a inanmak ve Hz. Muhammed (s.a.v.)'in getir­diklerini tasdik etmek, Kureyş'in ileri gelenleriyle, ezilmişler arasın­da müşterek bir ölçü olmuştu. Onlardan Hz. Muhammed (s.a.v.)'in Rabbinden getirdiği haberlerin doğruluğunu bilmeyen hiçbir kim­se yoktu. Ancak Kureyş'in içindeki liderleri ve kendilerini büyük gö­renlerin liderlikleri, onları Resûlullah'a uymaktan ve ona boyun eğ­mekten alıkoymuştu. Bunun en tipik örneği; Resûlullah'ın amcası «Ebû Talibedir.  Ama yoksullar ve ezilenler böyle değildi. Onların Hz. Peygamber'e boyun eğmelerine, imanlarıyla onun da'vetlne ica­bet etmelerine engel olacak herhangi birşey yoktu. Onlardan her-birinin Allah'ı en üstün kabul ettiği, Allah'ın hâkimiyetinin dışında bir hâkimiyete veya O'nun gücünün dışında bir güce aldırış etme­diği, yalnızca Allah'ın ulühlyyetine iman ettiği anda, duyduğunu ve hissettiğini buna ekleyebiliriz. Allah'a imanın meyvesi olan bu şuur, aynı zamanda sahibine güç veriyor, sahibine saadet ve sevinç veriyor...

Bu asırda, bir kısım îslâm düşmanlarının Hz. Muhammed (s.a. v.) 'in yerine getirdiği islâm da'vetinin, ancak Arap toplumunun ilhamından ibaret olduğunu ve o zamanki Arap fikir hareketinin şekillenmesinden başka birşey olmadığını iddia ettikleri vakit, on­ların ortaya attıkları iftiranın büyüklüğünü de buradan anlıyoruz: Eğer bu iş onların dediği gibi olsaydı; bu- da'vetin hasılatı, başlan­gıcından üç yıl sonra, erkek ve kadın olmak üzere kırk kişi olmaz­dı. Üstelik bu müslümanların tümü, yoksullardan, ezilmişlerden, köle ve âzadhlardan oluşmaktaydı. Onların başında Suheyb-i Rû­mi, Bilâl-i Habeşi gibi yabancı milletten olan insanlar gelmekteydi.

Üstelik, ileriki bahislerde, Hz. Peygamber'! kendi memleketinden hicrete zorlayan, etrafında bulunan insanları şuraya buraya dağıl­maya ve göçmen olarak Habeşistan'a kadar gitmeye mecbur eden, bizzat bu Arap toplumunun olduğunu göreceksiniz. Bu durum ise, müsteşriklerin, Arapların düşünce ve temayüllerinin şekillenmesin­den ibaret olduğunu iddia ettikleri îslâm davetine karşı, yine ay­nı Arapların gösterdiği bir hoşnutsuzluk olduğuna göre müsteşrikin yalanı ortada }salu.[8]

 

b- Da'veti Açığa Vurma

 

îbn Hişâm naklediyor:

İnsanlar, kadınlardan ve erkeklerden oluşan gruplar halinde İs­lâm'a girmeye başladılar. Hattâ, Mekke'de İslâm'ın anılması yay­gınlaştı ve herkes tarafından konuşulur oldu. Bunun üzerine Yüce Allah, kendi elçisine, hak olarak gelen şeyleri açıklamasını, kendi emrini halka duyurmasını ve kendisine inanmaya da'vet etmesini emretti. Allah Resûlü'nün işini gizli tutması ile. Yüce Allah'ın ona dinini açığa vurmayı emretmesi arasındaki zaman, Bi'set'ten itiba­ren üç yıldan ibarettir. Sonra Allahü Teâlâ, Resulüne: «Şimdi sen, sana buyurulam açıkça ortaya koy, puta tapanlara aldırış etme» buyurdu[9].

Ve yine Yüce Allah: «Önce en yakın soydaşlarını uyar, sana tâ­bi olan mü'minlere (tevazu) kanadını İndir[10]» ve: «De ki, ben apaçık bir uyarıcıyım.[11]'» buyurdu.

Bunun üzerine, Allah Resulü, Rabbinin emrini yerine getirmeye başladı. Yüce Allah'ın: «Şimdi sen, artık sana emredileni açıkça or­taya koy, puta tapanlara aldırış etme» âyetine uyarak, Safa tepe­sine çıkıp: «Ey Fihr oğulları! Ey Adiyy oğulları!» diye seslendi. Ni­hayet hepsi toplandı. Dışarı çıkmayan kişiler de: «O da ne?» diye, bakması için adam gönderdiler. Hz. Peygamber ts.a.v.) onlara: «Ben size şu vadiden veya dağın eteğinden atlılar çıkacağını ve size sal­dıracaklarını haber versem beni tasdik eder miydiniz?» dedi. On­lar da: «Evet, şimdiye kadar senin yalan söylediğini görmedik» dedi­ler. Bu sefer Peygamberimiz: «Ben size önümüzdeki şiddetli azabı haber veriyorum...» dedi. Bunun üzerine Ebû Leheb: «Yazıklar ol­sun sana! Her gün hüsrana uğrayasın. Bunun için mi bizi topladın?» diyerek Hz. Peygamber'e hakaret etti. Bunun için de Cenâb-ı Hak «Tebbet» sûresini indirdi.[12]

Yine Resûlullah (s.a.v.î, Yüce Allah'ın «-Önce en yakın soydaş­larını korkut!» emrine uyarak, etrafındaki yakınlarım, akrabalarını ve oymağını toplayıp onlara şöyle dedi:

- Ey Kâb bin Luey Oğulları!  Kendinizi Cehennem ateşinden kurtarınız!

- Ey Mürre bin Kâ'b Oğulları! Kendinizi Cehennem ateşinden kurtarınız!

- Ey Abdü'ş-Şems Oğulları! Kendinizi Cehennem ateşinden kur­tarınız!

- Ey Abd-i Menâf Oğulları! Kendinizi Cehennem ateşinden kur­tarınız!

- Ey Abdülmuttalib Oğulları!  Kendinizi Cehennem  ateşinden kurtarınız!

- Ey Fâtıma![13] Nefsini Cehennem ateşinden kurtar! Çünkü ben sizin için Allah tarafından verilmiş bir nüfuza mâlik değilim. An­cak sizinle  aramda  bir hısımlık bağı  vardır ki  onu da terk et­mem...[14]»

Kureyş'in Resûlullah'ı bırakıp gitmeleri, babalarından miras olarak aldıkları dini ve onların yaşama tarzlarını bırakmayacakları­nı, ileri sürerek onun çağrısını kabul etmemeleri; Hz. Peygamber'-in da'vetini açıklaması karşısında Kureyş tarafından gösterilen bir reaksiyon olmuştu. Allah Resulü o vakit onlara akıl ve fikirlerini, babalarının gidişatını taklid etme ve onlara uyma köleliğinden kur­tarmalarının zaruretini, akıl ve mantıklarını kullanmalarını önem­le belirtmişti.

Yine onlara, tapmaya devam edegeldikleri putlarının kendile­rine ne bir fayda, ne de bir zarar vere m iveceklerini açıkladı. Ku­reyş'in baba ve dedelerinden miras olarak devraldıkları puta tapı-cıhk hususunda yalnızca taklid saikiyîe onları izlemelerinin, ken­dileri için bir özür sayıl amıyacağım izah etti. Nitekim AUahü Te-âlâ onların hakkında: «Onlar, Allah'ın indirdiğine ve o peygambe­re geliniz, denildiği zaman, «Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter,» dediler. Ya ataları birşey blmeyen ve doğru yolda ol­mayan kimseler idiyseler?[15]» diye buyurmuştur.

Resûlullah (s.a.v.) onların putlarına kusur bulup akıllarını ah­maklıkla suçladığı, babalarının ve dedelerinin âdetleri olan puta tapmalarından dolayı onların özürlerini kabul etmediği ve babala­rını da akılsızlıkla suçladığı zaman; Kureyşliler işi  büyüttüler ve onunla savaşa kalkıştılar. Allah'ın îslâm nimeti ile koruduğu kişi­ler hariç, bütün Kureyşliler Hz. Peygamber'in aleyhinde ve ona düş­manlıkta birleştiler. Ebû Tâlib ise bunların dışında kalmıştı. Ebû Tâlib, Peygamberimizi korudu ve ona acıdı, devamlı ona arka çıktı. [16]

 

İbretler Ve Öğütler

 

Resûlullah (s.a.v.)'m siyretinin bu bölümünde üç tane önemli işaret bulunmaktadır ki, biz onları aşağıda özetliyoruz:

Birincisi: Resûlullah Cs.a.v.) İslâm da'vetini Kureyş'e ve bütün Araplara açıkladığı zaman, onları şimdiye kadar hiç beklemedikleri veya alışmadıkları bir durumla karşı karşıya getirdi. Okuyucu, bu­nu Ebû Leheb'in protestosunda ve müşriklerin ileri gelenlerinin, Re-sûlullah'a karşı çıkmak ve düşmanlık etmek üzere yaptıkları itti­fakta açık bir şekilde görüyor.

Kureyş'in bu tavrı, İslâm dininin ahkâm ve prensiplerini milli­yetçiliğin bir meyvesi olarak tasvir etmeye kalkışanları, bir de Hz. Muhammed'in çağırdığı da'veti ile Arapların ideallerini ve arzula­rım temsil ettiğini savunan kişileri kesin bir şekilde reddediyor.

Bir araştırmacı, Peygamberimizin siyretine vâkıf olunca; bu gü­lünç iddiayı münakaşa etmek veya reddetmek için, kendisini yor­masına gerek kalmaz. Bu iddiayı, halkın arasında gündeme getiren kişiler, onun tutarsızlığını ve yanlış olduğunu önce kendileri bili­yorlar. Fakat bu gülünç iddia, her halükârda İslâm dinini ve onun hâkimiyetini fikir ve prensiplerinden uzaklaştırmak için onların na­zarında gerekli bir iddiadır. Bu iddianın gündeme gelmesi mümkün olsa bile, onun doğru olması o kadar önemli değildir. Fakat asıl önemli olan ve onlara faydalı olan, maksadlarımn bunu iddia etme ve gündeme getirmeyi gerekli kılmasıdır. Belki de okuyucu, bu ko­nunun bir yönünü, beşinci mukaddimede geniş bir şekilde zikretti­ğimizi unutmamıştır...

İkincisi: Allahü Tealâ'mn, Resulüne: «...Emrolunduğun şeyi açık­la...» âyetiyle, genel bir emirle yetinerek, özellikle akrabalarını ve soydaşlarını korkutmasını emretmemesi mümkündü. Çünkü soydaş­larının ve akrabasının bütün fertleri, huzurlarında da'veti ve cehen­nem azabını açıklayacağı tüm kişilerin içine giriyordu. O halde, soy­daşlarını korkutma emrinin hususiyetindeki hikmet nedir?

Bu sorunun en güzel cevabı şudur: Bu tür bir emirde umumî olarak bir müslümanı, hususi olarak da da'vet sahiplerini,,, yâni İslam idealistlerini ilgilendiren sorumluluğun derecelerine işaret var­dır.

Sorumlulukta en aşağı derece, kişinin kendinden sorumlu olma-. sidir. Bu derecenin hakkını vermek için, uzunca bir dönem olan vahyin başlangıç dönemi geçti. Yâni, Hz. Muhammed kendisinin peygamber olduğuna kanaat getirinceye kadar ve yine kendisine inen şeylerin sadece Allah'ın vahyi olduğuna inanıncaya kadar bu dönem devam etti. Bu duruma göre Peygamberimiz önce kendisine iman ediyor ve ileride alacağı ahkâm ve prensipleri kabul etmesi için kendisini hazırlıyor.

İkinci dereceye gelince, o da, müslümanın kendi ailesinden ve bakmakla mükellef olduğu yakın akrabasından dolayı sorumlulu­ğudur. Yüce Allah, bu mes'uliyetin hakkını vermeye dikkat çeke­rek; umumi ve açıktan tebliği emrettikten sonra, aileyi ve yakın' akrabaları cehennem azabıyla korkutma ve onlara islâm'ı tebliğ etme zaruretini özel olarak belirtti. Sorumluluğun bu derecesinde, akraba ve aile sahibi her müslüman, sorumluluk yükünü taşıma zaruretinde müşterektir. Bir müslümanın, akrabalarını ve ailesini İslâm'a da'veti ile peygamberin kavmini da'vet etmesi arasında hiç­bir fark yoktur. Ancak peygamber kavmini, Allah tarafından indi­rilmiş yepyeni bir şeriata çağırır. Bir müslüman ise, kendilerine gönderilen peygamberin da'veti ile çağırır, peygamberin diliyle ko­nuşur ve onun adına tebliğ eder. Bir Nebinin veya Resulün kendine vahyolunanları kavmine tebliğ etmekten vazgeçip, onların arasın­da oturması caiz olmadığı gibi, aynı şekilde aile reisinin kendi aile ve efradına tebliği bırakıp da oturması caiz olmaz. Aksine aile rei­sinin onları buna uymaya ve sıkı sıkıya tutunmaya teşvik etmesi vâcib olur.

Sorumluluğun üçüncü derecesine gelince, o da, âlim kişinin oy­mağından veya kendi memleketinden, hâkimiyet sahibi yöneticinin devletinden ve milletinden sorumlu olmasıdır. Bunların her ikisi de yâni yönetici ve âlim bu konuda peygamberin yerini tutarlar. Çün­kü her ikisi de, Hz. Resûlullah'ın «Alimler, Nebilerin mirasçılarıdır» diye buyurmasına ve hakim ile imâmın «halife» olarak isimlendi-rilmesine göre, Peygamberin şer'i mirasçılarıdır. Yâni imâm ve ha­kim Resûlullah'ın halifesidtr[17].

İslâm toplumunda, şeriatı iyi anlama ve kavrama, imâm ve ha­kimin başta gelen ödevlerinden olduğuna göre; Resûlullah'a yük­lenilmiş mes'uliyetin karakteri :1e hakimlerle, başkanlara ve ulema­ya yüklenilen mes'uliyet arasında kapsam ve genellik bakımından herhangi bir fark yoktur. Yukarıda da söylediğimiz gibi. Peygam­ber kendisine vahyedilen yeni bir şeriatı tebliğ eder. Ama berikiler ise; tebliğlerinde ve yaptıklarında Peygamberi izlerler, onun hidâ-yetiyle doğru yolu gösterirler, Peygamberin sünnetine ve siyretine sarılırlar.

Bu duruma göre Hz. Peygamber (s.a.v.î'in mükellef bir müslü-man olması hasebiyle kendi nefsinin sorumluluğunu, aile reisi ve yakın akraba sahibi olması vasfıyla, kendi ailesinin sorumluluğu­nu; sonra Allah tarafından gönderilmiş bir Resul ve Nebi olması se­bebiyle tüm insanların sorumluluğunu taşıyordu.

Her mükellef, birincisinde, her aile sahibi ikincisinde, âlimler ve hakimler de üçüncüsünde, Peygamber (s.a.v.) ile bu sorumluluğu paylaşırlar.

Üçüncüsü: Resûlullah (s.a.v.) kavmini, babalarından ve dede-rinden miras kalan an'anelere, iyilik ya da kötülüklerini düşünme­den körükörüne bağlanmalarından dolayı onları yermişti. Yine on­lara kendilerini hiçbir fikir ve mantık esasına dayanmayan âdet ve an'ane yobazlığından, akıl ve fikirlerini, körükörüne bağlanma esa­retinden kurtarmaları için çağrıda bulunmuştu.

Bu çağrısında da, îslâm dininin - akaid ve hükümlerinin - yal­nızca akıl ve mantık esası üzerinde kurulmuş olduğuna, bu dine sımsıkı sarılmadaki maksadın da sadece, kulların dünya ve âhiret maslahatlarına uygun olduğundan ötürü yapıldığına işaret vardır. Bunun için, Allah'a imanın ve O'na tâbi olan diğer itikadı şeylerin sıhhatinin şartlarından en önemlisi, herhangi bir örf ve âdetin en basit bir etkisi olmadan, kesin bilgi ve hür düşünce esası üzerine kurulmuş olmasıdır. Hattâ «Cevheretü't-Tevhid» sahibi, meşhur bir beytinde:

«Her kim, tevhidde, kurtulmadı taklidden, Onun da imanı kurtulmaz tereddütten»

demektedir.

Buradan da anlaşılıyor ki, İslâm dini sapık âdet ve an'anelere ve onların esaretine girmeye karşı savaş açmak için gelmiştir. Çün­kü o, tüm ahkâm ve prensiplerinde, müslümanlara akıl ve mantık esası üzerine seslenmiştir[18]. Halbuki âdet ve an'aneler, yalnızca baş­kalarına uyma ve onlara bağlanma sebebine dayanmaktadır. Yâ­ni onlarda hür düşüncenin ve inceleme unsurunun hiçbir etkisi bulunmamaktadır. Çünkü «Tekâlid : An'aneler» kelimesi Arap di­linde ve sosyolojide şöyle tanımlanmaktadır: «Atalardan çocukla­rına miras kalan âdetler topluluğu veya bir bölgede ya da bir top­lumda yaşayan insanların birbiriyle münâsebetleri sonucunda bir­birine geçen âdetler ve gelenekler. Ancak bunun taklid olmasının âmili hayatın ve var oluşun sebebi olarak bu âdetleri devam ettiren bir Uder fikrin, bir taassub kayd ü şartı vardır.»

insanların kendi toplumlarındaki yaşama tarzını, sevinçlerinde-ki eğlence biçimini, üzüntü ve hüzünlerindeki yas tutma şekillerini, temas ve te'sir yoluyla kendiliğinden alınmış veya eski âdetlerin etkisiyle yerleşmiş bulunan davranışları alışkanlık haline getirme­lerine sosyolojide ve dil ıstılahında «Tekâlid, an'ane» adı verilmek­tedir.

Bu husus, okuyucu için açıkça ortaya konunca, artık îslâm di­ninin «Tekâlid» diye isimlendirilen şeylerden - bunlar ister inanç­la ilgili olsun, isterse çeşitli ahkâm ve nizam içinde olsun eşittir -hiçbirini bünyesinde taşımasının mümkün olmadığını daha iyi kav­ramış olacaktır. Çünkü akide, akıl ve mantık esasına dayanmaktadır; ahkâm ise dünyevî ve uhrevi maslahatlar esasına dayanmaktadır ki; o maslahatların bazı akıllar bir kısım hikmet ve sebeblerini an­lamakta âciz kalsalar bile, yine de şahsı düşünce ve inceleme ile anlaşılabilirler.

Bu açıkça ortaya çıkınca, artık, İslâm'daki çeşitli ibâdetlerle, ahkâm-ı şer'iyyeye ve ahlâkî prensipler için; «tslâmi âdet ve an'ane­ler» tabirini kullanan kişilerin içine düştükleri hatanın büyüklüğü iyice anlaşılmış olur.

Çünkü, bu haksızca isimlendirme ve öylece etrafa yayma, zi­hinlere şunu ilham eder: İslâm ahlâk ve davranışlarının kıymeti, için­de beşer saadetinin sırrının gizlendiği ilâhî bir prensip olması se­bebiyle değil de, îslâm ahlâk ve nizamı ile alâkalı herşeyin yal­nızca atalardan ve dedelerden miras olarak kalan eski âdetler ol­ması sebebiyledir. Şübhesiz ki bu hatalı ilhamın kesin sonucu şu olur: Herşeyin değişip, ilerleyip, yenilendiği bir asırda bu eski mi­rası alıp topluma yükleyeceksiniz ve tabiî olarak da kimse ayak uyduramayacaktır!..

Hakikat şudur ki. îslâmi hükümlere bu damgayı vurmak affe­dilecek cinsten bir hata değildir. Ancak o, bâtıl damgalarla İslâm'a karşı ilân edilen harp zincirinin bir halkasıdır.

«Îslâmi an'aneler tabirini yaymaktaki asıl maksad' îslâmi ni­zam ve hükümlerin, getirilip üzerine «an'aneler» etiketini asmaktır. Nihayet bunun üzerinden bir zaman geçip, insanların zihninde, «an'aneler»in anlamıyla, Islâmî düzen ve ahkâm arasında bir bağın­tı kurulunca; halk da bu îslâmi düzenin, gerçekte, akla ve bilgiye uyan bir temel üzerine kurulmuş prensip ve ilkeler olduğunu unu­tunca; İslâm düşmanlarının, girebilecekleri noktadan İslâm'a saldır­maları kolaylaşmış olacaktır.

Zira müslümanlar gözlerini açıp, uyanınca; evlenme ve boşan-. ma, kadının örtünmesi ve korunması gibi İslâmî hüküm ve pren­siplerin, genel ahlâk kurallarının üzerine «an'aneler» örtüsünün ge­çirildiğini göreceklerdir. Artık bundan sonra, hele özellikle düşün­ce ve görüş hürriyetinin yüceltildiği şu asırda, an'aneleri terketme-ye; onların esaretinden çıkmaca ve bağlarını koparmaya çağıracak kişileri bulmaları çok tabiîdir...

Fakat hakikat şu ki, İslâm'da an'aneler yoktur.

Gerçekten İslâm öyle bir dindir ki, daha önce de gördüğümüz gibi, Resûlullah (s.a.v.)'ın yürüttüğü da'vetin daha ilk adımların­da aklı, an'anelerin pençesinden kurtarmak için geldiğini ortaya koymuştur.

İslâm'ın getirdiği düzen ve ahkâmın hepsi yalnızca birtakım prensiplerden ibarettir. Prensip ise; akıl ve düşünce esasına daya­nan kuraldır. Ve muayyen bir maksada varmayı hedef edinmek­tedir. Beşerî prensipler, çoğu kere koyucularının fikirlerindeki ay­rılıktan dolayı isabet kaydedemediği halde; îslâm prensipleri asla hata yapmazlar. Çünkü İslâm'ın prensiplerini koyan aynı zaman­da o kulların da, fikirlerin de yaratıcısıdır. Yalnızca bu konuda bi­le, bu prensipleri kabullenmek ve onların doğruluğu ile üstünlüğü­nü kesin olarak bilmek için yeterli akli delil vardır.

An'anelere gelince, onlar insanda bulunan taklid ve başkaları­na benzeme sebebiyle halkın kendiliğinden içine girdiği moda gibi akımlardır. Prensipler yâni kanunlar ise zamanın değişmesine kar­şılık korunması gereken bir çizgidir. Aksi olmaz. «An'aneler» ise toplumun fikir tarlasının ortasında kendiliğinden biten asalaklar topluluğudur. Onlar öyle zararlı otlardır ki, doğru düşünme yolu onlardan mutlaka temizlenmeli ve koparılmalıdır... [19]

 



1657 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın