Hocadan hocaya din farkı mı?
09 ŞUBAT 2012 NURETTİN YILDIZ PER 04:45
Hocadan hocaya din farkı mı?09 ŞUBAT 2012 NURETTİN YILDIZ PER 04:45 ‘HOCA' kelimesinin, İslam adına önde duran kişi anlamında kullanılması üzerinden şu tespiti yapmak istiyoruz: Hiçbir hocanın, Allah'ın ve Resûlü'nün önüne geçme, onların söylemediğini söyleme hakkı yoktur. Böyle bir davranış o kişiyi zaten hocalık konumundan alaşağı eder. Kullukta herkes aynı düzeydedir. Bir insanın Müslümanlar arasında önde duran bir konumda olması, onun kulluğuna değişiklik getirmez. Hocalık veya onun biraz daha belirginleşmiş düzeydeki adı olan âlimlik, avama göre daha derin bilgi sahibi olmaktır ama bu, bildirilmişi bilmektir, yeni keşifler yaparak bilgi sahibi olmak değildir. Bu doğrultuda Müslümanların önlerinde duran isimlerin yapması gereken şey, Kur'an ve Sünnet kaynaklı bilgilerini bilmeyenlere aktarmaktır. Bu çizginin ilerisi yoktur. Bu anlayış Müslümanlarda, âlimi öğretmen olarak görmeye, onu kulluktan daha ötelere yükseltmeye karşı bir teminattır. Bu nedenle âlim, bilgi kaynağı olan âyet ve hadislere vukufiyeti kadar âlim/hoca sayılmaktadır. Mucit olmak, Müslümanlar arasında ‘din adına konuşmak' için yeterli değildir. Çünkü dinde yapılacak bir icat yoktur. Din, icatla değil, gayret ve tabi olmakla yaşanabilir. Dine hizmette mucitlerin değil müçtehitlerin, yani yoğun gayret sahiplerinin adının anılıyor olması bundan dolayıdır. Bu anlayışımız bizi, kimin ne söylediği seviyesinden yükseltip söylenenin ne olduğuna götürür. İnsanları öne çıkarma yerine insanların sözlerini öne çıkarma mantığıdır bu. Âlimler veya halk arasındaki adlandırmasıyla hocalar, sadece dine hizmet etmek için bulundukları yerde durmaktadırlar. Onlardan dini kendilerine yönlendirme şeklinde bir hata beklenemez. Onlar da sıradan bir Müslüman gibi, bir sevap bir günah ile işleyen terazinin önünde duracaklardır. Onlar asla bilgiden geçiniyor değildirler. Bilgi esasen, onların başının daha çok ağarma nedenidir. Farklı sonuçların nedeni Âlimlerden nakledilen aynı meseleye ait farklı sonuçlar, genelde insanların hayretini mucip olur; halk, fabrikasyon sonuçlar bekler. Farklılık hem menfaatlerine geldiğinde hoşlarına gider hem de bunu irdeleme konusu yaparlar. Burada Allah için dinine hizmet eden âlimler ile din üzerinde projeleri olanları veya onlara alet olanları kalın bir çizgi ile ayırma ihtiyacı hissediyoruz. Zamanımızda çokça örneğini gördüğümüz bir durumdur bu; bir kere olsun sabah namazını bir camide kılmamış insanların bile din meselelerinde ‘akademik unvanlı' olmaları çok gariptir. En iyi ihtimalle bu, dinî ilimleri meslek edinmiş olmak şeklinde beyan edilebilir ama bu da ihtimalleri iyiye yormakla söylenebilecek bir sözdür. Yoksa Müslümanlar olarak biz, namazımızı kılmayan, zekâtımızı vermeyen birinin bize ait meseleleri neden irdelediğini, bizi bizden çok neden düşündüğünü soruşturma hakkına sahibiz. Allah için çalışıp yorulan ve Müslümanlara dinlerinde yol açmak isteyen bir âlim, hata etmiş olsa bile, hatası Allah'ın affedeceği bir hatadır. Buna böyle inanıyoruz. Ashabı kiramdan bu yana böyle inanılagelmiştir. Kur'an'ın ve hadislerin genel izahından bunu çıkarmak mümkündür. Zira din için bir grubun sürekli ilim üzerinde olması, çalışması zaruridir. Bu grup devamlı üreteceklerdir. İnsanın da masum olması yani hatasız iş üretme garantisi kesinlikle yoktur. Masum olmayan birinden hatasızlığı yüzde yüz olan sonuçlar beklemek mümkün değildir. Hata etmiş olmakla hatayı kastetmiş olmak ayrıldıktan sonra hata edenin hatasının bu alanda bağışlanmış olmasındaki hikmet de anlaşılmış olur. Âlimler dine ait meselelerde Kur'an'a ve hadislere bakarak konuşurlar. Biz bu sürecin bizi nasıl farklı sonuçlara götürdüğünü ve farklılığın makul oluşunu şöyle izleyebiliriz: - Âlim, bir meselede Allah'ın hükmünü öğrenmek için Kur'an ve Sünnet'e bakar. Biz Kur'an ve Sünnet'e NASS adını veriyoruz. Ortada bir nass varsa, onu bize aktaracaktır. ‘Allah böyle buyurdu, Peygamber aleyhisselam böyle emretti' diyecektir. - Elindeki nass, açık değilse yani birden çok anlama gelebiliyorsa veya açık bir ifade ile anlaşılamıyorsa âlimin ehliyetine binaen o nassı anladığı şekilde yorumlaması gerekecektir. Burada biz, âlimi Kur'an ve Sünnet'i üst düzeyde anlar kabul ettiğimiz için ona âlim dedik zaten. Bir başka âlimin de aynı nassı kullanarak farklı düşünmesi tabii bir sonuçtur. - Başka bir alternatif de, elimizdeki nassın hadis olması durumunda Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme ait olduğu hususunda kesin bir kanaat oluşmamasıdır. Buna hadisin sahih/hasen olmaması diyoruz. Sahih olmayan bir hadisi sahih hadisler gibi kullanmak da mümkün değildir. Bu durumda da farklı görüş çıkması muhtemeldir. — Ümmet’in icma ettiği yani söz birliği ettiği ya da ittifak düzeyinde benzerlik arz ettiği meselelerde bir farklılık yoktur. Olması da beklenemez. Çünkü ashabı kiram ya da bir sonraki ulema kadrosunun aynı düşündüğü bir meselede, sonradan gelen birinin farklılık göstermesi, bir tür onun dışlanması olacağından farklılık da beklenmez. Bu mantıkla bakıldığında, farklılığın ayıplanmadığını, ümmetin söz birliğine karşı duruşların ayıplandığını görürüz. İki önemli nokta bu durumu kurallaştırabilir. Birincisi, içtihat edilebilir yani görüş belirtilebilir bir konuda görüş belirtmeye karşı hiçbir âlim kınanmamıştır, kınanamaz da zaten. Herkes bir hak arayışı içinde olduğuna göre kim hakkı bulduğunu zannetti ise onu ilan etmelidir. İkincisi de, âlimin ilminin gereği olarak doğru bildiğini ilan etmekteki haklılığı kadar, bir başka âlimin ona itiraz etmesi de haktır. Bir kişinin doğru olarak ilan ettiği, vahiyle tekit edilmiş olmadığına göre, başka birinin ona karşı doğru bildiğini ilan etmesini kabul etmemiz gerekmektedir. Bu, ashabı kiramdan bu yana böyledir. Müslümanlar arasında nasihat mantığının işlemesinin tabii gereği de budur. Bunun aksi şahısların putlaştırılması ve Peygamber aleyhisselamdan başkasının da masum görülmesi gibi sonuçlara götürebilir. Elbette burada sözü edilen farklı olabilmeye açık konular içtihat edilebilir konulardır. Yukarıda belirtilen nassın varlığına rağmen bir Müslüman'ın görüş belirtmesi asla kabul edilemez. Bu, başkaldırı olarak yorumlanabilecek bir hata olur. Mesela kimse çıkıp faizin helalliğini iddia edemez, zinanın masumluğunu savunamaz, alkole ruhsat veremez, kumarı mubahlaştıramaz. Ama neyin bu yasaklara dâhil olduğu, neyin de bu yasak sınırında olmadığını konuşabilir. Farklılık bu noktada bulunabilir. Kimse namazın farzlığını tartışamaz. Bu nassla sabittir. Kıyamete kadar değişmeyecektir. Seferilikte namazın iki rekât kılınmasının gerekliliğini de tartışamaz. O da nassla sabittir. Nerenin seferilik sınırlarında kaldığını ve orada namazı kısaltarak kılıp kılamayacağını beyanda farklılık olabilir. Netice olarak diyebiliriz ki: Kur'an'la veya sahih Sünnet ile sabit hususlarda farklılık olamaz. Bunların dışındaki hususların farklılığında bir sakınca yoktur. ŞÂZ olmak, aykırı kalmak Ümmet'in umumunca benimsenen kuralları yok saymak, ıstılahtaki ifadesi ile ŞÂZ olmak, yanlıştır. Bu, aklı nassın önüne geçirmek veya bir insanı hatasız görmekten kaynaklanıyor olabilir. Gerekçesi ne olursa olsun ŞÂZ olmak yani aykırı bilinmek yanlıştır. Aykırı kalmanın çizgilerini şöyle belirlememiz mümkündür: a- Kur'an'ın âyetine, sahih ve sarih/açık anlaşılan hadise rağmen farklı düşünmek, b- Ümmet'in icma şeklinde toplu görüş belirtmesine karşı farklı kalkmak, c- Ulemanın bir sonraki dönemde terk ettiği, o görüşü bıraktığını söylediği bir meseleye bağlı kalmak. Zehebî, şazz görüşlerle din yaşamayı ‘dini inceltmek' şeklinde yorumlayarak, fukahanın münferit kalmış görüşlerini toplamanın şerri toplamak olduğunu söylemektedir. (A'lâm, 8/90) Dinî hizmetlerdeki üstün gayretleri bilinen ve genelde doğru şeyler üzerinde çalışan ilmi geniş, zekâsı bilinen, iyiliği ve takvası ile tanınmış âlimin dil sürçmeleri yok sayılmalı, sapıklıkla itham edilip iyi yönleri silinmemelidir. "Evet, biz onun yanlışına uymayız ama görüşünden dönmesini temenni ederiz" şeklinde bir beyan da Zehebî'ye aittir. (A'lâm, 5/271) Şatibî, âlimin hatalı sözleri üzerine değerlendirme yaparken onun dindeki mevkiine dikkat edilmeden cahillikle itham edilmesi, ayıplanması gibi tutumların doğru olmayacağına işaret eder. (Muvafakât, 5/136) Müslümanların birbirleri hakkında hüsnü zanda bulunmaları bir ilke olduğuna göre âlimler için bu ilkeyi çok daha öncelikli olarak kullanmaya mecburuz. Genel çizgilerimiz Bir: Dinimiz kolaydır. Allah, kulları için zorluk dilememiştir. Ancak dinin kolay olması kişilerin zevklerine ve keyiflerine göre ayarlanabilirliği değildir. Kişiler, genel çizgileri ile kolay olan dine uyarlar; ağır gelen veya altından kalkamadıkları hususlarda Allah'ın lütfettiği ruhsatlar vardır. Mü'min, ruhsat kullanmakta serbesttir ama bu kullanma, dini kendine göre ayarlama maksadı ile çaresizlik arasındadır. Bu iki uç arasında mü'minin imanı nihai kararı verir. İki: Dinimizi anlama ve yaşama konusunda uzmanlaşmış âlimler de bizim gibi kulluk makamındadırlar. Hiç kimse asla masum değildir. Masum olmadıkları için de doğru söyleme ihtimalleri olduğu kadar yanlış söylemiş olma ihtimalleri de vardır. Bir müçtehid âlim, doğru bir şey söylediğinde kutsiyet kazanmadığı gibi hatalı bir söz söylediğinde de dinden çıkmış olmaz. Herkes yerli yerinde değerlendirildiğinde de zaten bir sorun olmayacaktır. Bu anlamda âlimlerin birbirlerini tenkit etmeleri kadar tabii bir durum yoktur. Onların birbirini tenkit etmesi, dini daha iyi yaşamaya katkı sağlayacağından değerlidir de. Sıradan Müslümanlar ise, onlardan hangisini izliyorsa o izlediğinin öğrettikleri ile dinini yaşar. Müslüman, kendisi Kur'an ve Sünnet'ten hüküm çıkaracak duruma gelince zaten başkalarının fıkhını, ilmini takip etme ihtiyacı duymayacaktır. Üç: Zevke uyarlanmış bir dindarlık yolu olarak en rahat fetva verenin aranması, dindarlığın esasına aykırıdır. Bu, dinin kolay olması ile aynı şey değildir. Din kolaydır ama zevke göre değildir. Kolayı aramak ise zevke göre din oluşturmaktır. Neticede kolay olan da bir âyet veya hadise dayanmalıdır. Kolaylık, insanların dine müdahalesi ile sağlanamaz. Müslüman, takvaya en yakın olanı tercih etmelidir ki ahiret açısından kalbi rahat bir iş yapmış olsun. Zaruret gerekçesine dayandırılan bir hususun da gerçekten zaruret olup olmadığı, kalpteki imanla alakalıdır.
|