• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/ali.gulhan.58
  • https://www.twitter.com/ali69gulhan
ali gulhan

Hîrâ Mağarasındakî İnziva

 Hîrâ Mağarasındakî  İnziva

 

Resûlullah (s.a.v.)'m yaşı kırka doğru yaklaşınca, içinde herşey-den uzaklaşma sevgisi doğmaya başladı. Allahü Teâlâ ona, Hirâ ma-ğarasındaki yalnızlığı iyice sevdirmişti. Hirâ mağarası Mekke'nin kuzeydoğusuna düşen dağdaki mağaradır. Resûlullah orada inziva­ya çekiliyor, sayılı gecelerde orada ibâdet ediyordu. Bir defasında on gün, diğer bir defasında da bir aya yakın bir zaman orada kal­mıştı. Sonra evine dönüyor, diğer inziva için gerekli olan azığını alı­yor, kısa bir zaman sonra tekrar yine Hirâ mağarasına çekiliyordu. Bu durum, o, mağarada bir halvet halinde iken; kendisine vahiy ge­linceye kadar, devam etmiştir. [33]

 

İbretler Ve Öğütler

 

Peygamberlik kendisine bildirilmeden önce, Resülullah'm gön­lüne sevdirilen bu inziva hayatında, gerçekten büyük işaretler ve delâletler vardır. Yine bu inziva hayatında, umumî olarak müslü-manların hayatında, hususî olarak da İslâm da'vetçilerinin hayatın­da yer etmesi gereken önemli hususiyetler vardır.

Resûlullah'ın bu uzlet hayatı gösteriyor ki; bir müslüman, ibâ­detlerin her türlüsünü yerine getirmekle faziletlerle süslenmiş olsa bile; bütün bunlara halvet ve uzlet zamanlarını katmadıkça, o za­manlarda nefs muhasebesi yapmadıkça, Allah'ı düşünmedikçe, kâ­inatın görüntüleri hakkında ve bu görüntülerde Allah'ın azametine işaret eden delâletler konusunda düşüncelere dalmadıkça; o müs-lümanın Islâm'lığı olgunluğa erişemez!..

Bu, gerçek müslümanhğı isteyen bir müslumanın hakkındaki ölçüdür. Artık, nefsini, hak yola rehberlik eden ve Allah da'vetç;-sinin yerine koymak isteyen bir kişinin durumu nasıl olur, onu da varın siz tasavvur edin?..

Bunun hikmeti şudur-, İnsan nefsinin birtakım âfetleri vardır ki, onların zararlarını ancak, kalabalıklardan uzaklaşma usulü, dün­yanın sıkıntılarından ve gösterişlerinden kurtulma hususundaki nefs muhasebesi giderir. Buna göre kibir, kendini beğenme, hased, riya ve dünya sevgisi hepsi nefsin âfetleridir. Ve bu hallerin sahibi za­hirde sâlih amel ve makbul ibâdetlerle süslenmiş, halkı irşad eden, güzel öğütlerde bulunan ve Hakk'a çağıran tavırda görünse de, için için yıkılmakta, kalbinin derinliklerinde gulgule ve nefsi üze­rinde ağır bir yük bulunmaktadır. Ve bu âfetlere hiçbir çare yok­tur. Ancak bu âfetlerin malûlü nefsiyle başbaşa kaldıkça bunla­rın hakikatini ve kaynağını, aynı zamanda ömrünün her anında Allah'ın tevfik ve inayetine ne derece muhtaç olduğunu da hesab edecek. Yine insanı ve onun Hâlik-ı A'zam huzurundaki zavallı ha­lini, övüldüğünün ve yerildiğinin de anlamsız olduğunu düşünecek. Yine Allah'ın azametinin tecellileri, kıyamet ahvali, hesab günü­nün uzunluğu ve Cenâb-ı Hakk'ın rahmetiyle ikabınm ne kadar dehşetli şeyler olduğunu düşünecek... îşte bu sürekli ve derin dü­şünceler, nefse bulaşan bu tür afetleri silkeler, kalbi irfan ve saf­fet nuruyla yeniden diriltir. Ve artık dünya belâlarından hiçbirine, onun aynasını kirletme fırsatı kalmaz.

Müslümanların hayatında umumi olarak, İslâm da'vetçileri İçin de hususî olarak, yüksek bir önemi haiz diğer bir husus da; kalb-de Allah sevgisinin yoğrulmasıdır... Bu da, kendini Allah uğrunda feda etmenin, o yolda cihadın, uygun bir şekilde tutuşturulmuş her da'vet meş'alesinin esasıdır ve kaynağıdır. Allah sevgisi, mücerret akli imandan dolayı gelmez. Akılla ilgili işler, tek başına hiçbir zaman kalbde ve duygularda etkili olamamıştır. Şayet böyle olsay­dı, müsteşrikler Allah'a ve Resûlü'ne inananların başında gelirdi. Yine onların kalbleri Allah ve Resûlü'ne karşı sevgi ile dolup ta­şardı. Halbuki şimdiye kadar sen âlimlerden birinin matematik ka-idesiyle veya cebir problemlerinden birine inanarak ruhunu temiz­lediğini duydun mu?

Allah sevgisine, O'na imandan sonra, yegâne etken Allah'ın ni­metleri ve ihsanları konusunda çokça düşünmek, O'nun azameti ve yüceliği hususunda kafa yormak, sonra da kalb ve dil ile O'nu bol bol zikretmektir. Ancak bunların tümü, dünya meşgalelerinden ve dünya dağdağasından, belirli aralıklarla uzaklaşmak, halvete ve uz­lete çekilmekle tamamlanır.

Bir müslüman bunu yaptığı ve bu ödevi yerine getirmeye ha­zırlandığı zaman, bundan dolayı onun kalbinde çok büyük bir ilâhi muhabbet yeşerir. Bu muhabbet sebebiyle insan, her büyüğü küçük, mağrurları ise hakir görür. Ve artık her türlü azab ve işkence ba­sit, her tür horlama ve istihza ayağının altındadır. İşte bu öyle bir hazırlık dönemidir ki; Allah da'vetçileri o dönemde kendilerini ile-

riki dönemler için silâhlandırırlar. Yâni bu uzlet dönemi, Yüce Al­lah'ın sevgilisi Hz. Muhammed'i İslâm da'vetinin yükünü çekmek için yetiştirip hazırladığı dönemdir. Çünkü korku, sevgi ve ümit-den dolayı kalbde bulunan vicdanî kuvvetler (motivler, güdüler) soyut aklî anlayışın yapamadıklarını yaparlar. Endülüslü büyük âlim hnâm Şâtibî (Allah rahmet eylesin) bu motivler konusunda, müs-lümanları ikiye ayırdığı vakit bu gerçeği keşfetmişti. O, islâm'ın ge­nel etkisiyle teklifler dairesine giren avam müslümanlar; diğeri akıl ve anlayıştan daha etkili olan birşeyin şevkiyle bu teklifler daire­sine giren aydın müslümanlar diye ikiye ayırmıştı. Bu konuda şöy­le der: «Birinci grubun durumu; hiçbir fazlalık olmadan iman akdi ve İslâm akdinin hükmüyle amel eden kişinin durumu gibidir. İkin­ci gruubun hali ise; korkunun, ümidin veya sevginin baskın çıkma­sıyla amel eden kişinin hâli gibidir. Korku itici bir kamçı, umut ko­mutan ve yol gösterici, sevgi ise taşıyıcı bir akımdır. Korkan kişi meşakkatin varlığıyla birlikte amel eder. Meşakkatten doğan kor­ku, meşakkatli olsa bile daha ehvenine karşı sabretmeye sevkeder. Umutlu kişi yine meşakkatin varlığıyla birlikte amel eder. Ne var ki tam bir rahatlık içindeki umut tüm yorgunluğa karşı sabret­meye sevkeder. Seven kişi, sevdiğini arzulayarak, gayret sarfetmek-le amel eder. Zorluklar kolaylaşır, uzaklık yakınlaşır ona. Gücü tü­kenir, muhabbetin ahdini yerine getirdiğini ve nimetin şükrünü öde­diğini görmez olur[34]».

Kalbdeki vicdanî kuvvetleri pekiştirmek için çeşitli yollar edin­mek, müslümanların zarureti üzerine icma ettikleri konulardan bi­ridir. Araştırmacılar ve İslâm ulemasının çoğunluğu tarafından «Ta­savvuf» diye isimlendirilen; bir kısmının «ihsan», tbn Teymiyye[35] gibi bir kısım âlimlerin ise «ilm-i sülük» diye nitelendirdikleri şey­dir.

Resûlullah'ın, bi'setine doğru sık sık başvurduğu bu uzlet, için­de bulunan bu itici duyguları takviye için başvurduğu yollardan biridir.

Ne var ki; halvet (yalnızlığa çekilme)'in mânâsını bazıları gi­bi halktan uzaklaşma şeklinde anlamak uygunsuz olur. Onlar halveti, kendilerinin toplumdan kaçışlarına göre anladılar. Bu tür uzlet, tümüyle insanlardan yüz çevirmek, dağları ve mağaraları vatan edinmek, bunu fazilet saymak demek olur.

Bu anlayış, Hz. Peygamber'in dosdoğru yoluna ve onun muhte­rem ashabının da yoluna ters düşmektedir. Yukarıda da zikrettiği­miz gibi, yalnızlığa çekilmekten maksad, ıslah-ı hâl için çare olarak halveti seçmektir. Çare olarak alman ilâç gerektiği vakit ancak yeterli derecede alınmalıdır. Aksi halde sakıncalı bir hastalığa dönü­şür s altlı kişilerin hal tercümelerinde, insanlardan uzaklaşıp uzle­te devam eden kişileri gördüğümüz vakit, bunu onların kendileri­ne mahsus özel hallerine atfetmek gerekir. Onların bu durumları insanlara delil olamaz.. [36]

 



1657 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın