İLGİLİ HADİSLERDAHA ÖNCE GEÇEN KONULARI KAPSAYAN BÖLÜM ﴿ كِتَابُ جَامِع مَا تَقَدَّمَ ﴾ - “Salih rüya, peygamberliğin kırk altı ( Bir lafızda ise bu: (مِنْ خَمْسِينَ) “Elli (cüz’ün)den…” şeklinde geçmektedir. Bir diğer lafızda ise: (مِنْ سَبْعِينَ ) “Yetmiş (cüz’ün)den…” şeklinde geçmektedir. Bir başka lafızda ise: (مِنْ أَرْبَعِينَ) “Kırk (cüz’ün)den…”[2] şeklinde geçmektedir. Suyûtî (ö. 1. Ebu Hureyre 2. Abdullah ibn Abbâs 3. Abdullah ibn Ömer 4. Abdullah ibn Amr 5. Câbir 6. Abbâs b. Muttalib 7. Semure 8. Abdullah ibn Mes’ud 9. Enes 10. Avf b. Mâlik Toplam, (Derim ki:) Bu hadis, şu yollardan da gelmiştir: 11. Ebu Saîd el-Hudrî 12. Ebu Rezîn ibnu’l-Ukaylî 13. Ubâde ibnu’s-Sâmit 14. Huzeyfe 15. Ebu Katâde (Münâvî) “Teysîr”de bu hadisin mütevatir olduğunu belirtmiştir. “Feyzu’l-Kadîr”de de Suyûtî’den naklen bu hadisin mütevatir olduğunu söylemiştir. Zürkânî (ö. * * * -
“Kime beni rüyasında görürse, (o kimse) gerçekten beni görmüştür”[3] Bir rivayette ise: ﴿ فَقَدْ رَآى الْحَقَّ فَإِنَّ الشَّيْطَانَ لاَ يَتَمَثَّلُ بِي ﴾ “… hakkı görmüştür. Çünkü Şeytan, benim suretime giremez”[4] şeklinde geçmektedir. Suyûtî (ö. 1. Enes 2. Ebu Mes’ud 3. Ebu Katâde 4. Ebu Hureyre 5. Câbir 6. Abdullah ibn Mes’ud 7. Abdullah ibn Abbâs 8. Ebu Cuhayfe 9. Ebu Mâlik el-Eşcaî 10. Ebu Saîd el-Hudrî 11. Abdullah ibn Amr 12. Ebu Bekre 13. Mâlik b. Abdullah el-Has’amî 14. Târık b. Eşyeme el-Eşcaî Toplam, (Derim ki:) Bu hadis, şu yollardan da gelmiştir: 15. Berâ’ 16. İmrân b. Husayn 17. Abdullah ibn Ömer 18. Huzeyfe Münâvî (ö. * * * - “Yedi kat gök ile yedi kat yer ve bunların içindekiler ile bunların arasında bulunanların; arşa nispetle, yeryüzündeki büyük bir düzlükte (=çölde) bırakılmış bir halka gibi olması”[6] ile ilgili hadisler Allame İbn Zekeriyya, bu konuki hadislerin mütevatir olduğunu belirtmiştir. * * * - “Peygamber (s.a.v)’in, (hicret ederken) Pazartesi günü Mekke’den çıkması ve yine Pazartesi günü Medine’ye girmesi”[7] ile ilgili hadisler Hâkim (ö. Fakat İbn Hacer (ö. Yine ‘Pazartesi günü’ ile kast edilen de, Hz. Peygamber (s.a.v)’in, Mekke’den değil de, (Mekke’den Medine’ye hicreti sırasında Hıra) mağarasından çıkışıdır.” (Aynî’de) “Umdetu’l-Kârî”nin ‘Bâb-u hel tunbeşu kubûru müşriki’l-Câhiliyyeti ve yuttehazu mekânuhâ mesâcide’ (=Cahiliyye dönemi müşriklerinin kabirleri kazılabilir mi? Onların mekanını mescitler edinilebilinir mi? ile ilgili bâb) ‘da der ki: “Hâkim dedi ki: ‘Hz. Peygamber (s.a.v)’in, Mekke’den Medine’ye hicreti sırasında Kuba’ya Rebiülevvel ayının * * * - “Artık (Mekke’nin) fethinden sonra hicret yoktur”[8] Suyûtî (ö. 1. Mucâşi’ ibn Mes’ud 2. Ebu Saîd el-Hudrî 3. Gaziyye ibnu’l-Hâris 4. Hâris b. Gaziyye Toplam, (Derim ki:) Buhârî ( Hz. Peygamber (s.a.v), Mekke’nin fethedildiği gün şöyle buyurdu: ﴿ لاَ هِجْرَةَ وَلَكِنْ جِهَادٌ وَنِيَةٌ ﴾ “Artık hicret yoktur. Fakat cihad ve niyet vardır” Bir rivayette ise, İmam Ahmed, bu hadisi, Abdullah ibn Abbâs’tan[10] şöyle rivayet etmiştir: ﴿ لاَ هِجْرَةَ بَعْدَ الْفَتْحِ ﴾ “Artık (Mekke’nin) fethinden sonra hicret yoktur” Bu hadisi; İbnü’s-Seken (ö. Hasan b. Süfyân (ö. ﴿ لاَ هِجْرَةَ بَعْدَ الْفَتْحِ ﴾ “Artık (Mekke’nin) fethinden sonra hicret yoktur” İbnü’s-Seken (ö. Zehebî (ö. Denildi ki: ‘Bu, Gaziyye ibnu’l-Hâris’tir. Medinelidir. Abdullah ibn Râfi, bu hadisi, bundan rivayet etmiştir.’” (Suyûtî’nin belirttiği) üçüncü kişi, dördüncüsünün aynısıdır. Fakat bu şahsın ismi hakkında görüş ayrılığı vardır. * * * - “Ebdâl’ın varlığı”[11] ile ilgili hadisler Hadis, şu yoldan gelmiştir: 1. Enes Bu hadis, çeşitli lafızlarla gelmiştir. Fakat bunların hepsi, zayıftır. Yine bu hadis, şu yollardan da gelmiştir: 2. Ubâde ibnu’s-Sâmit 3. Abdullah ibn Ömer 4. Abdullah ibn Mes’ud 5. Ebu Saîd el-Hudrî 6. Hz. Ali 7. Avf b. Mâlik 8. Ebu Hureyre 9. Muâz b. Cebel Hafız Sehâvî (ö. İbnü’l-Cevzî (ö. Suyûtî (ö. Yine Suyûtî, “Teakkubât”da ise şöyle der: “Bunun yanında Ebdâl ile ilgili haber, sahihtir. Hatta mütevatir olduğunu bile söyleyebilirim. Ebdâl ile ilgili hadisleri, bir eserde topladım. Bu kitap da, Ebdâl hakkında gelen hadislerin geliş yollarını da tamamen bir araya getirdim.” Daha sonra Suyûtî, Ebdâl hadsisini rivayet eden sahabe ile tabiundan bazı kimseleri ve bunu onlardan nakleden hadis hafızlarını belirtmiştir. Devamla da der ki: “Bu, manevi mütevatir derecesine ulaşmıştır. Öyle ki Ebdâl’ın varlığının doğruluğuna kesinlikle hükmetmek zaruret halini almıştır.” (Zebîdî’de) “Şerhu’l-İhyâ”da Ebdâl ile ilgili hadisi nakletmiş ve bunun doğruluğunu kabul etmiştir. (Zürkânî’de) “Şerhu’l-Mevâhib”de konu ile ilgili olarak şöyle der: “İbnü’l-Cevzî, Ebdâl ile ilgili bütün hadislerin uydurma olduğunu iddia etmiştir. Suyûtî ise, İbnü’l-Cevzî ‘nin bu görüşüne karşı çıkmıştır. Ve dedi ki: ‘Ebdâl haberi, sahihtir. Hatta mütevatir olduğunu bile söyleyebilirim.’Yani manevi mütevatir. Nitekim Suyûtî, Ebdâl hadisinin mütevatir olduğuna da işaret etmiştir.” Bununla birlikte Ebdâl hadisini batıl olduğu iddiası da ortaya atılmıştır. İbn Teymiyye (ö. Hafız İbn Hacer (ö. “Kutb”a[13] gelince, bu, bazı rivayetlerde gelmiştir. “Gavs”a[14] gelince, bu da, Sufîler arasında meşhur şekliyle bilinmektedir. Gavs ile ilgili herhangi bir rivayet sabit olmamıştır.” * * * - “Cinlerin varlığı”[15] ile ilgili hadisler Şeyh Ebu Ali Hasan b. Ruhâl el-Ma’denî “Şerhu Muhtasarı Halîl”de Birzelî (ö. “(Bu konuda) doğru olan husus şudur: Cinlerin varlığı inkar eden kimsenin –o da Mutezile’dendir- hükmü, onun kafir olmasıdır. Çünkü o kimse, (cinlerin varlığını inkar etmekle) Kur’an nassını, mütevatir sünneti ve zaruri icmayı bile bile inkar etmektedir.” Kadı Bedrüddin Ebu Abdullah Muhammed b. Abdullah eş-Şiblî el-Hanefî (ö. “İmâmu’l-Harameyn (el-Cüveynî) “Kitâbu’ş-Şâmil”de dedi ki: ‘Allah’ın, size merhamet ettiğini öğrenin. Filozofların çoğu, Kaderiyye’nin cumhuru ve zındıkların tamamı, doğrudan doğruya şeytanlar ile cinlerin varlığını inkar etmektedir. Bunu, yerli yerinde düşünemeyen ve şeriatla bir ilgisi olmayan kimse inkar etse, bir şaşkınlık meydana getirmez. Fakat asıl garip olanı; bunu, Kur’an nasları, mütevatir haberler ve meşhur rivayetlere rağmen Kaderiyye’nin inkar etmesidir. Toptan ele alındığında; Kur’an nasları ile sünnet, cinlerin var olduğunu bildirmektedir.’” (Aynî’de) “Umdetu’l-Kârî”nin ‘Kitâbu’s-Salât’ (=Namaz Bölümü) ile ‘Bed’ü’l-Halk’ (=Yaratılışın Başlangıcı Bölümü’n)de cinlerin varlığı ile ilgili olarak şöyle der: “Cinlerin varlığı ile ilgili olarak peygamberlerin kesin olarak verdikleri haberler, tevatürdür.” (Kastallânî’de) “İrşâdu’s-Sârî”de konu ile ilgili olarak şöyle der: “Kur’an nasları ile sünnet ve sahabe ile tabiun dönemi alimlerinin tamamının icmaı, cinlerin var olduğunu göstermektedir. Cinlerin varlığı ile ilgili peygamberlerden gelen haberler, açık bir biçimde, tevatürdür. Özel ve genel herkes, cinlerin var olduğunu bilmektedir.” (İbn Hacer’de) “Fethu’l-Bârî”de İmâmu’l-Harameyn el-Cüveynî (ö. “Meşru sınırlar dışında cinlerin var olmadığını inkar eden kimse garipsenmemelidir. Asıl garipsenmesi gereken husus, Kur’an nasları ile mütevatir haberler gibi meşru sebepler varken cinlerin var olmadığının inkar edilmesidir.” * * * - “Cinlerin, hayvanların şekilleri gibi çeşitli şekillere girmesi”[16] ile ilgili hadisler (Kastallânî) “İrşâdu’s-Sârî”de cinlerin çeşitli şekillere girmesi ile ilgili hadislerin mütevatir olduğunu aynen şöyle anlatmaktadır: “Cinlerin çeşitli şekillere girmesi ile ilgili hadisler, mütevatirdir.” Daha sonra da cinlerin; Adem oğullarının, hayvanların ve köpeklerin suretine girdiklerini anlatmıştır. (Devamla da der ki:) “(İbn Hacer’in) “Fethu’-Bârî” adlı kitabında da, cinlerin, çeşitli şekillere girmesi ile ilgili haberler gelmiştir.” * * * -
“Hârût ve Mârût kıssası”[17] ile ilgili hadisler İbn Hacer (ö. Suyûtî (ö. Yine Suyûtî, “Habâik fi Ahbâri’l-Melâike”de de (Hârût ve Mârût kıssası ile ilgili) bilgi vermiştir. Suyûtî, bu haberin geliş yollarının hepsini büyük tefsir(in)de anlatmıştır. (Suyûtî) “Menâhilu’s-Safâ”da der ki: “Bu konuda Resulullah (s.a.v)’den sahih ve daha bir çok çeşitli hadisler gelmiştir. Nitekim Hârût ve Mârût kıssasının geliş yollarının tamamını, büyük tefsirde anlattım. Kısacası: Hârût ve Mârût kıssası; merfu olarak şu yoldan gelmiştir: 1. Abdullah ibn Ömer[18] Bu hadisi, İmam Ahmed “Müsned”de, İbn Hibbân’da “Sahîh”de, Beyhakî’de “eş-Şuab”da, İbn Cerîr et-Taberî’de “Tefsir”de, Abd b. Humeyd’de “Müsned”de, İbn Ebi’d-Dünyâ’da “Kitâbu’l-Ukubât”da ve daha bir çok alim, çeşitli yollarla Abdullah ibn Ömer’den rivayet etmiştir. Bu hadis, kısa bir şekilde merfu olarak şu yoldan gelmiştir: Bu hadisi, İbn Râhaveyh’de “Müsned”de rivayet etmiştir. Yine bu hadis, şu yoldan da gelmiştir: Bu hadisi de, İbn Ebi’d-Dünyâ “Zemmu’d-Dünyâ”da rivayet etmiştir. Yine bu hadis, mevkuf olarak sahih ve sahih olmayan senedlerle şu yollardan gelmiştir: 5. Abdullah ibn Mes’ud 6. Abdullah ibn Ömer 7. Abdullah ibn Mes’ud ve daha bir çokları.” (Suyûtî’nin sözü burada bitmektedir.) İbn Hacer (ö. “Bu Hârût ve Mârût kıssasının geliş yolları, sıhhati sebebiyle bilgi ifade etmektedir.” (Suyûtî) “Leâli’l-Masnûa”da konu ile ilgili olarak şöyle der: “Hârût ve Mârût kıssasını; çeşitli lafızlarla mevkuf olarak şu yollardan rivayet ettik: 8. Abdullah ibn Ömer 9. Abdullah ibn Abbâs 10. Hz. Ali ve daha bir çokları” Yine İbn Hacer (ö. Münâvî (ö. Bu rivayetlerin batıl olduğu iddiası, doğru değildir. Nitekim Hafız İbn Hacer (ö. (İbn Hacer) der ki: “Hârût ve Mârût kıssasının geliş yolları üzerinde inceleme yapan kimse, Hârût ve Mârût kıssasının sıhhatli oluşunun varlığını kesinlikle kabul eder.” Bununla birlikte Kadı İyâz (ö. Abdulaziz ed-Debbâğ (ö. Bu konuda daha geniş bilgi için bu kitaba başvurabilirsiniz. Fakat bunu iyi düşünmek lazım!!. * * * - “Riyanın yerilmesi”[19] ile ilgili hadisler (Münâvî) “Teysîr”de إِنَّ اللّهَ لاَ يَقْبَلُ مِنَ الْعَمَلِ إِلاَّ مَا كَانَ لَهُ خَالِصاً وَابْتُغِىَ بِهِ وَجْهُهُ “Allah ancak kendi rızası gözetilerek halis bir niyetle yapılan ameli kabul eder” hadisinin şerhinde aynen şöyle der: “Riya, büyük günahların en büyüklerinden ve gizemli duyguların en pis olanlarındandır. Ayetler ve hadisler, riyanın, iğrenç olduğunu ifade etmektedir. Riyanın yerilmesi ile ilgili rivayetler ve haberler, mütevatirdir.” * * * - “Kim insanların kendisi için ayağa kalkmasını isterse, (bir rivayette: hoşlanırsa), ateşteki yerine hazırlansın”[20] Bu hadisi, İmam Ahmed (ö. Tirmizî (ö. Yine Tirmizî der ki: “Bu konuda Ebu Ümâme’den de hadis gelmiştir.” Ebu Ümâme Hadisini,[23] Ebu Dâvud (ö. ﴿ لاَ تَقُومُوا كَمَا تَقُومُ الأَعَاجِمُ يُعَظِّمُ بَعْضُهُمْ بَعْضاً ﴾ “Acemlerin, birbirlerini büyüklemek için ortaya kalkmaları gibi (siz de birbirinizi büyüklemek için ayağa) kalkmayın” (Yalnız) bu hadis, bizim naklettiğimiz hadisten farklı bir hadistir. Bu (her) iki hadisi de, Münzirî (ö. Yine bu hadis, “Uhûdu’l-Muhammediye”nin, ‘Birinin, diğer Müslümanlardan uzak kalması ve ayrı durmasının yasak olması’ ile ilgili yerde de geçmektedir. Müellif, ﴿ مَنْ أَحَبَّ ﴾ “Kim … isterse,” hadisini getirip der ki: “Celâl Suyûtî dedi ki: ‘Bu, mütevatir bir hadistir.” Bu hadisi, (Suyûtî’nin) “el-Ezhâr” adlı eserinde bulamadım.” Fakat (bu hadisin, Suyûtî'nin hangi eserinde geçtiğini) siz araştırabilirsiniz. * * * - “Bir müslümanın, diğer müslüman (din) kardeşiyle üç günden fazla dargın kalması, helal değildir”[24] Suyûtî (ö. 1. Enes 2. Ebu Eyyûb el-Ensârî 3. Sa’d b. Ebi Vakkâs 4. Hişâm b. Âmir 5. Abdullah ibn Abbâs 6. Abdullah ibn Amr 7. Abdullah ibn Mes’ud Toplam, (Derim ki:) Bu hadis, şu yollardan da gelmiştir: Bu hadisi; Ebu Dâvud (ö. Bu hadisi de, Ebu Dâvud rivayet etmiştir. Taberânî (ö. Fudâle b. Ubeyd’den[27] ise merfu olarak şöle gelmiştir: ﴿ مَنْ هَجَرَ أَخَاهُ فَوْقَ ثَلاَثٍ فَهُوَ فِي النَّارِ إِلاَّ أَنْ يَتَدَارَكَهُ اللّهُ بِرَحْمَتِهِ ﴾ “Allah’ın kendi rahmetiyle engellemesi hariç, kim Müslüman kardeşiyle üç günden fazla dargın kalırsa, o kimse Cehennem’dedir” * * * - “Allah, saç ekleyene ve ekletene lanet etsin”[28] Bu hadis, şu yollardan gelmiştir: 1. Abdullah ibn Ömer[29] 2. Hz. Aişe[30] 3. Esmâ’ bint. Ebi Bekr[31] Bunların naklettiği hadisler, Buhârî ile Müslim’in “Sahîh”leri ile diğer hadis kitaplarında geçmektedir. Yine bu hadis, şu yoldan da gelmiştir: 4. Ebu Hureyre[32] Bu hadis, “Sahîh”te geçmektedir. Yine bu hadis, şu yollardan da gelmiştir: 5. Ebu Ümâme 6. Abdullah ibn Abbâs ve daha bir çokları Doğruyu en iyi bilen Cenab-ı Allah’tır. * * *
[1] “Rüya” kelimesi, sözlükte; “rü’yet” kökünden gelip Türkçede “düş” kelimesinin karşılığıdır. “Rü’yet” gözle görmek, “rüya” ise beyinle görmektir. Beyin, ruhun gözü ve dürbünü gibidir. Ruh, gördüklerini beyin aracılığıyla uykuda hayale gösterir. Rüya, şuur altına yerleşen birtakım düşünceler biçiminde tanımlarnır. Uzmanlara göre, rüya, şuur üzerindeki iradenin uyku enasında kalkmasıyla hayal ve his merkezinin aklın kontrolünden çıkmasıdır. İnsan uykuya dalmasıyla birlikte ruh, asıl vatanı olan ruhlar alemine gider, fakat bedenden bütünüyle ayrılmaz. Rüyalar üç kısma ayrılır: Salih Rüya, Salih müminden sadır olduğu zaman peygamberliğin cüzlerinden bir cüzdür. Salih rüyanın, peygamberliğin kaç cüzü olduğu hususunda çeşitli hadislerde farklı rakamlar belirtilmiştir.Bu farklılıklar, Hz. Peygamber (s.a.v)’in, bu ifadeleri kullandığı zamanın farklı olmasından ileri gelmektedir. Şöyleki: Hz. Peygamber (s.a.v)’e gelen vahyin [2] Buhârî, Tabir [3] Rüyada Resulullah (s.a.v)’in görülmesi meselesi, bazı farklı yorumlara sebep olmuştur. Yani ne suretle görülürse görülsün, bu görme, gerçek bir görme midir? Yoksa görmenin gerçek olması için Resulullah (s.a.v)’i, bilinen nitelikleriyle ve asıl hüviyetiyle görmek şart mıdır? Çünkü Resulullah (s.a.v), her defasında bilinen şartları ve asıl hüviyetiyle gözükmeyebilir. Yalnız alimlerin ittifak ettiği husus; şeytanın, Resulullah (s.a.v)’in hüviyetine girememesidir. Çünkü yüce Allah, şeytana, bu imkanı tanımamıştır. Aksi takdirde şeriata yalan karışma olasılığı söz konusu olur ki, o zaman dine güven kalmaz. Bu sebeple de yüce Allah, şeytanı, kişinin uyanık halinde Resulullah (s.a.v)’in suretine girmekten men ettiği gibi, uyku halinde de o surette gözükmekten men etmiştir. [4] Buhârî, Tabir [5] Konu ile ilgili hadisler için b.k.z.: Buhârî, Tabir [6] Yedi kat gök ile ilgili ayetler şunlardır: Bakara: Yedi kat yer ise, “O Allah ki, yedi kat göğü, yerden de onun mislini yarattı” (Talâk: Yedi kat göğün mahiyeti hakkında da İslam alimleri, çeşitli görüşler belirtmişlerdir. Bu tür konuları, bilimin ışığında, fakat kesin hükümlerden uzak daha dengeli yaklaşımlarla değerlendirmek gerekmektedir. Çünkü gerek bazı ayetlerde ve gerekse de bazı hadislerde geçen konu ile ilgili rakamların ve ifadelerin, mecazi anlam ifade ettiklerini de unutmamak lazım. İslam alimleri, göğün mü önce, yoksa yerin mi daha önce yaratıldığı hususunda ihtilafa düşmüşlerdir. Bu ihtilafın kaynağı ise, temel olarak, Bakara: Fahreddin er-Râzî, ilk önce göğün yaratıldığını, daha sonra da yeryüzünün yaratıldığını ve düzenlendiğini, bundan sonra da göğün düzenlendiğini, ilgili ayetlere dayanarak ileri sürmüştür. (Fahreddin er-Râzî, Tefsir-i Kebir, “Arş” kelimesi, sözlükte; yükseklik, yüksek yer ve yüksek şey, tavan, ev, çadır;cayağın parmaklara doğru uzanan tümsek kısmı gibi manalarda da kullanılmıştır. Ayrıca mecazi olarak ise; hükümranlık, şan, şeref ve taht anlamlarına da gelir. Kur’an’da arş; Hz. Yûsuf’un ve Sebe Kraliçesi Belkıs’ın tahtı anlamında (Yûsuf: Hadis literatüründe arş ile ileilgili olarak bir çok bilgilere rastlamak mümkündür. Bunun yanı sıra Sünnî –Şiî bir çok kelâm ve tefsir kitabı ile hadis şerhi mahiyetindeki eserlerde konu ile ilgili Hz. Peygamber (s.a.v)’e atfedilen daha bir çok bilgiler mevcuttur. Arş konusundaki itikadî tartışmalar, kelâm ilminin oluşmaya başladığı hicrî Konu ile ilgili hadisler için b.k.z: Taberî, Câmiu’l-Beyân, [7] “Hicret” kelimesi, sözlükte; terk etme, bırakma ve göçme anlamlarına gelmektedir. Terim olarak ise; İslam’ı yaşamaya imkan bulamayan Müslüman bir kişinin, bulunduğu yerden İslam’ın hakim olduğu diyara göçmesine denir. Hz. Peygamber (s.a.v), Yalnız Hz. Peygamber (s.a.v)’in Kuba’ya hangi tarihte geldiği ve orada kaç gün kaldığı meselesi ihilaflıdır. Çünkü Kuba ve çevresi, bir mezra şeklindeydi. Bu nedenle de bu konularda çeşitli rivayetler gelmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v)’in, Mekke’den Medine’ye hicreti, ilk İslam yurdunun oluşmasını amaçlamaktaydı. Bu hicret olayı, bir bakıma, Hz. Peygamber (s.a.v)’in başkanlığında ilk İslam devletinin ortaya çıkışını haber verme mahiyetindeydi. Abdullah ibn Abbâs’tan gelen bir rivayete göre; “Hz. Peygamber (s.a.v), pazartesi günü doğdu. ‘azartesi günü Mekke’den Medine’ye hicret etti.’Pazartesi günü risaletle görevlendirildi. Pazartesi günü Medine’ye girdi ve Pazartesi günü öldü.” (Müsned: [8] Hadiste belirtilen “Fetih”den kasıt; Mekke’nin fethidir. Çünkü Mekke’nin fethinden önce Müslüman olan herkesin, Medine’ye hicret etmesi gerekiyordu. Zira Medine’de Müslümanların sayıca az olması, güçlenmelerine engel olmaktaydı. Mekke’nin fethinden sonra Arabistan’da yaşayan müşrikler, kabileler halinde İslam’a giredikleri için, artık sayı artmış ve düşman tehlikesi de çok azalmıştı. Bu durum, Medine’ye hicret gereğini de ortadan kaldırmıştı. Bu nedenle de Hz. Peygamber (s.a.v), fetihle birlikte hicreti yasakladı. Hatta hicret şartıyla biat etmek isteyenlere; “Artık cihad ve niyet vardır” buyurmuştur. Şu halde hadisin anlamı; “Medine’ye hicret etme” anlamında vatandan ayrılmak, kalkmıştır. Artık cihad kastıyla vatandan ayrılmak, iyi niyetle küfür memleketinden bir başka yere kaçmak, okumak için memleketi terk etmek, fitne sırasında dinini kurtarmak gibi kasıtlarla vatanı terk etmek, Kıyamete kadar bakidir. [9] Buhârî, Cihâd [10] Müsned: [11] “Ebdal” kelimesi, yerine geçme, yerini alma anlamına gelen “bedel” kelimesinin çoğuludur. Bunların; evliyalar ve ağabeydler oldukları, bunlardan biri öldüğünde bir başkasının onun yerine geçtiği; bunlar sayesinde arzı ayakta kaldığı, yağmur ile ilahi yardımın bunlar vasıtasıyla geldiği ve belaların, bunlar sayesinde Müslümanlardan uzaklaştığı inancı, bazı Müslümanlarca kabul edilmektedir. Halbuki Ebdal Hadisi, Ebu Dâvud, Melâhim Mehdî ve Mesih inancı gibi Ebdal inancı da; basiretten uzaklaşmış, ümitsizlik içinde zayıf ve aciz bir halde bulunan, karamsar bir tablo çizen ve Kur’an ile Nebevî Sünnet’in ışığından ve özünden yararlanamamış kimselerin inancı haline dönüşmüştür. Halbuki gerek Kur’an ve gerekse de Nebevî Sünnet, bir kuratıcı yada işleri düzelten bir kişi yerine; kişinin, bizzat kendisini ve toplumunu kurtarıcı haline gelmesini, mukadderatlarına sahip çıkmasını ve geleceklerine el koymasını istemektedir. İmandan sonra gelen “salih amel”in, özelliği de budur. Elbette kendisine ve toplumuna yarar sağlamayan kişiler, bu zaaflarını ve acizliklerini kapatabilmek için bir kurtarıcı beklemeye koyulmuşlardır. Kendisinin bir kurtarıcı olduğunu düşünen kimse, bir kurtarıcının gelmesini beklemez. Kendisini ve toplumunu, bizzat kendisi kurtarmaya çalışır. Ebdal inancı, tasavvufa; Hıristiyanlık ile Şii fırkalarından İmamiyye ile Rafiziliğin etkisiyle geçmiştir. İbn Haldûn, sufilerin; Şii fırklarındaki “İmam” düşüncesine karşılık “Kutb”u, “Nukaba” düşüncesine karşılık ise “Ebdal”ı benimsemek suretiyle Şia’yı taklit ettiklerini belirtmiştir. [12] Munkatı’: Genellikle ne şekilde olursa olsun, senedinde ittisal bulunmayan hadislere denir. Senede ittisalin olmayışı, ya ravinin düşmesiyle veya müphem şekilde ifade edilmesiyle meydana gelir. [13] Kutb: Bazı tasavvufçulara göre; ferdiyet makamına oturmuş en mükemmel insana yada yeryüzünde her zaman Allah’ın nazargahı olup bütün varlıkların işlerinin elinde meydana geldiği tek kişiye denir. Kutb, açık ve gizli yardımcılarıyla birlikte ruhun vücutta yayılması gibi, bütün kainata sirayet eder!! Ulvi ve sufli alem üzerine hayat ruhunu saçar!! [14] Gavs: Tasavvuf literatüründe; kendisinden manevi yardım istenilen kutb’un ünvanına denir. [15] “Cin” kelimesi, sözlükte; örtmek, gizlemek anlamına gelen “cenne” kökünden türemiştir. İlk asırlardan beri cinlerin varlığı kabul edilegelmiştir. Yahudiler, Hıristiyanlar ve diğer topluluklar, cinlerin varlığından haberdar idiler. Filozoflar ile bazı Mutezililer dışında Ehl-i Sünnet, cinlerin varlığını kabul etmişlerdir. Yalnız cinlerin tarifinde görüş birliğine varılamamıştır. Müslümanların ortak kanaatine göre; cinler, bdenleri ateş, hava, rayiha gibi maddelerden oluşmuş, akıl ve irade sahibi, latif, görünmez varlıklardır. Bu özelliklerinden dolayı da duyu organlarımızdan gizli bulunmaktadırlar. Bu nedenle onlara, “cin”denilmiştir. Cinlerden bahseden Kur’an ayetleri şunlardır: En’âm: Bazı ayetler de cinler denirken, bazı ayetlerde ise cinlerin yerine şeytanlar kelimesi kullanılmıştır. Çünkü şeytanın, cinlerden olduğu, Kehf: Cinler, akıl ve irade sahibi olmaları açısından peygamberlerin davetlerine muhatap olmuşlardır. Bu nedenle de cinler, mümin ve kafir diye iki gruba ayrılmışlardır. İman edenleri kurtuluşa ve ebedi mutluluğa ererek Cennete gireceklerdir. İnanmayıp küfür içerisinde kalanlar ise, azaba uğrayacaklar ve Cehenneme atılacaklardır. Bu hususta En’âm: Ayetlerde (Bakara: [16] Cinler; bedenleri ateş, hava ve rayiha gibi maddelerden oluşmuş, akıl ve irade sahibi, latif, görünmez varlılardır. Bu özelliklerinden dolayı da duyu organlarımızla fark edememekteyiz. Cinlerin; Adem oğlarının ve bazı hayvanların şekillerine girip giremeyeceği meselesi tartışma konusudur. Cinlerin başka şekillere girmesini kabul etmek; dünyada insanlara güven kalmaz, bir kişi yakınlarının ve arkadaşlarının cin olup olamayacağı zannına kapılabilir. Eğer onlar başka şekillere girecek olsalar, ilk önce peygamberlerin ve ilim adamlarının kılığına girerler. Böyle bir durumun gerçekleşmesi, insanların, Din ve Şeriata olan güvenini sarsar. Cinlere ve şeytanlara, yeryüzünde kendi iradeleri doğrultusunda tasarruf izni verilmemiştir. Çünkü Allah, insanı, kendisine halife seçmiş ve yeryüzünde tasarruf hakkını ona vermiştir. Şeytanların atası olan İblis’e bile, insana secde etmesi emrini vermiş, o ise insanın emrine girmekten kaçınmış ve Kıyamete kadar insanoğluna düşman olduğunu ilan etmiştir. Allahda, vesvese ve kötü telkin yapmaktan başka kulları üzerinde onun bir hakimiyeti bulunmadığını bildirmiştir. (İbrahim: [17] Hârût ve Mârût’un, iki melek mi, yoksa iki melik mi olduğu, ayrıca onlara verilen ve onların da küfre düşmemelerini öğütleyerek insanlara öğretikleri bilgilerin, zararlı mı yoksa faydalı mı olduğu konusu alimler arasında tartışmalıdır. Bunların, melek olduğunu söyleyenlere göre; bunlar, sihrin yaygın olduğu bir sırada Babil’e gönderilmişler. Orada kötü maksatla olmamak, yapılan sihri bozmak ve mucize ile sihir arasındaki farkı belirtmek kaydıyla sihrin dayandığı temel bilgiyi insanlara öğretmişlerdir. Bunların, iki melik olduğunu savunanlar; ayette geçen “melekeyn” (=iki melek) kelimesini, “melikeyn” (=iki melik) şeklinde olduğunu ileri sürüp bu iki melikin kimler olduğu ilgili çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Asıl itibariyle, melekleri, çirkin ve yakışıksız davranışlardan tenzih etmek en iyisidir. Çünkü Allah, onları, tertemiz olmakla vasıflandırmış ve Allah’ın kendilerine emrettiklerine karşı gelmediklerini bildirmiştir. Hârût ve Mârût konusunda meleklere uygun olmayan bir takım ifadeler yer almaktadır. Konu ile ilgili Kur’an’da anlatılanların manası hakkında tefsirciler ihtilaf etmişlerdir. Bu rivayetlerden çıkan hükümler, kıyas yolu ile elde edilecek hükümler değildir. Uygun olmayan rivayetler, Yahudilerin kitaplarında yer alan iftiralarından ibarettir. [18] Müsned: [19] “Riya” kelimesi, sözlükte; görmek anlamına gelen “rü’yet” kökünden gelip “hakikatte olmadığı halde iyi görünmek” anlamına gelir. Terim olarak ise; ibadetlerde ve diğer amellerde samimiyetten uzaklığı ve ihlassızlığı ifade eder. Riya’nın Türkçe’deki karşılığı, gösteriştir. Bir başka ifadeyle; bir Müslüman, hem ibadetlerini ve hem de diğer amellerini ancak Allah rızası için yapmakla mükelleftir. Amelde Allah rızasını arama kayfiyetine, “ihlâs” denir. İhlâs’ın zıddı, riyadır. İhlâs’a önem veren İslam dini, riyayı, büyük şirk türünden değil de, küçük şirk türünden bir çeşit şirk saymaktadır. Çünkü Resulullah (s.a.v), şirkin bu çeşidine, “gizli şirk” demiştir. Riya ile ilgili hadisler için, hadis kitaplarının riya ile ilgili bölümlerine bakabilirsiniz. [20] Alimler, konu ile ilgili çeşitli hadisler olması sebebiyle, insanların, birbirlerine karşı ayağa kalkıp kalkmayacağı konusunda tartışmışlardır. Konu ile ilgili hadis; kişinin, insanların, kendisi için ayağa kalkmasıyla ilgilidir. Bu konu, dört şekilde ele alınmıştır: [21] Ebu Dâvud, Edeb [22] Tirmizî, Edeb [23] Ebu Dâvud, Edeb [24] Resulullah (s.a.v), Müslümanlar arasında üç günden fazla devam edecek küsüşmeleri yasaklamıştır. Yalnız üç güne kadar küsmenin mubah olduğu, hadisin mefhumunda mevcuttur. Üç güne kadar olan küsmeler, affedilmiştir. Kızgınlık ve öfkelenmek, insanoğlunun fıtratında vardır. Bundan ötürü, eski haline dönmesi ve kızgınlık halinin geçmesi için bu miktardaki küsmeye müsamaha edilmiştir. Yasaklanan küsme; karşılaştığında selam vermemek, konuşmamak ve ilgiyi kesmektir. Kafir kimseye küsmenin, bir müddeti yoktur. Fakat dinine zarar verecek yada meşru bir nedenle kişiyle ilginin kesilmesi caizdir. Örneğin, şer’i emirlere karşı asi olan kimselere, bundan vazgeçmesi için küsülebilir. Resulullah (s.a.v), Tebük savaşına katılmayan Ka’b b. Mâlik ve iki arkadaşıyla elli gün boyunca konuşmayı halka yasaklamıştı. [25] Müslim, Birr [26] Ebu Dâvud, Sünnet [27] Taberânî [28] Hadisin Arapça metninde geçen “vasl” kelimesi, saça saç eklemek anlamına gelir. Peruk takmak diye de tercüme etmek mümkündür. “Vâsile”; kadına, saça saç takan kadına denir. Müstevsile veya Mevsûle ise, isteği üzerine kendisine saç takılan kadına denir. Saç takanın da, takdıranın da kadın yada erkek olmasında bir fark yoktur. Bu işle, geçmişte, daha çok kadınlar başvurduğu için takan ve taktıran hep müennes kelimelerle ifade edilmektedir. Artık peruk yada iğreti saç taktırmaya, erkeklerde başvurmaktadır. Hadis kitaplarında sahabe arasında bu husus ile ilgili olarak meydana gelen olayların ve taleplerin olması sebebiyle Resulullah (s.a.v)’in; saça saç eklemeyi, dökülmüş saçın yerine başkasının saçını takmayı yasakladığına dair rivayetler var. İslam Hukukçuları, hadislerde geçen lanetin, “kuvvetli bir yasaklama” üslubu olduğunu belirterek erkek veya kadının, ister hastalık ve saç dökülmesi sebebiyle, isterse güzellik kastıyla olsun saçına saç eklemesini, başına başkasının saçını takmasını caiz görmemişlerdir. Çünkü hiçbir neden yokken, insanoğlunun herhangi bir parçasını kullanmak caiz değildir. Yalnız saça; yün, ipek bez parçası türünden başka bir şey takmak caizdir. Kısacası: Saça, saç türünden olmayan şeyleri takmak caizdir. Çünkü İslam alimlerinin çoğu, bunu caiz görmektedir. Yasak; saça saç takma yada ekleme ile ilgilidir. [29] Buhârî, Libâs [30] Buhârî, Libâs [31] Buhârî, Libâs [32] Buhârî, Libâs
|
1103 kez okundu |
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |